BAŞLIK

Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'a aittir. O, kullarının ne yaptıklarını ve ne düşündüklerini bilir. O'nun huzuruna çıkarıldıkları gün herkese yaptıklarını haber verecektir. Allah her şeyi bilir. (NÛR - 64)

Resimler

Dost Siteler

Başlık

Allah O'dur ki, gökleri direksiz yükseltti, onu görüyorsunuz, sonra arş üzerine istiva etti, güneşi ve ayı emrine boyun eğdirdi. Her biri belli bir vakte kadar akar gider. Bütün işleri O yönetiyor. Âyetleri O açıklıyor ki, Rabbinizin huzuruna çıkacağınızı iyi bilesiniz. (RA'D/2) O, gökten yere, (yukarıdan aşağıya) işleri düzenler, sonra da o işler, sizin saydıklarınızdan bin yıl kadar olan bir günde O'na yükselir. (SECDE/5)

İSLAMİ BİLGİLER NAMAZ TEFSİR ORUÇ ABDEST

İSLAMİ BİLGİLER NAMAZ İLMİHAL BİLGİLERİ MEZHEP CANLI TV MÜBAREK GÜN VE GECELER HADİS NAMAZ KURAN-I KERİM DİNLEPEYGAMBERLER HAYATI NAZAR BESMELENİN FAZİLETİ CİNLER NASİH

İman ve İslam

Doğru iman bilgileri
İman ve İslam
İman nedir?
Sual: İman nedir?
CEVAP
İman, bildirilen altı esasa inanmak ve Allahü teâlâ tarafından
bildirilen, Muhammed aleyhisselamın Allahü teâlâ tarafından
getirdiği emir ve yasakların hepsine inanmak ve inandığını dil ile
söylemek demektir.
Amentü şöyledir:
Âmentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rüsülihi vel
yevmil ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ vel
ba'sü ba'del mevti hakkun. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü
enne Muhammeden abdühü ve resülühü.
[Yani, Allah’a, meleklerine, gönderdiği kitaplarına,
peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan
olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanıyorum. Allah’tan başka ilah
olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın da Allah’ın kulu ve son
Peygamberi olduğuna şehadet ediyorum.]
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği
dini, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan
tasdik etmek yani kabul edip, beğenip, inanmaktır. Akla uygun
olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek
olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman
Peygambere itimat tam olmaz. Tam olmayınca, iman olmaz. Allahü
teâlâ, (Onlar gayba [görmedikleri halde Resulümün bildirdiği her
şeye] iman ederler) buyuruyor. (Bekara 3) Resulü de, (Dini
[hükümleri, dinde bildirilenleri] aklı ile ölçenden daha zararlısı
yoktur) buyurdu. (Taberani)
Nazara yani göz değmesine inanmayan bir kimse, (Bugün fen,
gözle görülemeyen şuaların iş yaptığını açıklıyor. Mesela bir
kumanda ile TV’yi, radyoyu veya arabamızı açıp kapatabiliyoruz.
Bunun için gözlerden çıkan şuanın zarar verebileceğine artık
inanıyorum) dese bunun kıymeti olmaz. Çünkü bu insan dine değil,
kumandadan çıkan şuaya inanıyor. Yahut şua ile birlikte
Peygambere inanıyor. Yani fen kabul ettiği için, şuaların etkisini
gözü ile gördüğü için inanıyor ki bu iman olmaz. Dinde bildirilen her
şeyi, fen ispat edemese de, fayda veya zararını gözü ile görmese
de, yine inanmak lazımdır. Hakiki iman gayba inanmaktır yani
görmeden inanmaktır. Gördükten sonra artık o iman olmaz.
Gördüğünü itiraf etmek olur. Bekara suresinin 3. âyetinde, gayba
inanmak, görmeden inanmak övülüyor. İmanın altı şartı da gayba
inanmayı gerektirmektedir. Çünkü hiç birisini görmüş değiliz.
Peygamber efendimiz, aşağıda bildirilen iman ile ilgili âyetleri
açıklayarak imanı şöyle tarif etti:
(İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret
gününe, [yani Kıyamete, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana],
kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, ölüme, öldükten
sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah’tan başka ilah olmadığına ve
benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.)
[Buhari, Müslim, Nesai]
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Asıl iyilik; Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, nebilere
inanmaktır.) [Bekara 177]
(Onlar gayba [Allah'a, meleklere, kıyamete, cennete,
cehenneme görmedikleri halde] inanırlar.) [Bekara 3]
(Onlar, sana indirilene, senden önceki kitaplara ve ahirete
iman ederler.) [Bekara 4]
Bu üç âyette, Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara,
peygamberlere ve gayba inanmak bildiriliyor.
(Allah, onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir.) [Bekara
255]
(Ölümü Allah’ın iznine bağlı olmayan hiç kimse yoktur.) [Al-i
İmran 145]
(Ölüm zamanını takdir eden ancak Allah’tır.) [Enam 2]
Bu üç âyet, takdirin Allah tarafından olduğunu bildirmekte,
kadere iman etmeyi göstermektedir.
(Kendilerine bir iyilik dokununca, "Bu Allah’tan" derler;
başlarına bir kötülük gelince de "Bu senin yüzünden" derler.
"Küllün min indillah" [Hepsi Allah’tandır] de, bunlara ne oluyor ki
bir türlü laf anlamıyorlar.) [Nisa 78]
Bu âyet, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu bildirmektedir.
(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Resulü ve nebilerin
sonuncusudur.) [Ahzab 40]
Bu âyet de, Resulullahın peygamber olduğunu bildirmektedir.
Amentü’nün manası
Allah’a inanmak:
Allahü teâlânın varlığına, birliğine, Ondan başka ilah
olmadığına, her şeyi yoktan yarattığına, Ondan başka yaratıcı
olmadığına kalben inanmak, kabul etmek demektir. Âlemlere rahmet
olarak gönderdiği son Peygamberi Muhammed aleyhisselam
vasıtasıyla bildirdiği dinin hepsini kabul etmek, beğenmek demektir.
Bir âyet-i kerime meali:
(Allah’a ve ümmi nebi olan Resulüne iman edin!) [Araf 158]
Meleklere inanmak:
Melekler nurani cisimlerdir. Hiçbirinde erkeklik dişilik yoktur.
Hepsinin günahsız, emin olduğunu kabul etmek, tasdik etmek,
yaptıkları işleri beğenmek şarttır. Bir âyet-i kerime meali:
(Asıl iyilik; Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, nebilere
inanmaktır.) [Bekara 177]
Kitaplara inanmak:
Zebur, Tevrat, İncil, Kur’an ve diğer kitapların Allahü teâlâ
tarafından gönderildiğine, hepsinin hak olduğuna inanmak lazımdır.
Ancak, Kur’an-ı kerimden önceki kitapların insanlar tarafından
değiştirildiğini, Allah kelamı olmaktan çıktıklarını bilmek, bunu kabul
ve tasdik etmek demektir. Önceki kitapların hiç birisi değişmemiş
bile olsa, Allahü teâlâ tarafından nesh edildiğine yani yürürlükten
kaldırıldığına iman etmek gerekir. Bir âyet-i kerime meali:
(Onlar, sana indirilene [Kur’an-ı kerime], senden önceki
indirilen kitaplara iman ederler.) [Bekara 4]
Peygamberlere inanmak:
Peygamberlerin hepsinin Allahü teâlâ tarafından seçilmiş olup,
sadık, doğru sözlü, günahtan masum olduklarını kabul ile tasdik
etmek demektir. Onlardan birini bile kabul etmeyen, beğenmeyen
kimse, kâfir olur. Peygamberlerin ilkinin Âdem aleyhisselam ve
sonuncusunun, Muhammed aleyhisselam olduğuna iman etmek,
kabul ve tasdik etmek demektir. Peygamber efendimizin bildirdiği
dini hükümlerin hepsini, en güzel şekilde ve eksiksiz tebliğ ettiğine
inanmak, bu emir ve yasakların hepsini kabul edip, hepsini
beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Bütün Peygamberlere iman edip, hiçbirini diğerinden
ayırmayanlar Allah’ın mükafatına kavuşacaktır.) [Nisa 152]
Kaza ve kadere inanmak:
Allahü teâlânın insanlara cüzi irade verdiğini, insanların bu cüzi
iradeye göre tercih ettikleri ve yaptıkları her şeyi Allahü teâlânın
yarattığına iman etmek demektir. Hayır ve şer, her şeyi kulların talep
ettiklerini, Allah’ın da bunu dilediği takdirde yarattığını bilmek, bunu
kabul ile tasdik etmek ve beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime
meali:
(Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir
kaderdir.) [Ahzab 38]
Ahirete inanmak:
İnsanların kıyamet kopunca, dirileceklerine, hesap ve mizandan
sonra, Müslümanların Cennete, kâfirlerin Cehenneme gideceklerine
ve orada ebedi kalacaklarına iman etmek, bunu kabul etmek ve
beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Onlar [Müslümanlar], ahiret gününe iman ederler.) [Bekara 4]
Kelime-i şehadete inanmak şöyle olmalı:
Ben şehadet ederim ki, yani görmüş gibi bilirim ve bildiririm ki,
Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed
aleyhisselam Onun kulu, resulü ve son Peygamberidir. İki âyet-i
kerime meali:
(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Resulü ve nebilerin
sonuncusudur.) [Ahzab 40]
(Allah’a ve resulüne inananlara, rableri katında nurları ve
ecirleri vardır.) [Hadid 19]
İnanmak ne demek?
Sual: Müslüman olmak için Amentü’deki altı esasa inanmak
şarttır, ama inanmak ne demektir?
CEVAP
İnanmak, görmüş gibi, kabul etmek, tasdik etmek, beğenmek
demektir.
Bir insanın Müslüman olabilmesi için, iman sahibi olması, yani
dinimizin emir ve yasaklarına inanması şarttır. Yalnız inanması da
kâfi değildir; bu emirleri beğenmesi ve sevmesi de şarttır. Bu da bir
bilgi işidir. Yapıp yapmamak ayrı, bunları kabul etmek, beğenmek ve
sevmek ayrı şeydir. Yapıp yapmamak günah ve sevapla ilgili, kabul
etmek ve beğenmek imanla ilgilidir. İmanın altı esası bir bütün olup,
çok önemlidir. Ufak bir şüphe götürmez. İnandığı halde, birini bile
beğenmemek kâfirliktir.
İmanın tarifi nedir?
İmanı şöyle tarif ediyorsunuz:
"İman, Muhammed aleyhisselamın, peygamber olarak bildirdiği
şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın,
tasdik ve itikat etmektir, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik
ederse, aklı tasdik etmiş olur, resulü tasdik etmiş olmaz. Veya,
resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman peygambere
itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. İman,
Amentü’deki 6 esasa kesin olarak inanmaktır. Çünkü iyiler
övülürken, (Onlar gayba inanır) buyuruluyor."
Bu tarif, Kur'ana zıttır, Bekara suresinin 62. âyetine aykırıdır.
İman sadece Allah’a ve ahirete olması gerekir. Bu tarifin
Muhammedi tavırla hiç bir alakası yoktur.
CEVAP
(Muhammedi) ifadesi uygun değildir. Bu, Peygamber
efendimizin Allah’ın Resulü olduğuna inanmayan, Kur'anın Allah’ın
kelamı değil, Muhammed aleyhisselamın sözü olduğunu savunan
müsteşriklerin ve misyonerlerin ifadesidir. İman edilmesi gereken
hususlar sadece Bekara 62 de mi bildiriliyor? Diğer âyetleri niye
gizliyorsunuz? Güneş balçıkla sıvanmaz. İman sadece Allah’a ve
ahirete değil, Amentü’deki altı esasa inanmaktır. Bekara suresinin
3. âyetinde, gayba inanmak, görmeden inanmak övülüyor. İmanın
altı şartı da gayba inanmaktır. Çünkü hiç birisini görmüş değiliz.
Peygamberlerden sonra bütün insanların en üstünü olan
Hazret-i Ebu Bekir bu üstünlüğe kavuşup nasıl Sıddık lakabını aldı
biliyor musunuz? (Allah ne diyorsa doğrudur, Allah’ın resulü ne
diyorsa doğrudur) demesi yüzünden bu dereceye yükselmiştir.
Kâfirler, (Muhammed, Ebu Bekir’e galiba sihir yapmış, çünkü
görmeden inanıyor, bir anda onun Miraca gidip geldiğini tasdik
ediyor) diye hayrette kaldılar.
İslamiyet’i beğenmek
Sual: Bir kimse, Amentü’nün altı şartına inansa, fakat Allah’ın
emir ve yasaklarından birini beğenmese, mesela (Cehennem
lüzumsuzdur) veya (Şarabın haram edilmesi manasızdır) dese, bu
kimse, imanın şartlarının hepsini kabul ettiği için imanlı sayılmaz
mı?
CEVAP
Sayılmaz. Amentü’nün içinde Allah’a iman vardır. Allah’a
iman, bütün sıfatlarıyla birlikte ona imandır, ayrıca emir ve
yasaklarının yani İslamiyet'in doğru ve yerinde olduğuna da
inanmak şarttır. Böyle inanmayan iman etmiş sayılmaz. Demek ki,
Amentü’ye inanan kimsenin İslamiyet’i beğenmesi şarttır, çünkü
İslamiyet, Allahü teâlânın emir ve yasaklarıdır. Emir ve yasakların
birini bile beğenmemek küfür olur.
Bunun gibi hubb-i fillah, buğd-i fillah da imanın esaslarındandır.
Allahü teâlâyı sevmek de, emir ve yasaklarının hepsinin yerinde ve
güzel bulmakla olur. Allah’ı ve onun dostlarını sevmek,
sevmediklerini sevmemek de lazımdır. Bir hadis-i şerif meali:
(Allah için seven, Allah için buğzeden, Allah için veren,
Allah için yasaklayan, gerçek iman sahibidir.) [Ebu Davud]
İman herkese lazım
Sual: İman etmek akıl icabı değil midir?
CEVAP
İmanı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem ateşinde
yanacağını Peygamber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette
doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir
olduğuna inanmak gibi lazımdır. Sonsuz olarak ateşte yanmak ne
demektir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşte yanmak
felaketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lazım gelir. Bu
korkunç felaketten kurtulmak çaresini arar. Bunun çaresi ise, çok
kolaydır. (Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed
aleyhisselamın Onun son Peygamberi olduğuna ve Onun haber
verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak ve beğenmek)
insanı bu sonsuz felaketten kurtarmaktadır.
Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için
böyle bir felaketten korkmuyorum, bu felaketten kurtulmak çaresini
aramıyorum derse, buna, (İnanmamak için elinde senedin, vesikan
var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana engel oluyor?) denirse ne
cevap verecektir? Elbette hiçbir vesika gösteremiyecektir. Senedi,
vesikası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimal denir.
Milyonda, milyarda bir ihtimali olsa da, (sonsuz olarak ateşte
yanmak) korkunç felaketinden sakınmak lazım olmaz mı? Az bir aklı
olan kimse bile, böyle felaketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte
yanmak ihtimalinden kurtulmak çaresini aramaz mı? Görülüyor ki,
her akıl sahibinin iman etmesi lazımdır.
İman etmek için vergi vermek, mal ödemek, yük taşımak, zevkli
tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara katlanmak lazım değildir.
Yalnız kalb ile, ihlas ile, samimi olarak inanmak yeterlidir. Bu
inancını inanmayanlara bildirmek de şart değildir. İmam-ı Rabbani
hazretleri buyuruyor ki, (Sonsuz ateşte yanmaya inanmayanın, buna
çok az da bir ihtimal vermesi, zannetmesi akıl icabıdır). Sonsuz
olarak ateşte yanmak ihtimali karşısında, bunun yegane ve kesin
çaresi olan iman nimetinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok büyük
şaşkınlık olmaz mı?
İmandan mahrum olan
Sual: (İman edenin, neyi yok; imandan mahrum olanın neyi var
ki?) sözü, ne demektir?
CEVAP
Hüküm, neticeye göre verilir. Ebedi kâr ve zarara bakılır. Ebedi
nimetlere kavuşmanın veya ebedi azaplara düşmenin sebebi,
insanda bir hazinenin varlığına veya yokluğuna bağlıdır. Bu hazine
imandır, Müslüman olmaktır. Bu hazineye malik olanın her şeyi var
demektir. Bu hazineden mahrum kalanın da, hiçbir şeyi yok
demektir. Mesela dünyanın en fakir insanı salih bir Müslüman olsun.
Bu çok fakir Müslümana, (Dünyanın bütün servetini, her şeyin
tapusunu sana vereceğiz, dünyanın lideri de, sen olacaksın, ama;
imanını bırak) deseler. O, çok fakir Müslüman, bunu asla kabul
etmez. Demek ki, iman sahibi, dünyadaki bütün servetin satın
alamayacağı bir hazineye ve erişilemeyecek bir makama sahiptir.
Netice olarak, Allahü teâlâya iman eden kimse, o haliyle de
ölürse, ebedi Cennetliktir. Başka hiç bir şeyi olmasa da, ne önemi
var? İmandan mahrum olanın akıbeti ise, ebedi Cehennemdir.
Bütün dünya onun olsa da, neye faydası olur? Onun için bir iş
yaparken, bu işten Allahü teâlâ razı mı, değil mi ona bakmak
gerekir. O, razı ise başka hiç kimse razı olmasa da, önemi yoktur. O
razı değilse, herkes razı olsa da, beğense de, hiç kıymeti olmaz. O
halde her işte ölçümüz, Allahü teâlânın rızası olmalıdır.
Dil ile ikrar
Sual: Bir ingiliz arkadaşım var. Müslüman olmuş, namaz
kılıyormuş ama, hiç kimseye söylememiş. İngilizler Müslüman
olduğunu duyarsa, iyi gözle bakmayacaklarını söylüyor. Kitaplarda
okumuş, kalb ile tasdik, dil ile ikrar etmek gerekiyor, şimdi benim kaç
kişinin yanında Müslümanlığımı ikrar etmem gerekir diyor. İkrar
etmeden veya edemeden ölsem Müslüman sayılmaz mıyım diyor.
CEVAP
Evet iman etmek için kalb ile tasdik dil ile de ikrar gerekir.
Ancak, onun dil ile başkalarına ikrar etmesi gerekmez. İslam
ülkesinde ikrar etmesi gerekir ki, Müslüman olarak bilinsin ve
Müslümanlara yapılan muamele ona yapılsın ve Müslüman
mezarlığına defnedilsin.
İnanmak ve beğenmek
Sual: Cennete, Cehenneme ve Allah’a inanan herkes mümindir
ve Cennete gider deniyor. Böyle bir şey var mıdır?
CEVAP
Çok yanlış bu! Şeytan da Allah’a inanıyor, o da Cennete
Cehenneme inanıyor. Hatta imanın diğer şartlarına da inanıyor.
Meleklere inanıyor, Peygamberlere inanıyor, gönderilen kitaplara
inanıyor. Öldükten sonra dirilmeye inanıyor. Hesaba, kitaba inanıyor
yani bunları biliyor. Demek ki Amentü’ye sadece inanmakla, bunları
bilmekle iman olmuyor. Amentü’de bildirilen altı esasa inanmakla
birlikte, Allahü teâlâ tarafından bildirilen emir ve yasakların tamamını
kabul etmek ve hepsini beğenmek de şarttır. Birini bile beğenmeyen
müslüman olamaz. Bir de, Hubb-i fillah, buğd-i fillah ile gayba iman
var. Yani Allah dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek ve
gayba inanmak gerekir. Tersi, yani Allah dostlarını düşman,
düşmanlarını da dost bilen ve gayba inanmayan kimse mümin
olamaz.
Demek ki Amentü’ye şeytan da inanıyor, hepsini teker teker
biliyor. Ancak şeytan, inandığı, teker teker bildiği bu şeyleri kabul
etmiyor, beğenmiyor ve Allah dostlarını düşman, düşmanlarını da
dost biliyor. Şeytan gibi bilen ve inanan kimse mümin olmaz.
En faziletli iman
Sual: En faziletli iman nedir?
CEVAP
İmanın altı şartına inanıp, hubb-i fillah ve buğd-i fillah ile gayba
inandıktan sonra, hep Allahü teâlâyı hatırlamak, her işini dine uygun
olarak, Allah için yapmaktır. Bir hadis-i şerif meali:
(En faziletli iman, nerede olursan ol, Allahü teâlânın seninle
beraber olduğunu bilmendir.) [Taberani]
İman mahlûk mudur?
Sual: İman mahlûk mudur, yani sonradan mı yaratılmıştır?
CEVAP
İslam âlimleri buyuruyor ki: İman, Allahü teâlânın hidayeti
olması bakımından mahlûk değildir; fakat kulun tasdik ve ikrar
etmesi bakımından mahlûktur. İş sahibi, işi yaratan değil, bu işi
yapandır. İnsan, mahlûk olduğu gibi, insanın küfrü de, imanı da
mahlûktur. (Milel ve Nihal)
İmanın ve İslam’ın şartları
Sual: Her müslümanın bilmesi gereken zaruri iman bilgilerini
kısaca bildirir misiniz?
CEVAP
Zaruri gereken iman bilgisi, imanın ve İslam’ın şartlarıdır.
Kısaca aşağıda bildiriyoruz. Geniş olarak Amentü’nün esasları
kısmında bilgi var.
İmanın şartları şunlardır:
1- Allah’a inanmak
Allahü teâlâ, vacib-ül-vücud [varlığı lazım olan] ve hakiki mabud
ve bütün varlıkların yaratıcısıdır. Ondan başka ilah yoktur. Allahü
teâlâ zamandan, mekandan münezzehtir. Hiçbir şeye benzemez.
Allahü teâlânın, sıfat-ı zatiyyesi altıdır:
Vücud,
Kıdem,
Beka,
Vahdaniyyet,
Muhalefet-ün lil-havadis,
Kıyam bi-nefsihi.
[Vücud var olmak, Kıdem varlığının öncesi olmamak, Beka
varlığı sonsuz olmak, hiç yok olmamak, Vahdaniyyet ortağı, benzeri
olmamak, Muhalefet-ün lil-havadis hiçbir şeyinde, hiçbir mahlûka,
hiçbir bakımdan benzememek, Kıyam bi-nefsihi varlığı kendinden
olmak, hep var olması için, hiçbir şeye muhtaç olmamaktır.]
Sıfat-ı sübutiyyesi de sekizdir:
Hayat,
İlm,
Sem’,
Basar,
Kudret,
İrade,
Kelam,
Tekvin.
[Hayat diri olmak, ilm bilmek, sem’ işitmek, basar görmek,
kudret gücü yetmek, irade istemek, kelam söylemek, tekvin
yaratmaktır.] Bu sıfatları da kadimdir.
2- Meleklere inanmak
Melekler, hayat sahibi, diri, nurani yaratıklar olup, akıl sahibidir.
Allahü tâlânın sevgili ve kıymetli kullarıdır, ortakları ve kızları
değildir. Allahü teâlânın emirlerine itaat ederler, isyan etmezler.
Günah işlemezler. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka
işleri yoktur. Erkek ve dişi değildir. Evlenmezler, doğurmazlar,
çoğalmazlar, çocukları olmaz, yiyip içmezler. Meleklerin kanatları
var, ama, nasıl olduğunu bilemeyiz.
Her insanın bütün işlerini yazan meleklere, Kiramen katibin
denir. Sual meleklerine Münker ve Nekir denir. Meleklerin en
üstünleri şunlardır: Cebrail, İsrafil, Mikail, Azrail.
3- Kitaplara inanmak
Allahü teâlânın gönderdiği kitaplar çoktur. Din kitaplarımızda
bildirilen ise, 104 kitaptır. Bunlardan 100’ü küçük kitaptır. Bu küçük
kitaplara suhuf denir.
100 suhuf şu Peygamberlere inmiştir:
10 suhufu, Âdem aleyhisselama,
50 suhufu, Şit aleyhisselama,
30 suhufu, İdris aleyhisselama,
10 suhufu, İbrahim aleyhisselama.
Dört büyük kitap ise şu Peygamberlere inmiştir:
Tevrat, Musa aleyhisselama,
Zebur, Davud aleyhisselama,
İncil, İsa aleyhisselama,
Kur'an-ı kerim, Peygamber efendimiz Muhammed
aleyhisselama.
Kur'an-ı kerim, bütün ilahi kitapların hükümlerini nesh etmiş,
yani yürürlükten kaldırmış ve bu hükümleri kendisinde toplamıştır.
Bugün, bütün insanların Kur'an-ı kerimin emrine uymaları lazımdır.
Kur’an-ı kerimde de (Resulüme uyun) buyuruluyor. Şu halde,
hadis-i şeriflere de uymak gerekir. Şimdi, hiçbir memlekette, hakiki
Tevrat ve İncil yoktur. Bozulmuş İnciller vardır. Bu kitaplar sonradan
tahrif edilmiş, yani insanlar tarafından değiştirilmiştir. Bozulmamış
olsaydı bile, geçerliliği yoktu, hepsi Allahü teâlâ tarafından nesh
edilmiş yani yürürlükten kaldırılmıştır.
Kur'an-ı kerimin gelmesi âyet âyet olmuş ve 23 senede
tamamlanmıştır. Kur'an-ı kerim, kıyamete kadar geçerlidir. Geçersiz
olmaktan ve insanların değiştirmelerinden korunmuştur. Kur'an-ı
kerimde eksiklik veya fazlalık olduğuna inanan, Allahü teâlâya
inanmamış olur.
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(Kur’anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr
9]
(Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden,
ardından [hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave
ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği hüküm ve
hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42]
4- Peygamberlere inanmak
Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam ve sonuncusu, bizim
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdır. Bu ikisinin arasında,
çok Peygamber gelmiş ve geçmiştir. Sayıları belli değildir. 124
binden çok oldukları meşhurdur.
Peygamberlere iman etmek, aralarında hiçbir fark görmeyerek,
hepsinin Allahü teâlâ tarafından seçilmiş sadık, doğru sözlü
olduklarına inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse,
hiçbirine inanmamış olur.
Âdem aleyhisselamdan, son Peygamber Muhammed
aleyhisselama kadar bütün Peygamberler, hep aynı imanı bildirmiş,
ümmetlerinden aynı şeylere iman etmelerini istemişlerdir. Yahudiler,
Musa aleyhisselama inanıp, İsa aleyhisselama ve Muhammed
aleyhisselama inanmazlar. Hıristiyanlar, İsa aleyhisselama inanıp,
Muhammed aleyhisselama inanmazlar. Müslümanlar ise, bütün
Peygamberlere inanırlar yani kabul ederler.
Peygamberlerin sıfatları şunlardır:
Emanet [emindir],
Sıdk [her işi doğrudur, yalan söylemez],
Tebliğ [Dini eksiksiz bildirir],
Adalet [her işte hakkı gözetir],
İsmet [günah işlemez],
Fetanet [çok akıllı, anlayışlı, zeki],
Emnül-azl [peygamberlikten azledilmez yani peygamberlik
ellerinden alınmaz.]
Allahü teâlâ, ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem
aleyhisselamdan beri, her bin senede din sahibi yeni bir Resul
vasıtası ile, insanlara dinler göndermiştir. Bunlar aracılığı ile,
insanların dünyada rahat ve huzur içinde yaşamaları ve ahirette de
sonsuz saadete kavuşmaları yolunu bildirmiştir. Kendileri ile yeni bir
din gönderilen Peygamberlere (Resul) denir. Resullerin büyüklerine
(Ülülazm) Peygamberler denir. Bunlar, Âdem, Nuh, İbrahim,
Musa, İsa ve Muhammed aleyhimüssalatü vesselamdır.
Yeni bir din getirmeyip, insanları, daha önceki dine davet eden
Peygambere Nebi denir.
Peygamber efendimizden sonra, hiç Peygamber gelmeyecektir.
Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Resulü ve
Peygamberlerin sonuncusudur.) [Ahzab 40]
5- Ahiret gününe inanmak
Herkes öldükten sonra dirilecek, hesaptan sonra Cennet veya
Cehenneme gidecektir. Cennet ve Cehennem şimdi vardır. İkisi de
sonsuzdur. Müslümanlar Cennette ebedi, kâfirler de Cehennemde
ebedi kalacaklardır.
Kıyametin ne zaman kopacağı bildirilmedi. Fakat, Peygamber
efendimiz kıyametin birçok alametlerini ve başlangıçlarını haber
verdi:
Hazret-i Mehdi gelecek, İsa aleyhisselam gökten inecek, Deccal
çıkacak. Yecüc Mecüc denilen kimseler her yeri karıştıracak. Güneş
batıdan doğacak. Büyük depremler olacak. Din bilgileri unutulacak,
kötülük çoğalacaktır.
6- Kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak
İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zararın hepsi, Allahü
teâlânın takdir etmesi iledir.
Kader, Allahü teâlânın ezeli ilmi ile, insanların ve diğer
mahlûkatın yapacağı işleri bilmesi ve dilemesidir. Bunun
yaratılmasına kaza, ikisine birden kaza ve kader denir.
Her şeyi ve insanların iyi, kötü her işini Allahü teâlâ yaratıyor ise
de, insanlara İrade-i cüziyye vermiştir. İnsan, irade-i cüziyyesini
kullanarak iyilik yaratılmasını isterse sevap, kötülük yaratılmasını
isterse günah kazanır. İnsan günah işlerse cezasını, sevap işlerse
mükafatını görür. Yani Allahü teâlâ hiç kimseye zorla günah
işletmez.
İslam’ın Şartları
1- Kelime-i şehadet getirmek
[Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden
abdühü ve resulühü] demek. Manası şudur:
(Ben şehadet ederim ki, [Yani görmüş gibi bilirim ve bildiririm ki]
Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed
aleyhisselam Onun kulu ve resulüdür.) [Resulullaha inanmak
demek, Onun bildirdiklerinin tamamını kabul etmek, inanmak ve
hepsini beğenmek demektir.]
2- Namaz kılmak
Akıl baliğ olmuş yani ergenliğe girmiş akıllı her müslümana
günde beş vakit namaz kılmak çok önemli bir farzdır. Namaz dinin
direğidir. Namaz kılmamak en büyük günahlardan biridir.
Kılmayanın imanla ölmesi çok zordur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Namaz kılan kıyamette kurtulur, kılmayan perişan olur.)
[Taberani]
3- Zekat vermek
Nisap miktarı yani borçlarını düştükten sonra alacaklarıyla
beraber elinde 96 gram değerde, para veya ticaret malı olanın kırkta
birini zekât vermesi farzdır. Meyve ve tarla mahsulünün de onda
birini fakire vermek farzdır. Bu onda bir zekâta da uşur denir.
(Zekat vermeyene Allahü teâlâ lanet eder.) [Nesai]
4- Oruç tutmak
Ramazan ayında, bir ay oruç tutmak farzdır. Tutmamak büyük
günahtır.
5- Hac etmek
Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride
bıraktığı çoluk-çocuğunu geçindirmeye yetişecek maldan fazla kalan
para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kere, Kâbe-i
şerifi tavaf etmesi ve Arafat’ta durması farzdır.
İnandım demek yeter mi?
Sual: Hadis-i şeriflerde Kelime-i şehadeti getiren Müslüman olur
deniyor. Bir kimse, inanmadan kelime-i şehadet söylese veya
inansa, ancak Amentü’deki esaslara inanmasa yine Müslüman
mıdır?
CEVAP
İman tarif edilirken, dil ile ikrar kalb ile tasdik deniyor. Kalb ile
tasdik etmedikçe Müslüman olamaz.
Kelime-i şehadet, Allahü teâlânın var ve bir olduğuna, Ondan
başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın Allah Resulü
ve son Peygamberi olduğuna ve bildirdiklerinin hepsine inanmak,
hepsini beğenmek demektir. Yoksa, tarihi bir olayı anlatır gibi, öyle
bir Peygamber vardır demek değildir. Ben O yüce Peygambere ve
bildirdiklerinin hepsine iman ettim, hepsini beğendim, hepsi
doğrudur, yanlış olma ihtimali yoktur diye kesin inanmak demektir.
Dolayısıyla, Amentü’deki bütün esaslara inanması gerekir.
İnanmadıkça, hatta inanıp da beğenmezse yine Müslüman olamaz.
İmanın şartlarının birini kabul etmeyen veya dindeki meşhur bir
farzı, bir sünneti veya bir haramı kabul etmeyen, beğenmeyen de
Müslüman olamaz. İslamiyet’i bir bütün olarak kabul etmesi ve
beğenmesi gerekir.
Hadis-i şerifler, İslam âlimlerinin açıklaması olmadan okunup
anlamaya çalışılırsa tehlikeli olur, insanı küfre kadar götürür. Mesela
aşağıdaki hadis-i şerifi, yukarıdaki açıklamalar dahilinde anlamak
gerekir:
(Rab olarak Allahü teâlâya, din olarak İslâm'a, [son] Resul
olarak Muhammed aleyhisselama [Onun bildirdiklerinin hepsine]
inanıp razı olan, beğenen kimse [Müslüman’dır ve bu imanla
ölürse] Cenneti hak eder.) [Müslim, Nesai]
İnanmak ve beğenmek
Sual: Bir kimse, Amentü’deki imanın şartlarına inansa ve dille
de söylese, ama bazı Müslümanları sevmese, bazı gayrimüslimleri
sevse veya dinin emirlerinden bazılarını, kabul etmekle beraber
beğenmese, imanına zararı olur mu?
CEVAP
Bunları yapan kimse, Müslümansa kâfir olur. Mesela,
(Kapanmanın Allah'ın emri olduğunu biliyorum, ama bu hüküm eski
asırlar için geçerliydi, günümüzde tesettüre gerek yok) demek veya
(Hristiyanların kâfir olması, o zamana aittir, günümüzdekiler kâfir
değildir) demek yahut (Hazret-i Osman’ı sevmem, ama Ebu Leheb
kâfir de olsa, Peygamber efendimizin amcası olduğu için onu
severim) demek küfürdür, çünkü imanın esası, temeli Allah'ın
dostlarını [Müslümanları] sevmek ve düşmanlarını [kâfirleri]
sevmemektir. Çünkü Peygamber efendimiz, (İmanın temeli,
Allah’ın dostlarını sevmek ve Onun düşmanlarını sevmemektir)
buyuruyor. (İ. Ahmed)
Hadis-i şerifte bildirilenin aksini yapan yani, Ebu Leheb’i seven,
Hazret-i Osman’ı sevmeyen, imanın temelini dinamitlemiş ve İslâm
binasını yıkmış olur.
Allahü teâlâ, dinimizde eksiklik bırakmadığını, Kur'an-ı
kerimdeki hükümlerin Kıyamete kadar devam edeceğini bildirirken,
(Tesettür, eski insanlar içindi) ve (Eski Hristiyanlar kâfirdi, şimdikiler
Müslümandır) demek, Allah'ın emrini beğenmeyip değiştirmek olur.
Bu ise küfürdür.
Doğru iman ve imanı korumak
Sual: Ahirette kurtulmak neye bağlıdır?
CEVAP
Bazıları Allah’a inanan herkesin Cennete gideceğini sanıyor. Bu
çok yanlıştır. Amentü’deki altı esastan birine inanmayanın imanı
geçersizdir. Bunun için inanmak değil, doğru inanmak önemlidir.
Ahirette kurtulmak, ibadetin çok olmasına değil, doğru imana
bağlıdır. İhlaslı ameli az da olsa, hatta hiç ameli olmasa, zerre kadar
doğru imanı olsa yine Cennete girer. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor
ki:
(Kalbinde zerre kadar imanı olan Cehennemde kalmaz.)
[Buhari, Müslim]
Dünyadan herkes ahirete yolculuk yapıyor. Herkes bir vasıtaya
binip gidiyor. Bir vasıtaya binmek değil, doğru vasıtaya binmek
önemlidir. Yanlış vasıtaya binen, istediği yere değil, vasıtanın gittiği
yere gider. Kâbe’ye gitmek için niyet edip Paris’e giden uçağa
binen, niyeti halis olsa da Kâbe’ye varamaz.
Allahü teâlâ, doğruyu azıcık merak edene, doğruyu arayana
doğru yolu yani hakiki İslamiyet’i nasip edeceğine söz vermiştir.
[Ankebut 69, Şûra 13], Allah sözünden dönmez. (Al-i imran 9)
Demek ki bâtıl yollardaki insanlar istemek bir yana merak bile
etmiyorlar. Allahü teâlâ rızka kefildir ama imana kefil değildir. Doğru
iman sahibi olmaya çalışmalıdır. İtikadı düzeltmeden önce ibadet
etmenin faydası olmaz. Doğru itikad, ehl-i sünnet itikadıdır. Doğru
itikad 1 rakamı gibidir. İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır rakamı
gibidir. Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne
kadar 0 konursa değeri artar. 1 çekilirse hepsi 0 olur. İhlassız, yani
riya ile yapılan ameller de, soldaki sıfır gibi yani 1 rakamının soluna
konan sıfır gibi değersizdir. İtikad doğru olunca ibadetleri arttırmak,
insanın gayretine, ihlasına, ilmine bağlıdır. İstediği kadar artırır.
Ancak, doğru itikadı, yani ehl-i sünnet itikadı yoksa ibadetlerinin hiç
faydası olmaz, soldaki sıfır gibi değersizdir.
Mutezile ve benzeri akılcı gruplara göre ibadetler imandan bir
parçadır. Onlara göre günah işleyen ve farzları yapmayan kâfir olur,
yani iman X amel diyorlar. Bunlardan birisi sıfır olursa netice de sıfır
olur diyorlar. Yani imansız amel de amelsiz iman da makbul değil
diyorlar. Ehl-i sünnete göre, amelsiz iman makbul, imansız amel
makbul değildir. Ehl-i sünnete göre amel X ihlas denebilir. Ancak
amel işlemeden, (Param olsaydı şu fakire yardım ederdim diye
ihlasla düşünen de, vermediği halde, amel işlemediği halde ihlaslı
niyetinden dolayı sevaba kavuşur. Bir kimsenin ihlası ne kadar
çoksa, amel ile çarpılınca netice büyük olur. Bizim ihlasımız 1 ise,
bin fakire birer ekmek versek, 1x1000 = bin sevap eder. Eshab-ı
kiramın ihlası çok kuvvetli olduğu için, mesela onların ihlası 1 milyon
olsun, bir fakire bir ekmek verse bir milyon sevap alır. Nitekim hadisi
şerifte buyuruluyor ki:
(Yemin ederim ki, bir kimse, Uhud dağı kadar altın sadaka
verse, eshabımdan birinin bir avuç kadar arpa sadakasının
sevabına kavuşamaz.) [Buhari]
Eshab-ı kiramın imanları çok kuvvetli ve ihlasları çok fazla
olduğu için böyle sevaplara kavuşuyorlar. Eshab-ı kiramdan biri
diğerinden daha yüksek idi. Bunun için Hazret-i Ebu Bekir’in verdiği
bir avuç hurmanın sevabı, diğer sahabeden birinin vereceği sevap
arasında dağlar kadar fark vardır. Bir hadis-i şerifte de buyuruluyor
ki:
(Benden sonra, Eshabımın ihtilaf edecekleri meseleler
hakkında sual ettim. Rabbim bana “Senin eshabın benim
yanımda gökteki yıldızlar gibidir. Bazısı diğerinden daha
parlaktır. Onlardan birisine uyan hidayet üzerindedir” buyurdu.)
[Deylemi]
Sual: İmanın doğru olması için gerekli şartlar nelerdir?
CEVAP
İman doğru olmadıkça, ibadetlere sevab verilmez. Onun için,
doğru imanı öğrenip ona göre iman etmek şarttır. İmanın doğru
olması için gerekli şartlardan bazıları:
1- İmanda sabit olmak:
Üç yıl sonra İslamiyet’i bırakıp Hıristiyan olacağım diyen, o anda
dinden çıkıp kâfir olur.
2- Havf ve reca arasında olmak:
Allah’ın azabından korkup, rahmetinden ümit kesmemek
gerekir.
3- Can boğaza gelmeden iman etmek:
Ölürken, ahiret hallerini gördükten sonra kâfirin imanı geçerli
olmaz; fakat o anda da, müslümanın günahlardan tevbesi kabul
olur.
4- Güneş batıdan doğmadan önce iman etmek:
Güneş batıdan doğunca tevbe kapısı kapanır.
5- Gaybı yalnız Allahü teâlâ bilir:
Allah’ın bildirdiğini peygamberin veya evliyanın da
bilebileceğine inanmak gerekir.
6- Kâfirliğe sebep olan bir şeyi kullanmamak ve
söylememek:
Mesela haç takmamak, şakadan da olsa, ben kâfirim dememek
gerekir.
7- Dini bir hükümde şüphe etmemek:
Mesela namaz ve tesettür farz mı, şarap haram mı diye
tereddüt etmemek gerekir.
8- İtikadını İslam dininden almak:
Tarihçilerin, felsefecilerin değil, Resulullahın bildirdiği ve Ehl-i
sünnet âlimlerinin açıkladığı şekilde iman etmek.
9- Amentü’deki altı esasa inanmak:
Hayrın, şerrin ve her şeyin Allah’tan olduğuna inanmak gerekir.
İnsanda irade-i cüziye vardır. İşlediği günahlardan mesuldür. İmanın
şartını beşe indiren ve yediye çıkaran sapıklar varsa da, imanın
şartlarından herhangi birini inkâr eden veya yeni şart ilave eden kâfir
olur.
10- Hubb-i fillah, buğd-i fillah üzere olmak:
Sevgi ve nefreti yalnız Allah için olmak. Allah düşmanlarını
sevmek, onları dost edinmek, Allah dostlarına düşman olmak küfrü
gerektirir. Mesela Sokrat’ı sevmek, imam-ı Gazali’ye düşman olmak
gibi.
11- Ehl-i kitabın da cehennemlik olduğuna inanmak:
Onların cennete gireceğine inanan kâfir olur.
12- Ehl-i sünnet vel cemaate uygun itikad etmek:
Bu itikattan bazıları şunlardır:
1- Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. (Allah Arş’a
oturdu) demek küfürdür.
2- Allahü teala hiçbir şeye benzemez. Mesela eli var, ayağı var,
yürür iner, çıkar gibi insanlara benzetmek küfür olur.
3- Muhammed aleyhisselam son peygamberdir. Ondan sonra
peygamber gelmez. (Nebi gelmez; ama resul gelir) gibi şeyler
söylemek küfürdür.
4- Ehl-i kıbleye [namaz kılan Müslümana], işlediği günahlardan
dolayı kâfir dememek. İbadetler, imandan parça değildir. Yani ibadet
etmeyen ve günah işleyen mümine kâfir denmez. Allahü teâlâ,
küçük günaha azap edebilir, büyük günahları affedebilir.
5- Cennetteki Müslümanların Allahü teâlâyı göreceğine
inanmak. Mutezile buna inanmaz.
6- İman ya vardır, ya yoktur, artıp eksilmez. Parlaklığı, kuvveti
artıp eksilir.
7- Kur’an-ı kerim mahlûk [yaratık] değildir.
8- Mest üzerine mesh etmek caizdir. Caiz değil diyen Ehl-i
sünnet olamaz.
9- Miracın ruh ve bedenle birlikte olduğuna inanmak.
10- Mucize ve keramet haktır.
11- Sahabenin hepsini sevip, hiçbirini kötülememek; çünkü
hepsi cennetliktir. (Hadid 10)
12- Ebu Bekr-i Sıddık, Eshab-ı kiramın en üstünüdür.
13- Ruh ölmez. Kâfir ve müslüman ölülerin ruhları işitir.
14- Kabir ziyareti caizdir. Kabirdeki peygamber, şehit ve evliya
zatlardan yardım istemek caizdir.
15- Kabir suali ve kabir azabı haktır. Kabir azabı ruh ve bedene
olacaktır.
16- Şefaate, sırata, hesaba ve mizana inanmak.
17- Okunan Kur’an-ı kerimin ve verilen sadakanın sevabını
ölülere bağışlamanın caiz olduğuna, bu sevabların ve duaların
ölülere ulaşarak, azaplarının azalmasına veya kalkmasına sebep
olacağına inanmak.
18- Öldürülen, intihar eden eceliyle ölmüştür.
19- Peygamberler küçük büyük, hiçbir günah işlemez.
20- Cennet ve cehennem ebedi yani sonsuzdur. Cennet ve
cehennem şu anda vardır. Günahkâr müminler, cehennemde
sonsuz kalmaz, kâfirler sonsuz kalır.
21- Bugün için dört hak mezhepten birinde olmak. Birinde
bulunmayan Ehl-i sünnetten ayrılır. (Dürr-ül-Muhtar haşiyesi)
22- Kıyamet alametlerinden olan Deccal, Dabbet-ül-arz, Hazreti
Mehdi’nin geleceğine, Hazret-i İsa’nın gökten ineceğine, güneşin
batıdan doğacağına ve diğer bildirilenlere inanmak.
23- Sultana, halifeye isyan caiz değildir. (Bu bilgiler, Fıkh-ı
ekber, Nuhbet-ül-leali, R. Nasihin, Mektubat-ı Rabbani, F.
Fevaid’den alındı.)
İmanından şüphe etmek
Sual: Kitaplarda, (Şimdi imanım var mı veya imanım devam
edecek mi diye şüphe etmek küfür olur) denirken, (Son nefeste
imansız gitmekten korkmak gerekir, korkmayan imansız gider) de
deniyor. Bunların ikisi aynı değil mi?
CEVAP
Hayır, aynı değildir. İbadetleri yapan kimse, imanının
bozulmasında şüphe eder ve günahım çoktur, ibadetlerim beni
kurtarmaz diye düşünürse, imanının kuvvetli olduğu anlaşılır.
İmanının devam edeceğinden şüphe eden kâfir olur. Şüphe etmeyi
beğenmezse, mümin olduğu anlaşılır. (Bezzaziyye)
İmanı olduğundan veya imanının hep devam edeceğinden
şüphe etmek caiz değildir, küfür olur. Mümin şimdiki ve gelecekteki
imanı hakkında hiç şüphe etmemeli, ölünceye kadar imanlıyım
demelidir.
Son nefes için ise, korku ve ümit arasında olmalı. Son nefeste
imansız gitmekten korkmak, şüphe değil iman alametidir. Ehl-i
sünnet âlimleri, (Son nefeste imansız gitmekten korkmayan,
imansız ölür) buyurmuştur; çünkü son nefese kadar bu imanı
muhafaza edip etmeyeceğimiz belli değildir. Bunun için, daima
korku içinde yaşamak, haramlardan kaçmak, dinimizin bütün
emirlerini yapmak ve Allah’ın rahmetinden de ümit kesmemek
gerekir.
İmanı korumak için
Sual: En kıymetli nimet iman olduğuna göre, bunu korumak için
ne yapmak gerekir?
CEVAP
İmanı korumak için şunlara uymak gerekir:
1- Gayba iman etmiş olmalı. Melekleri, Cenneti, Cehennemi
gösterseler, gözümüzle gördüğümüz için, "Cennet, Cehennem
vardır" demek iman olmaz. Gayri müslimlerin hepsi, ölürken Cenneti
Cehennemi görüp, "İman ettik" diyecekler; ama kabul olmayacaktır.
Müminler övülürken, (Onlar gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara
3)
2- Gaybı yalnız Allahü teâlânın bildiğine inanmaktır.
Peygamber, melek, cin gaybı bilmez. Ancak Allahü teâlâ dilerse,
bildirebilir. Bu bakımdan mucizeyi, kerameti inkâr etmek caiz
değildir.
3- Haramı haram, helali helal bilmek yani kabul etmek. Kasten,
harama helal, helale haram diyen dinden çıkar.
4- Allahü teâlânın azabından emin olmamak ve gazabından çok
korkmak gerekir. Kur’an-ı kerimde, Rabbin azabından korkanların,
Onun azabından emin olmadığı bildiriliyor. (Mearic 27-28)
5- Bir insan ne kadar çok günah işlerse işlesin, kendini garanti
Cehennemlik bilmemeli. Bir hadis-i kudsi meali:
(Kulum, göklere ulaşacak günah işlese; fakat rahmetimden
ümidini kesmeyip, benden mağfiret dilerse, affederim.) [Tirmizi]
Bir âyet meali:
(De ki, ey çok günah işlemekle haddi aşan kullarım, Allah’ın
rahmetinden [bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Çünkü
Allah, [iman ehlinin] bütün günahlarını hiç şüphesiz affeder.
Elbette O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.)
[Zümer 53]
6- Allah’ın azabından emin olmamalı, rahmetinden de ümit
kesmemeli! Bir hadis-i şerif meali:
(Mümin havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunursa,
Allahü teâlâ, o kuluna ümit ettiğini verir ve korktuğundan onu
emin kılar.) [Tirmizi]
7- Hubb-i fillah, buğd-i fillah üzere olmak. Yani sevdiğini Allah
için sevmek, sevmediğini de Allah için sevmemektir. Bu, imanın
temelidir. Bir hadis-i şerif meali:
(İmanın temeli Müslümanları sevmek ve Allah düşmanlarını
sevmemektir.) [İ. Ahmed]
Cenab-ı Hak, Hazret-i İsa’ya buyurdu ki:
(Yer ve göklerdeki bütün mahlûkatın ibadetlerini yapsan,
dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe,
hiç faydası olmaz.) [K.Saadet]
8- İmanın makbul olması ve korunması için gerekli şartlardan
bazıları da şunlardır:
Allahü teâlâ, vacib-ül-vücud ve hakiki mabud ve bütün
varlıkların yaratıcısıdır.
Dünya ve ahiret âleminde bulunan her şeyi, maddesiz,
zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü
teâlâdır.
Tevekkül farzdır.
Zaruri olarak ve icma ile bilinen, inanılacak şeylerde, kıyas
olmaz. Bunlarda ictihad veya kıyas edip yanılan kâfir olur. Zaruri
olarak ve icma ile bildirilmemiş olan iman bilgilerinde ictihad edip de
yanılan, kâfir olmaz ise de, bid'at sahibi olur.
İman artıp eksilmez. Yani iman edilmesi gereken şeyler
yönünden artıp eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden parlaklığı,
kuvveti artıp eksilir. Müminler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine
eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdır.
İtikadını İslam dininden almak. Resulullah efendimizin bildirdiği
şekilde iman etmek.
Günah işleyen, fakat tevbe etmeden mümin olarak ölen kimseyi
Allah dilerse ona Cehennemde azap eder, dilerse affeder ve hiç
azaba uğratmaz.
Melekler, kâfirlerin dediği gibi, Allahü teâlânın ortakları veya
kızları değildir. Günah işlemezler. Meleklerde erkeklik dişilik yoktur.
Kur’an-ı kerimdeki veya diğer din kitaplarımızdaki dini bir
hükümden şüphe etmemek: Mesela tesettür acaba farz mı diye
şüphe etmemek.
Helal da haram da rızktır. Herkes kendi rızkını yer, kimse
kimsenin rızkını yiyemez.
Elfaz-ı küfürden bir sözü, anlamını kabul etmese de söyleyen
kâfir olur. [Yani şaka olarak veya güldürmek için söylese yine küfür
olur. Mesela şakadan ben peygamberim dese küfür olur.]
Sarhoş iken, elfaz-ı küfrü söyleyene kâfir dememelidir.
Bu kâinat sonradan yaratılmıştır. [Felsefeciler, bunu kabul
etmiyor, kâinat böyle gelmiş, böyle gider diyerek kâfir oluyorlar.]
Ehl-i kıbleyi tekfir etmemek, yani namaz kılan müslümana
işlediği günahlardan dolayı kâfir dememek. [Ehl-i kıble denilen
kimsenin bir inanışı, manası çok açık olan kati bir delile zıt ise, küfür
olur. Böyle bir kimse, namaz kılsa da, her ibadeti yapsa da kâfir
olur.]
Tasavvufu inkâr etmemek. (Avarif-ül-mearif)
Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Hazret-i Ebu
Bekir, sonra sırası ile diğer üç halifedir.
Eshab-ı kiramın hepsi Cennetliktir. (Hadid suresi 10)
Allahü teâlânın Eshab-ı kiramdan razı olduğu Kur’an-ı kerimde
bildiriliyor. Onlardan birini kötülemek, bu âyet-i kerimelere
inanmamak olur. (Tathir-ül-cenan)
İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zararın hepsi, Allahü
teâlânın takdir etmesi iledir.
Kader, Allahü teâlânın ezeli ilmi ile, insanların ve diğer
mahlûkatın yapacağı işleri bilmesi ve dilemesidir. Bunun
yaratılmasına kaza, ikisine birden kaza ve kader denir.
Allahü teâlâ, dilediğini bir lütuf olarak hidayete ulaştırır.
Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Çünkü
insanların işlerini Allahü teâlâ yaratır, fakat insana da irade-i cüziye
vermiş, yaptığından sorumlu tutmuştur.
Öldürülen de, intihar eden de eceliyle ölmüştür. Ecelsiz ölüm
olmaz. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Hiç kimse, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.)
[Araf 34]
İntihar eden müslümanın namazı kılınır. (Dürr-ül-muhtar)
Öldükten sonra herkes dirilecektir.
Kabir suali kabirde ruhun cesede iadesi ve kâfirler ile günahkâr
müminler için kabir azabı vardır.
Müminlerin, Cennete girmesi Allah’ın fazlındandır. Çünkü kimse
ameliyle Cenneti hak edemez.
İnsanlar, dirilince hesaba çekileceklerdir. Ameller mizanda
tartılacaktır.
Peygamberler, âlimler ve salihler, günahkârlara şefaat
edecektir. Peygamber efendimizin şefaati büyük günah
işleyenleredir. Dağlar kadar büyük günahı olanlar da, az veya çok
şefaate kavuşacaktır. Affa ve şefaate kavuşanlardan başka bütün
günahkârlar, günahlarının cezalarını çekeceklerdir. Hadis-i şerifte
buyuruldu ki:
(Her peygamberin, müstecab [kabul olan] bir duası vardır.
Ben duamı, ümmetime şefaat etmek için ahirete sakladım.)
[Buhari]
Şefaati inkârdan sakınmalı. Çünkü hadis-i şerifte, (Şefaatime
inanmayan, ona kavuşamaz) buyuruldu. (Şir’a)
Kıyamet alametlerine inanmak: Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Şu alametler çıkmadan kıyamet kopmaz: Güneş batıdan
doğar, üç yer batar, İsa gökten iner, Duman, Dabbetül arz,
Deccal, Yecüc Mecüc ve Aden’den bir ateş çıkar.) [Müslim]
Hazret-i Mehdinin geleceğine inanmak da, Ehl-i sünnet
itikadındandır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kıyamet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evladımdan
birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim
babamın ismi gibi olur. Ondan önce dünya zulümle dolu iken,
onun zamanında adaletle dolar.) [Tirmizi, İ. Asakir]
[Bu bilgilerin hepsi, Fıkh-ı ekber, Emali, R. Nasıhin, Mektubatı
Rabbani, Feraidül fevaid kitaplarından alınmıştır. Başka
kitaplardan alınanların ise kaynağı sonunda bildirildi.]
Doğru itikadın önemi
Sual: İtikad üzerinde çok durmanızın sebebi nedir?
CEVAP
Çünkü, itikadı düzeltmeden önce ibadet etmenin faydası olmaz.
Doğru itikad, ehl-i sünnet itikadıdır. Doğru itikad 1 rakamı gibidir.
İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır rakamı gibidir. Bir sıfır konunca
10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri
artar. 1 çekilirse hepsi 0 olur. İhlassız, [riya ile] yapılan ameller de,
soldaki sıfır gibi yani 1 rakamının soluna konan sıfır gibi değersizdir.
Ehl-i sünnet itikadı yoksa ibadetlerinin hiç faydası olmaz, soldaki
sıfır gibi değersizdir. İşte bu kadar önemli olduğu için Ubeydullah-i
Ahrar hazretleri (Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız
düzgün değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün çirkinlikleri verseler
itikadımız düzgün ise, hiç üzülmeyiz) buyuruyor.
İtikadı düzgün olan
Sual: İtikadı düzgün Müslümanlar Cehenneme girmez deniyor.
Günahları ne olacaktır?
CEVAP
Haramlardan kaçan ve ibadetlerini yapan Müslüman Allah’ın
dostudur. Allah dostunu Cehenneme koymaz. Bir hadis-i şerif meali
şöyledir:
(Vallahi, Allah dostunu ateşe atmaz.) [Cami-us-sagir]
Eğer Müslümana küfre düşmemişse, dünyada çektiği sıkıntılar
günahlarına kefaret olur, şefaate de kavuşur ve Cehenneme hiç
girmez.
Ehl-i sünnet yolunun iki esası
Sual: Ehl-i sünnet bilgilerinin bozulmadan günümüze kadar
gelmesinin sebebi nedir?
CEVAP
Ehl-i sünnet âlimlerinin gayretleri sayesinde bozulmaktan
korunarak gelmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri şu iki şeye titizlikle riayet
etmişlerdir:
Birincisi: Olduğu gibi muhafaza edip, ondan hiçbir şey
çıkarmadılar.
İkincisi: Ona bir şey ilave etmediler. Yani sünnete uyup, bidate
karşı çıktılar.
Sünnete uymak demek, İslam’a uymak demektir; ama bildirildiği
şekilde, hiç değiştirmeden uymak gerekir. Onun için Ehl-i sünnet
âlimleri, Resulullah’tan gelene, hiçbir şey ilave etmemişler, bir şey
de çıkarmamışlardır. Metni aynen almışlar, ona şerhler yapmışlar
yani açıklamışlardır. İşte bu sebeple, Ehl-i sünnet bilgileri günümüze
kadar bozulmadan gelmiştir.
İmanı muhafaza
Sual: İmanı muhafaza etmek için nelere dikkat etmeli?
CEVAP
İman, beş katlı bir kaleye benzer. Bunlar, bakır, demir, tunç,
gümüş ve altın katıdır.
1- Bakır katı, edeplerdir.
2- Demir katı, sünnetlerdir.
3- Tunç katı, farzlardır.
4- Gümüş katı, ihlâstır.
5- Altın katı, Allahü teâlânın rızasıdır.
Edebleri gözetmeyen, sünnete yol bulamaz. Sünnete uymayan,
farza yol bulamaz. Farzı tutmayan, ihlâsa yol bulamaz. İhlâsı
olmayan da, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmaya yol bulamaz. (Ey
Oğul İlmihali)
Demek ki, son yani beşinci kata çıkabilmek için, sırayla, birinci,
ikinci, üçüncü ve dördüncü katlardan geçerek çıkmak gerekir. Diğer
katları geçmeden beşinci kata çıkılamaz.
Felaketlerin en büyüğü
Sual: Felaketlerin en büyüğü nedir?
CEVAP
En büyük felaket imansız ölmektir. İmansız, yani kâfir olarak
ölmemek için, ilim sahibi olmak, ihlâsla amel etmek, haramlardan
kaçıp ibadetleri yapmak şarttır. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür. O
hâlde, imanlı yaşamak lazımdır. İmanlı yaşamak için de,
haramlardan sakınmak ve ibadetleri yapmak gerekir.
İkinci bir felaket de, bir kimse, bir sözüyle, bir işiyle küfre düşer
yani kâfir olur da, kendini Müslüman zanneder. Yaptığı işin küfür
olduğunu bilmediği için tevbe de etmez, imansız olarak ölebilir.
Günahı bilmemekten daha kötüsü, günahı ibadet olarak işlemektir.
Bid’at inanış ve diğer bid’atler böyledir. Bu felaketlerden kurtulmak
için, İmam-ı Rabbani hazretleri, (İlim, amel ve ihlâs şarttır)
buyuruyor. Yani dinimizi doğru olarak öğrenip, ihlâsla amel
edeceğiz. Bilmeden yapmak felaket olduğu gibi, bildiklerini de
ihlâssız yapmak felakettir.
İmanın esas şartı
Sual: İmanın altı şartına inanan kimse mutlaka mümin midir?
CEVAP
Topluma bakınca, herkesin mutlaka mümin olduğu söylenemez.
Birkaç örnek verelim:
1- Bir kimse, Amentü’deki altı şarttan biri olan kitaplara iman
ettiğini söylese, fakat Kur’an tarihseldir dese, bazı hükümleri
kıyamete kadar geçerli değil dese, mümin olamaz. Kur’ana inandım
demesinin bir faydası olmaz.
2- Bir kimse, Amentü’deki altı şarttan biri olan meleklere iman
etse, fakat meleklerin günah işlediğini söylese ve Hristiyanlar gibi
onları kız olarak bilse, mümin olamaz.
3- Bir kimse, Amentü’deki altı şarttan biri olan Allah’a iman
ettiğini söylese, fakat Allah dostlarını sevmese, onlara düşman olsa
veya Allah düşmanlarını sevse, onlarla dost olsa, ölülerine rahmet
okusa mümin olamaz. İmanın esas şartı, alameti; hubb-i fillah, buğdi
fillahtır. Allahü teâlânın sevdiklerini ve emrettiği şeyleri sevmek,
düşmanlarından ve yasak ettiklerinden sakınmaktır. Bir kimsenin
imanlı olup olmadığı buradan belli olur. Ehl-i sünnet yolunda
olanları, Allah’ın dinine hizmet edenleri sevmek hubb-i fillahtır.
Kâfirleri, Allahü teâlânın düşmanlarını, 72 sapık fırkada olanları
sevmemek buğd-i fillahtır. Bunlar sadece kalble olur. Sevilmeyen
kimse ile tartışılmaz ve dövüşülmez. Dostla da düşmanla da
tartışmak zararlıdır. Dostların dostluğu azalır, kalmayabilir,
düşmanların düşmanlığı artar.
İmanı olan emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunur. Yani
Allah’ın emrettiklerini öğretmeye çalışır. Bu da imanın
şartlarındandır.
İmanda şüphe
Sual: (Küfre düşülmüş olabilir) diye iman tazelemeye caiz
denirken, imanın varlığından şüphe etmeye küfür deniyor. İkisi
arasında ne fark vardır? İkisi de imanda şüphe değil mi?
CEVAP
İkisi farklıdır. İman tazeleyen kişi imanının olduğunu biliyor,
şayet bilmeden küfre düşmüşse, iman zayıflamış veya eskimişse
diye düşünerek tazeliyor. Peygamber efendimiz, (Elbisenin
eskidiği gibi, içinizdeki iman da eskir. İmanınızı tazeleyin!)
buyuruyor. İmanımızı yenilemek için sık sık kelime-i şehadet
getirmelidir.
(İmanım var mı yok mu) diye şüphe etmek küfür olur. Yani
(Acaba imanım var mı?) diye şüphe edilmez. Fakat (Ölürken
imanımızı muhafaza edebilir miyiz?) diye şimdi korkmak imanlı
olmanın alametidir. Bu, imanından şüphe değildir. İmanı kaybetme
endişesinden meydana gelen haklı bir korkudur. Çok kıymetli
mücevheri olanın, onu kaybetmekten veya çaldırmaktan korkmasına
benzer. Bu kimse, (Acaba benim mücevherim var mı?) diye
şüpheye düşmez. Sadece çaldırmaktan ve kaybetmekten korkar.
Kelime-i şehadeti söylemek
Sual: Kelime-i şehadet getiren herkese Müslüman denir mi?
Başka inanacağı şeyler yok mudur?
CEVAP
Müslüman denmesi için, kelime-i şehadet getirmek yetmez.
Amentü’de bildirilen altı şarta da inanmak şarttır. Amentü’nün birinci
şartı olan Allahü teâlâya iman ettim demek de yetmez. Allah’a nasıl
inanıyor? Her şeyi yaratan; ama başka hiçbir şeye karışmayan ilaha
mı? Yoksa noksan sıfatları olan ilaha mı? Bunun için, sıfat-ı zatiye
ve sıfat-ı sübütiye denilen, Allahü teâlânın sıfatlarını bilmesi gerekir.
Allahü teâlâya, böyle sıfatlarını bilerek inandığı gibi, meleklere de,
peygamberlere de sıfatlarıyla inanması gerekir. Mesela, meleklerin
kız olmadıkları gibi, erkek de olmadıklarını bilmesi gerekir.
Peygamberlerin de sıfatlarını da bilmesi gerekir. Mesela, onların
yalancı olmadıklarını bilmesi gerekir. Diğer şartlara da, bildirildiği
gibi inanması gerekir. Bunlardan biri noksan olursa, o iman geçerli
olmaz.
Yukarıda bildirilen bütün şartlara inandıktan sonra, İslam
Ahlakı kitabında bildirilen şu şartları da yerine getirmesi gerekir.
Kelime-i şehadet getirmenin dört şartı vardır:
1- Dille söylerken, kalb hazır olmak: Kalb hazır olmadan yani
ne söylediğinin farkında olmadan, rastgele kelime-i şehadet
getirmek geçerli olmaz.
2- Manasını bilmek: Kalb hazır, fakat ne söylediğini bilmiyor.
Bu da geçerli olmaz. Kendisinden başka ilah olmayan Allahü
teâlâya ve onun Resulü Muhammed aleyhisselama inandığını
bilmesi şarttır.
3- Hulus-i kalble söylemek: Kalb hazır, ne söylediğini de
biliyor, fakat ihlâsla söylemiyor. Söyle dedikleri için, şaka için veya
bir menfaat için, yani inanmadığı halde söylüyor. Bu da geçerli
olmaz. Gerçekten inandığı için, Allah rızası için söylemesi gerekir.
4- Tazimle söylemek: Bunların hepsi tamam; ama saygısızca,
hiç önem vermeden, Müslüman olmak da neymiş dercesine, tazim
göstermeden, alaylı bir şekilde söylemek de geçerli olmaz.
Şehadet getirmenin yüz otuz kadar faydası vardır; fakat dört
şeyden biri bulunursa, faydası yoktur. O dört şey: Şirk, şek, teşbih,
ta’til’dir. Bunları açıklayalım:
Şirk: Allahü teâlâya bir şeyi ortak koşmak demektir. Şirke birkaç
örnek verelim: Puta tapmak, ineğe tapmak, İsa heykeli denilen puta
tapmak şirktir. Kâfirlerin bayramlarında, onların ibadet olarak
yaptıklarını, ibadet niyetiyle yapmak şirktir. Hastalıktan kurtulmak
için papazdan imdat beklemek şirktir. Allah’tan başka yaratıcı
olduğuna inanmak şirktir.
Şek: Şüphe demektir. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında
tereddüt etmek demektir. Meksetmek, tevakkuf etmek, durmak
demektir. Bir kimse Allahü teâlânın varlığı ile yokluğu arasında
duraklarsa, cevap veremezse, şüpheye düşerse, şek etmiş olur. Şek
edince kelime-i şehadet fayda vermez.
Teşbih: Allahü teâlâyı, yarattığı bir mahlûka benzetmek
demektir. Bu teşbihi yapan fırkaya Müşebbihe veya Mücessime
denir. Bu fırka mensupları kâfirdir. Bu fırkayı ilk çıkaran Yahudi İbni
Sebe’dir. Allahü teâlâyı bir cisim olarak kabul eden ve Ona
insanlardaki gibi uzuvlar isnat eden, Kur’an-ı kerimdeki müteşabih
âyetlere yanlış mana verip, Allah’ın el, yüz gibi organlarının
olduğunu iddia eden sapık fırkadır. Müşebbihe denilen fırkalar,
Allah’ı yürüyen, oturan, madde, cisim gibi görür. Bir âyet-i kerime
meali şöyledir:
(Onun benzeri hiçbir şey yoktur, O hiçbir şeye benzemez.)
[Şura 11]
Teşbih sahipleri, yani Müşebbihe denilen bozuk fırka
mensupları, kâfir oldukları için, onların kelime-i şehadet
söylemelerinin hiç kıymeti yoktur.
Ta’til: (Allah âleme karışmaz, her şey, vakti gelince kendi
kendine olur) diyen bir felsefi görüşün inancıdır. Bu felsefecilere
göre, hâşâ Allahü teâlâ, robot gibi olup, hiçbir şeye karışmaz,
emirleri, yasakları yoktur. Bu, ilah yok demenin başka şeklidir.
Hâlbuki Allahü teâlâ, kâinatı ve insanları başıboş bırakmamıştır. Bir
âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Sizi boş yere yarattığımızı mı sandınız?) [Müminun 115]
Yeni Müslüman olan
Sual: Yeni Müslüman olan bir yabancı arkadaş var. Buna ilk
önce neyi öğretmeliyiz?
CEVAP
İlk önce imanı, yani Allahü teâlâyı, Onun sıfatlarını, Resulullah
efendimizin Allah’ın Peygamberi olduğunu, Amentü’de bildirilen altı
esası, sonra da İslam’ın beş şartını öğretip namaz kılmasını
sağlamalıdır. Çünkü bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kitab ehli olan bir kavme görevle gidince, önce, La ilahe
illallah Muhammedün Resulullah demeye davet et. Bunu kabul
ederlerse, günde beş vakit namazın farz olduğunu bildir. Bunu
da kabul ederlerse, Allah’ın Müslümanların zenginlerinden
alınıp fakirlerine verilen zekâtı farz kıldığını söyle.) [Buhari,
Müslim, Ebu Davud]
Bu hadis-i şerifte ilk önce, Allah’a imanla birlikte Resulünü de
tasdik bildirilmiştir. Resulullahı tasdik etmeyen mümin ve Müslüman
olamaz.
Sual: Yeni müslüman olanın veya akıl-baliğ olan çocuğun, önce
Kelime-i şehadet söylemesi ve bunun manasını öğrenip, inanması
gerekir mi?
CEVAP
Evet gerekir. Bundan sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında
yazılı olan itikad, yani iman edilmesi gereken bilgileri öğrenip,
bunlara inanması gerekir.
Sonra Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarında yazılı
olan fıkıh bilgilerini, yani İslam’ın beş şartını ve helal, haram olan
şeyleri öğrenmesi ve bunlara inanması ve uygun yaşaması gerekir.
Bunları öğrenmek ve uymak gerektiğine inanmayan, önem
vermeyen mürted olur. Yani kelime-i şehadet getirerek müslüman
olduktan sonra, tekrar kâfir olur.
Nikahlı müslüman bir kız, baliga olduğu zaman, Müslümanlığı
bilmezse, nikahı bozulur. Yani mürted olur. Allahü teâlânın sıfatlarını
ona bildirmelidir. O da, tekrar etmeli ve (bunlara inandım) demelidir.
(Dürr-ül-muhtar)
İbni Abidin hazretleri bunu açıklarken buyuruyor ki:
Kız küçük iken, ana-babasına tâbi olarak müslümandır. Baliga
olunca, ana-babasının dinine tâbi olması devam etmez. İslamiyet’i
bilmeyerek baliga olunca, mürted olur. İman edilecek şeyleri işitip
de, inanmamış kimse, kelime-i tevhid söylese, yani (La ilahe illallah
Muhammedün resulullah) dese, müslüman olmaz. (Amentü billahi...)
de bulunan altı şeye inanan ve (Allahü teâlânın emirlerinin ve
yasaklarının hepsini kabul ettim, beğendim) diyen kimse müslüman
olur.
Her müslüman, çocuklarına Amentü’yü ezberletmeli, manasını
iyice öğretmelidir! Çocuk bu altı şeyi öğrenmez ve inandığını
söylemezse, baliğ olduğu zaman müslüman olmaz, mürted olur.
Sadece Allah’a inandım demek kâfi değildir. Amentü’de
bildirilen altı husustan birini, mesela kaderi inkâr eden, kâfir olur,
bütün iyi amelleri yok olur. (Redd-ül-muhtar)
Sual: Kâfir (Beni İslam’a uygun defnedin) dese, mümin sayılır
mı?
CEVAP
Hayır. Kelime-i şehadeti veya manasını söylerse evet.
Sual: Yeni Müslüman oldum, fıkıh bilgilerim yok sayılır, her şeyi
yeni öğreniyorum, küfre sebep olan şeylerin hepsini de bilmiyorum.
Bilmeyerek küfre düşürecek bir şey yaparsam veya söylersem,
benim durumum o zaman ne olur? Bilmeyerek yaparsam imanımı
kaybetmiş olur muyum?
CEVAP
Hayır imanınızı kaybetmiş olmazsınız. Polonya gibi bir yerde,
yeni Müslüman olmuş bir kimse, elbette küfre düşüren bir çok şeyi
bilemez. Bilmediği için de hemen ona küfre düştün denmez. Peki ne
yapmalı? (Allahü teâlâya ve Resulüne ve Onun Allahü teâlâdan
getirdiklerinin hepsine inandım, beğendim, kabul ettim. Allahü
teâlânın ve Resulünün dostlarını severim ve düşmanlarını
sevmem demek kâfidir.) Dinimizin bildirdiği bir şeyde şüpheye
düşen kimse, (Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi, bu şey ile neyi
bildirmek istemiş ise, öylece iman ettim, inandım) demelidir.
Not: Diğer maddelerde Amentü’nün bu 6 esası hakkında
geniş bilgi verilmiştir.
Gayba iman esastır
Sual: Tam İlmihal’in iman bahsinde, Seyyid Abdülhakim efendi
imanı şöyle tarif ediyor:
“Server-i âlem olan Muhammed aleyhisselamın, Peygamber
olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye
danışmaksızın, tasdik ve itikat etmektir, inanmaktır. Akla uygun
olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur. Resulü tasdik
etmiş olmaz veya Resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o
zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca,
iman olmaz; çünkü iman parçalanamaz. Akıl, Resulullahın
bildirdiklerini uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu
anlaşılır.”
Bu tarif, aklı dışlamıyor mu?
CEVAP
Asla dışlamıyor. Bu tarif selim olan akla değil, sakim olan akla
zıt olabilir. Sakim olan aklın anlamaması da önemsizdir.
Yine diyor ki: Bu tarif, Kur'anı anlamaya mani olmak için
konulmuş bir engeldir.
CEVAP
Tam aksine, dini aklına uydurmaya çalışanlara engel olur. Din
akla uydurulursa insan sayısı kadar din ortaya çıkar. Âlimlerin aklı
dinde ölçü değilse, sizin aklınız nasıl dinde ölçü oluyor? Bu tarifi
yapan İslam âlimidir. Allahü teâlâ, (Bilmiyorsanız âlimlere sorun)
buyuruyor.
Yine diyor ki: Dogmaları, yani âyetleri akıl süzgecinden
geçirmeden inanmak gerçek iman olmaz.
CEVAP
Dogma tabirini daha çok ateistler kullanır. (Siz Kur’an ne
diyorsa hemen incelemeden inanıyorsunuz) diyorlar. Sizin onlardan
ne farkınız kaldı? Birisi bize (Bu âyettir) dese, sadece biz onun âyet
olup olmadığını araştırırız. O âyet ise, aklımıza zıt gelse de, hemen
tasdik ederiz.
Yine diyor ki: Görmeden, akıl süzgecinden geçirmeden
inanmak olacak şey değildir.
CEVAP
Siz Cenneti, Cehennemi gördünüz mü? Görmeden nasıl
inanıyorsunuz?
Yine diyor ki: Bekara suresinin 3. âyetinde Onlar gaybı tasdik
ederler, deniyor. Görmeden inanın denmiyor ki.
CEVAP
Anlaşılan siz, gaybın ne olduğunu bilmiyorsunuz. Gayb, duygu
organları [görmek, işitmek, dokunmak, koklamak, tatmak] ile veya
hesap ve tecrübe ile anlaşılmayan şey demektir. İmam-ı Rabbani
hazretleri buyurdu ki: Akıl ve vehim Allah’a yaklaşamaz. Hiç bir şeye
benzemeyen ve akılla anlaşılamayan yaratıcıya, gayb yolu ile
inanmaktan başka çare yoktur; çünkü görerek, düşünerek anlamaya
kalkışmak, iman olmaz. Kendi yaptığına inanmak olur ki bu da iman
değildir. (2/9)
Yine diyor ki: İman, gördükten sonra tasdiktir.
CEVAP
Bu, İslamiyet’e inanmıyorum demenin başka şeklidir. İmanın altı
esasından hangisini gördünüz? İman, görmeden tasdiktir.
Cebimden elma çıkarsam, sonra bu elmadır desem, bunu görenin
tasdiki inanmak olmaz, gördüğünü söylemek olur. İman gayba olur.
Cebimde altın var desem, siz bana güvenerek evet var diye tasdik
ederseniz bu inanmak olur, ama altını gördükten sonra bu altın
demek iman değil, gördüğünü söylemek olur. Bu farkı iyi
anlamalıdır.
Yine diyor ki: Allah’ın gayb ile ilgili her şeyini akıl süzgecinden
geçirmeden inanmak iman olmaz.
CEVAP
Akıl ile Allah’ın nasıl bir varlık olduğunu, nasıl konuştuğunu
nasıl yarattığını, Cennetteki meyvelerin tadını bilebilir miyiz?
Melekleri akıl ile tarif edebilir miyiz? Allah’ın nasıl bir varlık olduğunu
tarif etmeniz mümkün mü? Elleri, gözleri, bir mekânı var mı, ne ile
işitiyor, nasıl ezeli ve ebedi olur? Bu terazi bu sıkleti çekmez
denmiştir. Yani akıl ile bunları anlamak imkânsızdır.
Sual: Akla ve araştırmaya çok önem veren genç bir arkadaş,
(Şu neden farz, şu neden günah? Bunların hikmetini, sebebini
bilmeden kabul etmem. Ben görmediğim Allah’a, koca karı gibi
inanmam) diyor. Dinimiz görmeden iman etmeyi bildirmiyor mu?
CEVAP
Bu genç gibi söylemek çok tehlikelidir. İlahi emrin hikmeti
anlaşılmasa da Allah’ın emri olduğu için, hiç tereddütsüz kabul
etmek şarttır. İslam âlimlerinin en büyüklerinden olan Hüccet-ülİslam
unvanına sahip imam-ı Gazali hazretlerinin İhya’da ve imamı
Süyuti hazretlerinin Cami-us-sagîr’de bildirdiği hadis-i şerifte
buyuruluyor ki:
(Ahir zamanda değişik inançlar çıkınca, koca karılar gibi
inanın.) [Deylemi]
Bu hadis-i şerif kocakarı gibi bâtıl şeylere körü körüne inan
demek değildir. Allah ve resulünün bildirdiklerine aklın almasa da,
ispat edemesen de, inanın demektir. Cennet, Cehennem, Sırat
köprüsü ve ahiret hayatı akıl ile mantık ile ispat edilemez. Mutezile
aklı almadığı için sırat köprüsünü, miracı ve benzeri olayları inkâr
etmiştir. Şimdi bir çok Müslüman inanamayıp mürted olurken,
müşrikler, bu bir çılgınlık derken, Hazret-i Ebu Bekir, O söylediyse
doğrudur diyerek imanın zirvesine çıkmıştır.
Görmeden, aklını kullanmadan, bir anda Miraca gidip geldiğine
inanarak Resulullahı tasdik etmesi imanını yükseltmiştir. Güneşten
daha parlak olan imanından dolayı Peygamber efendimiz, (Ebu
Bekrin imanı, bütün insanların imanları toplamı ile tartılsa, Ebu
Bekrin imanı daha ağır gelir) buyurmuştur.
Lüzumlu fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı ayn iken, bu farzı terk
edip, (İmanı araştırıyorum) diyerek ağaçların, çiçeklerin, insan ve
hayvanların anatomisini incelemekle devamlı meşgul olmak caiz
değildir. İman esasları tahkik edilmez, yani araştırılmaz. Peygamber
efendimiz, gayba imanı emretmiştir. İspat ile delil ile iman olmaz.
İman, görmeden inanmaktır. Kur’an-ı kerimde, salihler övülürken, (O
müttekîler ki, gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3)
Demek ki gayba inanmak, müttekilerin vasfıdır. Resulullah ne
bildirmişse doğrudur diyerek inananlar kurtulmuştur. İman,
araştırarak, akıl yürüterek elde edilen bir şey değildir. İslam âlimleri
imanı şöyle tarif etmişlerdir:
İman, Muhammed aleyhisselamın, peygamber olarak bildirdiği
şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup
olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik
etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut
Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere
itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman
parçalanmaz. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur.) [Taberani]
Selim akıl çok kıymetlidir. Hadis-i şerifte, (Akıl, hak ile bâtılı
birbirinden ayıran bir nurdur) buyuruluyor. Allahü teâlâ, insana,
hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden ayırabilmesi için aklı verdi. Akıl bir ölçü
aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahluklara ait
bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar
mahlûklara ait bilgilerde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir. İnsan,
bir yol gösterici olmadan aklı ile Allah’ın bildirdiği doğru yolu
bulamadı. Tarih incelendiğinde, kendi başlarına giden insanların
yanlış yollara saptıkları görülür. O halde Resulullaha inanmak
şarttır.
Sual: (Görmediğim şeye iman etmeyi aklım almıyor, dindeki
şeylerden ruhum sıkılıyor) diyen arkadaşıma ne cevap vereyim?
CEVAP
Almayan aklını ve sıkılan ruhunu göstermesini isteyin, bakalım
gösterebilecek mi?
Sual: Ben görmediğim Allah’a inanmam demek uygun mu?
CEVAP
Hayır değildir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Bildiğimiz, hatırımıza, hayalimize gelen, duygu organlarımıza
etki eden her şey mahlûktur. Bizim, Allahü teâlâ bir şeye benzemez
dememiz, benzetmek olur. Bizim anladığımız büyüklük, küçüklüktür.
İbrahim aleyhisselam, kâfirlere, (Niçin kendi yaptığınız putlara
tapıyorsunuz? Sizleri de, yaptığınız işleri de Allahü teâlâ
yarattı!) dedi. İster elimizle yapmış olalım, ister aklımız ve
hayalimizle meydana getirelim, bunların hepsi, Allahü teâlânın
mahlûkudur. O, bildiğimiz, düşünerek bulduğumuz şeylerin hiçbirine
benzemez ve nasıl olduğu anlaşılamaz. Akıl ve hayal Ona
yaklaşamaz. Böyle hiçbir şeye benzemeyen ve akıl ile
anlaşılamayan yüce yaratıcıya, gayb yolu ile inanmaktan başka çare
yoktur. Çünkü, görerek, düşünerek anlamaya kalkışarak inanmak,
Ona inanmak olmaz. Kendi yaptığımız şeye iman etmek olur. Bu da,
Onun mahlûkudur. Bunu, Ona ortak yapmış, Ondan başkasına iman
etmiş oluruz. (2/9)
Sual: Evliya zatlardan bazıları, (Biz Cenneti, Cehennemi
görsek, imanımızda bir artma, bir değişiklik olmaz) demişler. Bu
nasıl olur? İnsanın bir şeyi bilmesine ilmel yakîn, gözle görmesine
de aynel yakîn deniyor. Gözle görmek, ilimle bilmekten çok daha
üstün değil midir? Atalarımız, (Gözüm sana mı inanayım, yoksa
sözüm sana mı inanayım?) diye boşuna mı söylediler? Bu zatların
böyle söylemesinin hikmeti ne olabilir?
CEVAP
Elbette göz, bilmeye göre daha sağlam delildir. Ama bu bizim
gibi insanlar içindir. Hakiki imana kavuşmuş evliya zatların ilimleri
farklıdır. Hazret-i Ebu Bekr’in (O söylediyse doğrudur) demesi
bunun bariz örneğidir. Göz yanılabilir ama bu ilim sahiplerinin
imanları öyle sağlamdır ki, hiçbir şey onu değiştiremez. Göz ile
görenin imanı bu kadar sağlam olamaz. İman etmede göz ölçü
değildir. Sadece göz ölçü olsaydı, Resulullah efendimizi gören
herkesin iman etmesi gerekirdi. (Ebu talibin yetimi) diye bakanlar
kâfirlikte kaldı, (Allah Resulü) diye bakanlar hidayete erdi. Baştaki
göz yanılabilir, kalbdeki göz yanılmaz. Müslümanların görmeleri,
anlamaları kalb gözü ile olur. Göz bakınca, kalb inanınca görür.
Müslümanın kalbi inanmıştır, Allahü teâlânın ihsanlarına
kavuşmuştur. Derecesine göre neler görür neler, dünya ahiret fark
etmez.
Görerek iman
Sual: Eğitimci bir arkadaş, (Görerek inanmak, iman olmaz)
dedi. Bir öğrenci de, (Mucize ve keramet görerek iman eden kimse,
görerek iman etmiş olmuyor mu? Mesela Peygamber efendimizin
mucizelerini veya Abdülkadir Geylani hazretlerinin menkıbesindeki
papazın Cenneti ve Cehennemi görüp inanması görerek iman değil
mi?) dedi. Hangisinin sözü doğrudur?
CEVAP
Eğitimci arkadaşın söylediği doğrudur. Görerek inanmak iman
değildir. Gördüğünü tasdik etmek olur. Bekara suresinin başında,
salihler övülürken, (Onlar gayba inanırlar) buyuruluyor. Gayba
inanmak esastır. Bir insanı Cennete, Cehenneme götürseler, o da
gördüğü için inansa, iman etmiş olmaz. Gördüğünü söylemek olur.
Onu herkes yapar. Marifet, görmeden iman etmektir. Şeytan da,
Cenneti gördü ve Cennetin olduğunu söylemesi, iman sahibi
olduğunu göstermez.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki:
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği
şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, inanıp tasdik
etmektir. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur,
Resulü tasdik etmiş olmaz. Yahut Resulle aklı birlikte tasdik etmiş
olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam
olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanamaz. (S. Ebediyye)
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Akıl, kuruntu, hayâl Allah’a yaklaşamaz. Hiçbir şeye
benzemeyen ve akılla anlaşılamayan yaratıcıya, gayb yoluyla
inanmaktan başka çare yoktur, çünkü görerek, düşünerek anlamaya
kalkışmak, iman olmaz. Kendi yaptığına inanmak olur ki, bu da iman
değildir. (2/9)
Bir kimse, gayba inandıktan sonra, Cenneti, Cehennemi ve
melekleri görse, imanı daha çok kuvvetlenmiş olur. Mucize ve
kerametler de, imanın kuvvetlenmesine sebep olur. Yine İmam-ı
Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Eshab-ı kiram, Resulullah'ı, vahyi ve mucizeleri gördükleri,
melekle birlikte bulundukları için onların imanları görerek inanmak
oldu. Bu üstünlükler, diğer bütün üstünlüklerin temelidir. Eshab-ı
kiramdan başkası bu üstünlüklere kavuşamadı. (1/120)
Mucizeye de inanmayan çok kimse oldu. Peygamber
efendimizin bin kadar mucizesi görüldüğü hâlde, sihir diyerek
inanmayanlar çıktı. Bu bin mucizeden biri ve devamlı bir mucize
olan Kur'anı kerime de inanmayanlar çıktı. Musa aleyhisselamın
asasının büyük bir yılan olması, denizde yürümesi gibi mucizelerine
Firavun ve adamları inanmadı. İsa aleyhisselamın körlerin gözünü
açmak, ölüleri diriltmek gibi mucizelerine çok kimse inanmadı.
Kerametlere de inanmayan çok kimse oldu. Kerameti görmek
görerek iman değildir. Abdülkadir Geylani hazretlerinin kolunun
içinde Cennetin ve Cehennemin görülmesi iman etmeyi gerektirmez.
Sihir derler, büyü derler, inanmayan çıkar. Kimi hiçbir şey görmeden
inanır, kimi de görünce imanı daha kuvvetlenir. Mucize ve keramet
iman etmeyi kolaylaştırır, ama (Kesin olarak iman etmeyi gerektirir)
denmez.
Kelime-i tevhidin manası
Sual: Kelime-i tevhidin manası nedir?
CEVAP
Müslüman olan bir kimseye, ilk önce (La ilahe illallah,
Muhammedün resulullah) kelimesinin manasını bilmek ve
inanmak farzdır. Bu kelimeye Kelime-i tevhid denir. Kısaca manası,
(Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed aleyhisselam da Onun
Resulüdür) demektir.
Kelime-i tevhidin manasını, Ehl-i sünnet âlimleri şöyle açıklıyor:
İnsanlar yok idi. Sonradan yaratıldı. İnsanların bir yaratanı
vardır. Her varlığı, O yaratmıştır. Bu yaratan birdir. Ortağı, benzeri
yoktur. Bir ikincisi yoktur. O, hep var idi. Varlığının başlangıcı yoktur.
Hep vardır. Varlığının sonu olmaz. Yok olmaz. Onun hep var olması
gerekir. O, yok olamaz. Varlığı kendindendir. Hiçbir sebebe ihtiyacı
yoktur. Her şeyi var eden, her varı her an varlıkta durduran Odur. O,
madde değildir. Hiçbir maddede bulunmaz. Şekli yoktur. Ölçülmez.
Nasıldır diye sorulmaz. O deyince, akla hayale gelen her şey, O
değildir. O, bunlara benzemez. Bunlar hep Onun mahlûklarıdır. O,
mahlûkları gibi değildir. Akla, vehme, hayale gelen her şeyi, O
yaratmaktadır. Yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Yeri yoktur. Her
varlık, Arşın altındadır. Arş ise, Onun kudreti, kuvveti altındadır. O,
Arş__________ın üstündedir. Fakat bu, Arş Onu taşıyor demek değildir. Arş,
Onun lutfu ve kudreti ile vardır. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl
ise, şimdi hep öyledir. Arşı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedi
sonsuz geleceklerde de, hep öyledir. Onda değişiklik olmaz. Onun
sıfatları vardır. Sıfat-ı sübutiyyesi sekizdir. Hayat, ilm, sem, basar,
kudret, irade, kelam, tekvin. Bu sıfatlarında da, hiç değişiklik olmaz.
Değişiklik olmak kusurdur. Onda kusur, noksanlık yoktur. Hiçbir
mahlûkuna benzemez ise de, dünyada, Onu kendisinin bildirdiği
kadar bilmek ve ahirette görmek olur. Burada nasıl olduğu
anlaşılamadan bilinir. Orada da, anlaşılamadan görülecektir.
Allahü teâlâ, kullarına, peygamberler gönderdi. Bu büyük
insanlar vasıtası ile kullarına, saadete ve felakete sebep olan işleri
bildirdi. Peygamberlerin en yükseği, son Peygamberi olan
Muhammed aleyhisselamdır. Yeryüzündeki dinli dinsiz herkese, her
yere, her millete Peygamber olarak gönderilmiştir. Bütün insanların,
meleklerin ve cinnin Peygamberidir. Dünyanın her yerinde, herkesin,
o yüce Peygambere tâbi olması, uyması gerekir. (Kimya-i Saadet)
Tevhid ve iman
Sual: Tevhid yani Allah’tan başka ilah yoktur diye inanmak
hakkında bilgi verir misiniz?
CEVAP
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
Tevhid, taze ceviz gibidir. Cevizin iki kabuğunu ve içini herkes
bilir. Özünün özü de, yağıdır. Münafıklar, yalnız dil ile (La ilahe
illallah) der, kalb ile inanmaz. Bu 1. derecedir.
2. derece: Kelime-i tevhidin manasına, kalbin inanmasıdır. Bu
inanış, ya başkasından görerek, işiterek olur ki, bizim gibi cahillerin
inanışı böyledir. Yahut delil ile, aklın ispat etmesi ile inanır. Din
âlimlerinin, kelam ilmi üstatlarının inanması böyledir.
3. derece: Bir yaratanın, her şeyi yarattığını görmek, her işin,
tek bir fail tarafından yapıldığını, başka kimsenin, hiçbir şey
yapmadığını anlamaktır. Bu anlayış için, kalbde bir nurun parlaması
gerekir. Böyle hasıl olan iman, cahillerin ve kelam âlimlerinin
imanına benzemez. Mesela, bir ev sahibinin, evde bulunmasına
inanmak üç türlü olur:
a- Birisinden işiterek inanmaktır. Taklit ile olan iman, bunun
gibidir.
b- Ev sahibinin, her gün kullandığı bineğini, elbise ve
ayakkabılarını evde gördüğü için inanmaktır. Bu da kelam âlimlerinin
imanına örnektir.
c- Ev sahibini evde görerek inanmaktır. Bu, ariflerin tevhidine
örnektir. Böyle tevhid, her ne kadar yüksek derece ise de, bunun
sahibi, mahlûkları görmekte ve bunların Halık [yaratıcı] tarafından
yaratıldığını bilmektedir. Mahlukları gördüğü için, tevhid tam olamaz.
4. derece: Bir var görür, birden başka bir şey görmez.
Tasavvufta bu hâle, Tevhidde fena derler.
Bu dört dereceden;
Birincisi: Münafıkların tevhidi olup, cevizin dış kabuğuna
benzer. Cevizin dış kabuğu, acıdır. Dış yüzü güzel, yeşil ise de, iç
yüzü çirkindir ve yakılınca bol duman yaparak ateşi söndürür ve
birkaç gün cevizi korumaktan başka, bir işe yaramaz. Münafığın
tevhidi de, münafık olduğu bilinmediği için, halk onu Müslüman
zanneder.
İkincisi: Cahillerin ve kelam âlimlerinin tevhidi, cevizin tahta
kabuğu gibidir. Bu tahta kabuk, cevizi birkaç zaman korumaktan
başka işe yaramadığı gibi, bu derecedeki tevhid de, yalnız insanı
Cehennem ateşinden korumaya yarar.
Üçüncüsü: Cevizin özü gibidir. Yenilecek, yararlanacak
kısımdır.
Dördüncüsü: Cevizin özü yenilip hücrelerine kadar sindirilmiş
hâlidir.
Ehl-i sünnet itikadı
Sual: Ehl-i sünnet itikadında olmanın şartları nelerdir?
CEVAP
Ehl-i sünnet itikadından, önemli olanlardan bazıları şunlardır:
1- Amentü’deki altı esasa inanmak. [Hayrın, şerrin ve her şeyin
Allah’tan olduğuna inanmak. İnsanda irade-i cüziye vardır. İşlediği
günahlardan mesuldür.]
2- Amel, imandan parça değildir. Yani ibadet etmeyen veya
günah işleyen mümine kâfir denmez. [Vehhabiler, (amel imanın
parçasıdır, namaz kılmayan ve haram işleyen kâfirdir) derler.]
3- İman ya vardır ya yoktur, artıp eksilmez. [Parlaklığı artıp
eksilir.]
4- Kur’an-ı kerim mahlûk [yaratık] değildir.
5- Allah mekândan münezzehtir. [Vehhabiler, (Allah gökte veya
Arşta) derler. Bu küfürdür.]
6- Ehl-i kıble tekfir edilmez. [Vehhabiler, kendilerinden başka
herkese kâfir derler.]
7- Kabir suali ve kabir azabı haktır.
8- Gaybı yalnız Allah bilir, dilerse enbiya ve evliyasına da
bildirir.
9- Evliyanın kerameti haktır.
10- Eshab-ı kiramın hepsi cennetliktir. [Rafiziler, (Beşi hariç
sahabenin tamamı kâfirdir) derler. Halbuki Kur’anda, tamamı
cennetlik deniyor.] (Hadid 10)
11- Ebu Bekr-i Sıddık, eshab-ı kiramın en üstünüdür.
12- Mirac, ruh ve bedenle birlikte olmuştur.
13- Öldürülen, intihar eden eceli ile ölmüştür.
14- Peygamberler günah işlemez.
15- Bugün için dört hak mezhepten birinde olmak.
16- Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam, sonuncusu
Muhammed aleyhisselamdır. [Vehhabiler, Hazret-i Âdem’in, Hazret-i
Şit’in, Hazret-i İdris’in peygamber olduğunu inkâr ederler. İlk
peygamber Hazret-i Nuh derler. Liderlerine resul [Peygamber] diyen
bazı gruplar da, (Nebi gelmez, ama resul gelir) derler. Bunun için de
Resulüm diyen zındıklar türemiştir.]
17- Şefaate, sırata, hesaba ve mizana inanmak.
18- Ruh ölmez. Kâfir ve Müslüman ölülerin ruhları işitir.
19- Kabir ziyareti caizdir. İstigase, yani Enbiya ve evliyanın
kabirlerine gidip, onların hürmetine dua etmek ve onlardan yardım
istemek caizdir. [Vehhabiler ise buna şirk derler. Bu yüzden
Sünnilere ve Şiilere müşrik, yani kâfir derler.]
20- Kıyamet alametlerinden olan Deccal, Dabbet-ül-arz, Hazreti
Mehdi’nin geleceğine, Hazret-i İsa’nın gökten ineceğine, güneşin
batıdan doğacağına ve bildirilen diğer kıyamet alametlerine
inanmak.
İmam-ı a’zam hazretleri (Kıyamet alametlerine tevilsiz
inanmalı) buyuruyor. (Fıkhı ekber)
Bir hadis-i şerif meali:
(Güneş batıdan doğmadıkça, Kıyamet kopmaz. O zaman
herkes iman eder, ama iman artık fayda vermez.) [Buhari,
Müslim]
Güneşin batıdan doğmasını, (Avrupa Müslüman olacak) diye
tevil etmek, imam-ı a’zamın sözüne aykırıdır. Hiçbir İslam âlimi tevil
etmemiştir. Hâşâ Resulullah, bilmece gibi mi söz söylüyor? Böyle
tevil etmek, (elma dersem çık, armut dersem çıkma) demeye
benzer. Nitekim (Salat, duadır, namaz diye bir şey yok) diyenler
çıkmıştır. O zaman ortada din diye bir şey kalmaz. Bir de Avrupa
Müslüman olunca, iman niye fayda vermesin? Güneşin batıdan
doğması, ilmen de mümkündür. Dinsizler itiraz eder diye zoraki
tevile gitmek gerekmez. Allahü teâlâ, dünyayı şimdiki yörüngesinden
çıkarır, başka yörüngeye koyar. Dönüşü değişince, güneş batıdan
doğmuş olur.
21- Ahirette Allahü teâlâ görülecektir.
22- Kâfirler Cehennemde sonsuz kalır ve azapları hafiflemez,
hatta gittikçe artar.
23- Mest üzerine mesh etmek caizdir.
24- Sultana isyan caiz değildir.
(Bu bilgiler, Fıkh-ı ekber, Nuhbet-ül-leali, R. Nasihin,
Mektubat-ı Rabbani, F. Fevaid’den alınmıştır.)
Cehennemden kurtulan tek fırka
Sual: Ben dini bilgilerden mahrum olarak yetiştim. Dinimi doğru
olarak öğrenmek istiyorum. Birçok kitap aldım. Kitaplarda oldukça
çok farklılık var. Kur'an mealleri de farklı. Kendi başıma doğruyu
bulmam mümkün değildir. Aynı konuları hocalara sordum. Onlar da
farklı şeyler söylediler. Dinimi doğru olarak öğrenmeden ölürsem,
mazur sayılır mıyım? Yoksa yanlış bildiğimden sorumlu olur
muyum?
CEVAP
Aynı ve benzer sualleri çok kimse soruyor. Her fırka, her grup,
benim yolum doğru diyor. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Hadis-i şerifte, müslümanların 73 fırkaya ayrılacakları bildirildi.
Bu 73 fırkadan herbiri, İslamiyet’e uyduğunu, Cehennemden
kurtulacağı bildirilen bu fırkanın kendi fırkası olduğunu
söylemektedir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir.)
[Müminun 53 ve Rum 32]
Bu çeşitli fırkalar arasında kurtuluş fırkasının alametini
Peygamber efendimiz bildirmiştir:
(Bu fırkada olanlar, benim ve Eshabımın gittiği yolda
bulunanlardır.) [Tirmizi]
Peygamber efendimiz, kendini söyledikten sonra, Eshab-ı
kiramı da söylemesine lüzum olmadığı halde, bunları da söylemesi,
(Benim yolum, Eshabımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız
Eshabımın gittiği yoldur) demektir. Eshab-ı kiramın yolunda giden,
elbette Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan
fırka, yalnız bunlardır. (C.1, m.80)
Bugün çok kimse de kendilerinin Ehl-i sünnet olduğunu
söylüyor. Bu bakımdan Ehl-i sünnet itikadının ne olduğunu bilmek
şarttır. Bu bilindikten sonra doğruyu, hakkı bilmek zor olmaz.
Şirki affetmez ne demek?
Sual: Allah’ın her günahı affedebileceği söyleniyor. Halbuki en
büyük günah olan şirki affetmeyeceği Kur'anda yazılı imiş. Bu
hususu açıklar mısınız?
CEVAP
İtikadımızı düzeltmeliyiz. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor
ki:
İtikad edilecek şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyamette
Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İtikad doğru olup da işlerde
[ibadetleri yapmakta, haramlardan kaçmakta] gevşeklik olursa,
tevbe ile ve belki tevbesiz de af olabilir. Eğer af olunmazsa,
Cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur. İşin aslı, temeli itikadı
düzeltmektir. (1/193)
Yine İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Her müslüman, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmeli, imanını buna
göre düzeltmelidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan
itikada uymayan fena, bozuk itikadlar, imanlar, yani bunlara gönül
bağlamak, gönlü öldüren bir zehirdir. İnsanı sonsuz azaba götürür.
Amelde, ibadetlerde tembellik, gevşeklik olursa, affolunabilir. Amma
itikadda gevşek davranmak affolunmaz.
Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Allah [ahirette] şirki [küfrü, bozuk imanı] asla affetmez. Diğer
bütün günahları ise, istediği kimselerden affeder.) [Nisa-48]
O halde ölmeden önce itikadı düzeltmelidir.(2/67)
Görüldüğü gibi, şirk yani küfür üzere ölen kimse, ebedi olarak
Cehennemde kalır. Dünyada iken, yani ölmeden önce şirke [küfre]
düşen kimse, tevbe ederse affolur.
Bir kâfir, kâfirliğine tevbe ederse, tertemiz, günahsız müslüman
olur. Bir müslüman da şirke [küfre] düşerek kâfir olur, sonra pişman
olup tevbe ederse, yine müslüman olur. Tevbe etmek için yalnız
Kelime-i şehadet söylemek kafi değildir. Küfre sebep olan şeyden
de tevbe etmek lazımdır. (Allah şirki affetmez) sözü yanlış
anlaşılmaktadır. Şirk üzere ölmüş olan affolmaz; fakat hayattayken,
defalarca şirke düşüp sonra tevbe eden affolur.
Ehl-i sünnet olmak için
Sual: Okuduğum bir kitapta, (Tafdil-uş-şeyhayn, hubb-ülhateneyn
ve mest üzerine mesh etmek, Ehl-i sünnet olmanın
alametidir) deniyor. Burada ne denmek isteniyor?
CEVAP
Tafdil-uş-şeyhayn, iki kayınpeder olan hazret-i Ebu Bekir ile
hazret-i Ömer’i diğer sahabe-i kiramdan üstün tutmak demektir.
Hubb-ül-hateneyn, iki damat olan hazret-i Osman ile hazret-i Ali’yi
sevmek demektir. Bir de, mest üzerine mesh etmek, Ehl-i sünnet
olmanın alametlerindendir. Özellikle İbni Sebeciler, ilk üç halifeyi
sevmezler ve mest üzerine mesti caiz görmezler. Çıplak ayağa
mesh ederler. Bir kimsenin Ehl-i sünnet olup olmadığı, bunlardan da
bilinebilir.
Fıkh-ı ekberden parçalar
İmam-ı azam hazretlerinin Fıkh-ı ekber kitabının bazı bölümleri
şöyledir:
İman Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan
olduğuna, hesap, mizan, Cennet ve Cehenneme inanmak ve
hepsini hak bilmektir.
Allah, birdir, doğmamış ve doğurmamıştır. Ona hiçbir şey denk
değildir. O yarattıklarından hiçbirine benzemez, isimleri, zati ve fiili
sıfatıyla hep var olmuş ve var olacaktır. Onun İsim ve sıfatlarından
hiçbiri sonradan olma değildir, hepsi ezelidir. O ilmiyle daima bilir,
kudretiyle daima kadirdir. Kelam ile konuşur, yaratması ile daima
halıktır, fiili ile daima faildir. Yapılan şey mahlûktur. Allah’ın fiili ise
mahlûk değildir. [Fiil; iş, fail ise iş yapan demektir. Kadir, her şeye
gücü yetendir.]
Tevhidin aslı, Amentü’ye inanmaktır. Kur’anda zikredilen el,
yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. Onun eli, kudreti veya
nimetidir denilemez. Çünkü bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur.
[Bozuk fırkalar, bizzat el yüz gibi diyerek insana benzettikleri için, bu
sıfatları aynen kabul ederek tevil etmenin caiz olduğunu imam-ı
Gazali hazretleri bildiriyor.]
Allahü teâlâ ahirette Cennette görülecektir.
Allahü teâlânın, isim ve sıfatlarının hepsi de azamet ve fazilette
eşittir, aralarında farklılık yoktur.
Onun sıfatlarının hepsi, mahlûkların sıfatlarından başkadır. O
işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim
gücümüzün yettiği gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz.
Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahlûktur, fakat
Allah’ın kelamı mahlûk değildir.
Kur’an-ı kerim mahlûk [yaratık] değildir, orada
Peygamberlerden, kâfirlerden, mesela Firavun ve İblisten naklen
verilen haberlerin hepsi Allah kelamıdır. Allah’ın kelamı mahlûk
değildir.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamın neslini, sulbünden insan
şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, imanı emredip,
küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rab olduğunu ikrar etmişlerdir.
Bu, onların imanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan
sonra küfre sapan, bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik
eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.
Peygamberlerin hepsi de küçük, büyük günah ve çirkin
hallerden beridir. Fakat onların sürçme ve hataları vaki olmuştur.
[Buna zelle denir. Zelle, doğrular içinde en doğruyu bulamamak
demektir.]
Peygamberlerin mucizeleri ve velilerin kerametleri haktır.
Peygamberlerin şefaati haktır. Peygamber efendimizin şefaati
büyük günah işleyenleredir.
Kıyamet günü amellerin mizanla tartılması ve Peygamber
efendimizin havzı haktır. Kıyamette, hasımlar arasında hesaplaşma
olması haktır.
Cennet ve Cehennem şimdi vardır, ebediyen de yok
olmayacaktır.
Eshab-ı kiramın hepsini ancak hayırla anarız. Peygamberlerden
sonra insanların en faziletlisi, Hazret-i Ebu Bekir, sonra diğer üç
halifedir. [Fazilet sırası, halifelik sıralarına göredir.]
İman, iman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve
eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden artar ve eksilir. Müminler,
iman ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle
birbirlerinden farklıdır.
[İman; dil ile ikrar kalb ile tasdiktir. İman artmaz ve eksilmez.
Ancak parlaklığında, kuvvetinde çoğalma olur. Amel, imandan parça
değildir. Günah işleyene kâfir denmez. İman herkese lazım iken, her
amel herkese lazım değildir. Mesela nisaba ulaşmayan fakir zekât
vermez. Hayz ve nifas halinde namaz kılınmaz. Fakat fakire ve
böyle kadına iman lazım değildir denemez.]
Allahü teâlâ, dilediğini bir lütuf olarak hidayete ulaştırır.
Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür.
Mirac haberi haktır. Deccal’ın, Yecüc ve Mecüc’ün ortaya
çıkması, güneşin batıdan doğması, Hazret-i İsa’nın gökten inmesi
ve diğer kıyamet alametlerinin hepsi de haktır.
Kabir suali kabirde ruhun cesede iadesi ve kâfirler ile günahkâr
müminler için kabir azabı haktır.
Mestler üzerine meshetmeyi bildiren hadise göre; mestin mesh
müddeti, mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gecedir.
Hadis, mütevatire yakın olduğu için inkâr edenin küfründen korkulur.
Kişinin nasıl ibadet edeceğini öğrenmesi birçok ilimden daha
efdaldir.
Ehl-i kıbleden olanı tekfir etmemek [namaz kılana kâfir
dememek], kimseyi imandan uzaklaştırmamak, marufu [iyilikleri]
emredip, münkerden [kötülüklerden] sakındırmak, senin için takdir
olunanın mutlaka sana ulaşacağını bilmek, Eshab-ı kiramdan hiçbiri
ile alakayı kesmemek, hepsini de sevmek gerekir.
Günahkâr Müslümana kâfir denmez. Günahlar, mümine zarar
vermez de demeyiz. Küfür hariç, büyük ve küçük günah işleyen,
fakat tevbe etmeden mümin olarak ölen kimsenin durumu Allah’ın
dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennemde azap eder, dilerse
affeder, hiç azaba uğratmaz.
İmam-ı a'zam hazretleri, âlimlerle otururken biri gelip, (Bir
mümin, babasını öldürse, sonra şarap içerek sarhoş olsa ve
zina etse imanı gider mi?) dedi. Bunu işiten âlimlerin hepsi bu
suali sorana kızarak, (Bunu sormaya ne lüzum var? Elbette imanı
gider, kâfir olur) dediler. İmam-ı a'zam hazretleri, (O kimse, çok
büyük günahlar işlemişse de, yine mümindir. Günah işlemekle iman
gitmez) buyurdu.
İnanılması gereken diğer şeylerden mezhebimizde olanlardan
bazıları da şöyledir:
Allah, kulun güç yetiremeyeceği şeyleri onlara emretmez.
Şeytan, müminden imanı zorla alamaz. Fakat kul imanı terk
ederse şeytan da onun imanını alır.
Kâfir olarak ölen asla affa uğramaz, sonsuz olarak
Cehennemde kalır.
Peygamberlerin ilki Adem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed
aleyhisselamdır.
Kul kendisinden emir ve yasakların kalkacağı bir duruma
ulaşamaz. Herkes, gücü yettiği ölçüde ibadet etmekle yükümlüdür.
Öldürülen de, intihar eden de eceliyle ölmüştür. Ecelsiz ölüm
olmaz.
Ölüler için dua edilince ve onlar için sadaka verilince ölüler
fayda görür.
Evliya, peygamber derecesine ulaşamaz.
Emali kasidesi
Sual: Emali kasidesini çok övüyorlar. Bu kaside hakkında bilgi
verir misiniz?
CEVAP
Büyük İslam âlimlerinden, Siraciyye fetva kitabının sahibi, Ali
Uşi hazretlerinin yazdığı Emali kasidesinde, Ehl-i sünnet itikadı
manzum olarak çok güzel anlatılmıştır. Orijinal aslı şahane bir
manzumedir. Bu eserde özetle deniyor ki:
Allahü teâlâ, ezeli ve ebedidir. Hayrı da, şerri de yaratan odur.
Fakat O, şerre razı değildir.
Allah’ın sıfatları, zatının aynı da, gayrı da değildir. Bütün sıfatları
da ezeli ve ebedidir. O hiçbir şeye benzemez.
Her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâ, Arşı da yaratmıştır, fakat
oraya yerleşmiş denilemez. Çünkü Arşı yaratmadan önce de var idi.
Mekandan ve zamandan münezzehtir.
Mukallidin imanı muteberdir. [Ana babasını, hocalarını taklit
ederek, doğru itikada kavuşan kimsenin imanı sahihtir. Ancak,
inceleyip araştırmadığı için, yani fen bilgilerini kısaca öğrenip, Allahü
teâlânın varlığını düşünmediği için, günah işlemiştir. Fen bilgisini
öğrenmemiş bir kimse, ana babadan, kitaptan öğrenerek iman ettiği,
düşünerek kabul ettiği, aklını kullanarak inandığı için, istidlali terk
etmiş sayılmaz diyen âlimler de vardır.]
Kuran-ı kerim kelam-ı ilahidir, mahlûk [yaratık] değildir.
Cennette nimetler, Cehennemde azap vardır. Cennet ve
Cehennem hiç yok olmaz.
Müminler, Cennette iken, hiçbir şeye benzemeden Allahü
teâlâyı görünce başka nimetleri unuturlar.
Allahü teâlâya en faydalı olanı yaratması farz [mecbur] değildir.
Peygamberlere ve meleklere [ve Amentü’deki diğer esaslara]
inanmak farzdır.
Hazret-i Muhammed aleyhisselam son peygamberdir, dini
kıyamete kadar bâkidir, miracı da haktır. Bütün peygamberler,
peygamberlikten önce de sonra da günah işlemezler. Kadınlardan
peygamber gelmemiştir.
Hazret-i İsa gelecek, Deccalı öldürecektir.
Evliyanın kerameti haktır.
Ebu Bekr-i Sıddık, bütün eshab-ı kiramdan üstündür.
Akıl baliğ olanın Allah’ı bilmemesi özür olmaz.
Kâfirin son nefesteki imanı makbul değildir.
İbadetler, ameller imanın parçası değildir. [Yani farzı
yapmayana kâfir oldu denmez.] Katillik, gasp, zina gibi büyük günah
işleyen müslümana kâfir oldu denilmez. Bir müddet sonra, dinden
çıkmayı niyet eden, o anda dinden çıkıp kâfir olur.
Elfaz-ı küfürden bir sözü, anlamını kabul etmese de söyleyen
kâfir olur. [Yani şaka olarak veya güldürmek için söylese yine küfür
olur. Mesela ben peygamberim dese küfür olur.] Sarhoş iken, elfaz-ı
küfrü söyleyene kâfir dememelidir.
Helal da haram da rızktır.
Kabir suali ve kabir azabı haktır.
Affa ve şefaate kavuşanlardan başka bütün günahkârlar,
günahlarının cezalarını çekeceklerdir.
Müminlerin, Cennete girmesi Allah’ın fazlındandır. Çünkü kimse
ameliyle Cenneti hak edemez.
İnsanlar, dirilince hesaba çekileceklerdir.
Kıyamet günü amellerin tartılması ve sırattan geçmek haktır.
Bu dünya sonradan yaratılmıştır.
Duaların etkisi vardır.
Dağlar kadar büyük günahı olanlar da, az veya çok şefaate
kavuşacaktır.
Cennet de Cehennem de şu anda mevcuttur.
İman ehli, günahların cezası olarak ebediyen Cehennemde
kalmayacaktır. [Cehennemde ebedi kalmak kâfirlere mahsustur.]
Amel imandan parça değildir
Sual: Amel imandan parça mıdır, yani bir farzı yapmayan veya
bir haramı işleyen kâfir olur mu?
CEVAP
Hayır, kâfir olmaz. Amel imandan bir parça olsaydı, her günah
işleyen kâfir olurdu. Hiç müslüman kalmazdı.
Mutezile ile Vehhabiler ve diğer bazı bid’at fırkaları, (Amel,
imandan parçadır) demişlerse de, amel, imanın parçası değildir.
Küfrün zıddı iman, günahın zıddı ise ibadettir. İmanı bırakan kâfir
olur, ibadeti terk eden günahkâr olur. Amelsiz iman makbuldür,
imansız amel ise makbul değildir. Kadınların muayyen hallerinde
olduğu gibi, namaz, oruç gibi ibadetleri bırakmak caiz ve gerekirken,
imanı hiçbir zaman bırakmak caiz olmaz.
Yalnız iman ile Cennete girilirse de, yalnız amel ile Cennete
girilmez. Amelsiz iman makbul, imansız amel ise makbul değildir.
İmanı olmayanların yaptığı ibadetler, ahirette hiçbir işe yaramaz.
İman başkasına hediye edilmez, fakat amelin sevabı, başkalarına
hediye edilir. İman vasiyet edilmez, fakat kendi için amel yapılması
vasiyet edilir. Ameli terk eden kâfir olmaz ise de, imanı terk eden
hemen kâfir olur. Özrü olan kimseden amel affolur ise de, iman
kimseden affolunmaz.
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
Sapık fırkalar, (Onlar, iman edip salih amel işlediler)
mealindeki (Rad) suresinin 29.âyet-i kerimesini delil gösterip, (Amel
imanın parçasıdır) dediler. Halbuki bu ve benzeri âyetler, amelin,
imanın içinde değil, dışında olduğunu gösterir. Eğer aksi olsaydı,
(ve amilussalihat) sözü lüzumsuz tekrar edilmiş olurdu. Mutezile
fırkasının [ve vehhabilerin], günah işleyenlerin ebedi Cehennemde
kalacağını söylemesi yanlıştır. Çünkü hadis-i şerifte, (İkrar ettiği
şeyi, inkâr etmeyen, kâfir olmaz) buyuruldu. Günah işleyen, tasdik
ettiği imanın esaslarını inkâr etmiş olmaz. Ahirette yalnız
imansızlara şefaat edilmez. Bu da, şefaat edilen günahkârların kâfir
olmadığını gösterir. Hadis-i şerifte, (Büyük günah işleyenlere
şefaat edeceğim) buyuruldu. Ebüdderda hazretleri, (Ya Resulallah,
zina ve hırsızlık eden de, şefaate kavuşacak mıdır?) diye sual etti.
Cevabında, (Evet zina ve hırsızlık edene de şefaat edeceğim)
buyurdu. İman ile ölen herkes, er geç Cennete girer.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Şirk üzere ölmeyen her mümine şefaat edeceğim.) [Bezzar,
Hakim, Beyheki]
(Zina etmiş, hırsızlık yapmış, içki içmiş mümin de Cennete
girer.) [Buhari]
(Kalbinde zerre kadar imanı olan Cehennemde kalmaz.)
[Buhari]
Günahkâr mümin, cezasını çektikten sonra, Cennete girer.
(Zina edenden, içki içenden iman çıkar) hadis-i şerifi,
günahkârların kâmil mümin olmadığını bildirmektedir. (İman, kalb
ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla ameldir) sözünün manası şudur:
İnsanda iman, vücuttaki baş gibidir. El kol gibi uzuvlar da ameller
gibidir. Elsiz, kolsuz insan olursa da, başsız insan olmaz. Normal bir
insan tarif edilirken, bütün azaları ile tarif edilir. Yani bazı azaları
eksik olsa bile insan yine insandır. Bunun gibi, kâmil mümin tarif
edilirken, amel de dahil edilmiştir. Eli ayağı kesik kimseye (yaşayan
ölü) dendiği gibi, büyük günah işleyene de, kâmil mümin değil
manasına "mümin değildir" buyurulmuştur. (İhya)
Şarap içeri, iman dışarı mı?
Sual: İslam Ahlakı kitabında, Hazret-i Osman’ın, "Allahü
teâlâya yemin ederim ki, bir kimse, şarap içerken, iman o
şaraba der ki, ey melun dur, ben çıkayım da ondan sonra sen
gir" dediği bildiriliyor. Bir de bu anlamda hadis-i şerifler de var:
(İnsan, mümin olduğu halde içki içemez.) [Nesai]
(Şarap içenin imanı, gömleğin sırttan çıktığı gibi çıkar.)
[Hakim]
(İçki ile iman, bir arada bulunmaz, biri, diğerini uzaklaştırır.)
[Beyheki]
(İçki içenin kalbinden iman nuru çıkar.) [Taberani]
Sualim, şarap içenin imanı çıkıyor mu, yani kâfir mi oluyor?
CEVAP
Hayır. Dinimizde amel imandan parça değildir, yani şarap içen
veya başka günah işleyene kâfir denmez. Amel imandan bir parça
olsaydı, her günah işleyen kâfir olur, hiç müslüman kalmazdı.
Hatta (amel imandan parçadır, günah işleyen kâfir olur) diyen
sapıklar da, müslüman olamazdı. Çünkü masum yani günahsız
olmak Peygamberlere mahsustur.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İmam-ı a’zam hazretleri, "Mümin büyük günah işlese de imanı
gitmez, kâfir olmaz” buyurdu. Günahı çok olan bir mümin, tevbesiz
ölmüş ise, Allahü teâlâ dilerse, günahlarının hepsini affeder, dilerse
günahları kadar azap eder; fakat sonunda yine Cennete koyar.
Ahirette kurtulmayacak olan yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar imanı olan
kurtuluşa erer. (2/67)
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: Günah işleyene kâfir
denmez. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Cebrail aleyhisselam, “Allah’a şirk koşmadan ölen her
Müslüman Cennete girer” dedi. Zina ve hırsızlık eden de
Cennete girer mi dedim. “Evet” dedi. Aynı suali üç defa
sordum. Üçüncüsünde ise “Evet zina ve hırsızlık eden mümin
de [Affa veya şefaate kavuştuktan sonra yahut sevabları
günahlarından çoksa veyahut günahının cezasını çektikten sonra]
Cennete girer” dedi.) [Buhari, Müslim, Bezzar]
Amel imanın parçası mı?
Sual: Amelin, imandan bir parça olmadığını biliyoruz, fakat
(İman, dille ikrar, kalble tasdik ve uzuvlarla amel etmektir)
mealindeki hadis-i şerifin manası nedir? Günah işleyene kâfir
denebilir mi?
CEVAP
Asla denemez. İmam-ı Gazâli hazretleri bu hadis-i şerifi şöyle
açıklıyor:
Bir hadis-i şerifte, (İkrar ettiği şeyi, inkâr etmeyen, kâfir
olmaz) buyuruldu. Bir Müslüman günah işleyince, tasdik ettiği
imanın esaslarını inkâr etmiş olmuyor. Ahirette yalnız imansızlara
şefaat edilmez. Bu da, şefaat edilen günahkârların kâfir olmadığını
gösterir. (İman, kalble tasdik, dille ikrar ve uzuvlarla ameldir)
ifadesinin mânâsı şudur:
İnsanda iman, vücuttaki baş gibidir. El, kol gibi uzuvlar da,
ameller gibidir. Elsiz, kolsuz insan olursa da, başsız insan olmaz.
Normal bir insan tarif edilirken, bütün uzuvlarıyla tarif edilir. Yani
bazı uzuvları eksik olsa bile insan yine insandır. Bunun gibi, kâmil
mümin tarif edilirken, amel de dâhil edilerek bildirilmiştir. Elsiz
ayaksız kimseye (Yaşayan ölü) dendiği gibi, büyük günah işleyene
de, (Kâmil mümin değildir) manasına (Mümin değildir)
buyurulmuştur. (İhya)
İman azalıp çoğalmaz
Sual: İman azalıp çoğalır mı?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İman kalbin tasdiki ve yakîni olduğundan, azalması, çoğalması
olmaz. Azalıp çoğalan bir inanış, iman olmaz. Buna zan denir.
İbadetleri, Allahü teâlânın sevdiği şeyleri yapmakla iman cilalanır,
nurlanır, parlar. Haram işleyince, bulanır, lekelenir. O halde,
çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı, imanın cilasının,
parlaklığının değişmesidir. Kendisinde azalıp çoğalmak olmaz.
Cilası, parlaklığı çok olan imana çok dediler. Bunlar, sanki, cilalı
olmayan imanı, iman bilmedi. Cilalılardan bazısını da, iman bilip,
fakat az dedi. İman, parlaklıkları başka başka olan, karşılıklı iki ayna
gibi oluyor. Cilası çok olup, cisimleri parlak gösteren ayna, az parlak
gösteren aynadan daha çoktur demeye benzer. Başka birisi de, iki
ayna müsavidir. Yalnız, cilaları ve cisimleri göstermeleri, yani
sıfatları başkadır demesi gibidir. Bu iki adamdan birincisi, görünüşe
bakmış, öze, içe girmemiştir. (Ebu Bekir’in imanı, ümmetimin
imanları toplamından daha ağırdır) hadis-i şerifi, imanın cilası,
parlaklığı bakımındandır. (Mektubat, m.266)
Not: Geniş bilgi için Vehhabilik maddesinde (Her günah
işleyen kâfir mi?) kısmına bakınız.
Ehl-i kıble kime denir?
Sual: (Bir insanda müslümanlık alametlerinden biri bile olsa,
mesela namaz kılsa, onda başka küfür alameti bulunsa da artık ehl-i
kıbledir, tekfir edilemez) sözü doğru mudur?
CEVAP
Doğru değildir. İslam âlimleri bunun aksini bildiriyor:
1- İmam-ı a’zam ve imam-ı Şafii, (Ehl-i kıble olana kâfir
denilmez) buyurdu. Bu söz, (Ehl-i kıble olan, günah işlemekle kâfir
olmaz) demektir. 72 sapık fırka, ehl-i kıbledir. İctihad yapılması caiz
olan, açıkça anlaşılamayan delillerin tevillerinde yanıldıkları için,
bunlara kâfir denilmez; fakat zaruri olan ve tevatürle bildirilmiş olan
din bilgilerinde ictihad caiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmayan,
sözbirliğiyle kâfir olur. Çünkü bunlara inanmayan, Resulullaha
inanmamış olur. İman demek, Resulullahın Allahü teâlâ tarafından
getirdiği, zaruri olarak bilinen bilgilere inanmak demektir. Bu
bilgilerden birine bile inanmamak küfür olur. (Milel-nihal)
[Resulullahın getirdiklerinden birine bile inanmayan kâfir olunca
Resulullaha inanmayanın kâfir olacağı açıktır. La ilahe illallah dediği
halde, kasten Muhammed-ün resulullah demeyen kâfirdir.]
2- 72 bid’at fırkası, namaz kıldığı ve her ibadeti yaptığı halde,
bir kısmı mülhid olmuş yani dinden çıkmıştır. Dinde sözbirliğiyle
bildirilen bir inanışı veya bir işi inkâr eden, kâfir ve mürted olacağı
için, La ilahe illallah dese, her ibadeti yapsa ve her günahtan da
sakınsa bile, artık buna ehl-i kıble denmez. (Hadika)
3- Zaruri din bilgilerinden veya iman edilecek şeylerden birine
bile inanmayan, La ilahe illallah Muhammed-ün resulullah dese
de kâfir olur. Sadece Allah’a inanmak kâfi değildir. Amentü’de
bildirilen altı husustan birini, mesela kaderi inkâr eden de kâfir olur,
bütün iyi amelleri yok olur. (Redd-ül-muhtar)
4- 72 bid’at fırkası ehl-i kıble olduğu için, bunlara kâfir denmez;
fakat bunların, dinde inanması zaruri olan şeylere inanmayanları
kâfir olur. (Mektubat-ı Rabbani 2/67, 3/38)
5- Meşhur bir farzı inkâr eden kimse, namaz kılsa da kâfir olur.
(Berika) [Mesela, günümüzde tesettüre gerek yok demek küfürdür.]
6- Bizim kıblemize dönerek namaz kılan herkes ehl-i kıble
sayılmaz. Kâfir oldukları icmayla sabit olan münafıklar da, kıblemize
dönüp namaz kılmaktadır. (Tabakat-üş-Şafii)
7- Her namaz kılana ehl-i kıble denmez. Bir hadis-i şerif meali
şöyledir:
(Yalan söyleyen, sözünde durmayan ve emanete hıyanet
eden, müslüman olduğunu söylese, namaz kılsa, oruç tutsa da
münafıktır.) [Buhari] (Burada bildirilen kimse, Allah rızası için değil,
inanmadığından dolayı, ibadetlerini gösteriş maksadıyla yaptığı için
münafık oluyor. Yoksa büyük günah işleyen kimse kâfir olmaz.)
8- İmanın 6 şartından birine inanmayan, namaz kılsa da kâfirdir.
(Eşiat-ül-lemeat)
9- Bir Müslümanın, bir sözünden veya bir işinden yüz şey
anlaşılsa, bunlardan 99’u küfre sebep olsa, biri Müslüman olduğunu
gösterse, o bir şeyi anlamak ve ona kâfir dememek gerekir; fakat bu
husus, bir sözün veya bir işin, yüz manası olduğu durum içindir.
Yoksa yüz sözden veya yüz işten biri imanı gösterse, 99’u küfrünü
gösterse, bu kimseye Müslüman denilmez; çünkü bir kimsenin
yalnız bir sözü veya bir işi bile, açık olarak küfrü gösterse, yani
imanı gösterecek hiçbir manası olmasa, o kimsenin kâfir olduğu
anlaşılır. Başka sözlerinin ve işlerinin imanı göstermeleri, imanlı
olduğunu bildirmeleri, o kimseyi küfürden kurtarmaz, Müslüman
olduğuna hükmedilmez. (Kıyamet ve Ahiret)
Müslüman olmanın en önemli alametlerinden birisi, namaz
kılmaktır. Cemaatle kılması da, ayrıca bir önem taşır. Buna rağmen
Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Ahir zamanda bir camide binden fazla kişi namaz kılacak;
fakat içlerinde bir tane mümin bulunmayacaktır.) [Deylemi]
Demek ki, müslüman olmak için, sadece müslüman
alametlerinin olması yetmez. Dinde zaruri bilinmesi ve inanılması
gereken bilgilerden, birini bile inkâr etmemesi şarttır.
Sual: Müslümanda, küfrü gerektiren bir durum görülse, buna
kâfir denir mi?
CEVAP
Müslüman olduğunu söyleyen, kelime-i şehadet okuyana,
şüphe ile küfür damgası basılamaz.
Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin bir işinde veya
sözünde birçok küfür alametleri ile bir iman alameti veya küfür
olması şüpheli olan bir alamet bulunsa, buna kâfir dememelidir.
Çünkü Müslümana iyi zan olunur. (Redd-ül-muhtar)
Küfür alametini dilediği açıkça anlaşınca, kâfir olur. Tevil
etmemiz fayda vermez. (Bezzâziyye)
Sual: 72 bid’at fırkasının Cehennemde günahları ve itikatlarının
bozukluğu kadar kaldıktan sonra Cennete gideceği hadis-i şeriflerle
ve İslam âlimlerinin sözleriyle bildirilmiyor mu?
CEVAP
Ama bid'at fırkası öyle olacak, her ehl-i kıble olan değil ki. Küfre
düşmemiş olanları öyle olacak. Küfre düşenleri sonsuz
Cehennemde kalacak.
Sual: (Günde beş defa Kâbe’ye yönelip, tehiyyatta kelime-i
şehadeti söyleyen, küfre düşüp küfrüne tevbe etmese de, küfrü
üzerinde sabit kalmaz) diyenler çıkıyor. Bu yanlış değil mi?
CEVAP
Bu söz ehl-i sünnet itikadına aykırıdır. İmam-ı a’zam hazretleri
buyuruyor ki: Tevbe için yalnız kelime-i şehadet söylemek kâfi
değildir, küfre sebep olan şeyden de tevbe etmesi gerekir. O şeyden
tevbe etmezse, namaz kılsa da kâfirdir.
Sual: Bazısı, (La ilahe illallah diyen Cennete girer) hadisine
göre, 72 dalalet fırkası da Cehennemde sonsuz kalmaz” diyor. Bu
açıklama doğru mudur?
CEVAP
Yanlıştır. Bir münafık da La ilahe illallah diyebilir. Kâfir olarak
ölenleri Cennete giremez.
Sual: Tekfir hastalığımızın özünde bir nevi kendimizi
ilahlaştırma virüsü vardır demek caiz mi?
CEVAP
Bu söz, Resulullaha ve İslam âlimlerine bir iftiradır. Hâşâ
Resulullah ve onun vârisleri olan ehl-i sünnet âlimleri, küfre
düşenleri tekfir ettikleri için kendilerini ilahlaştıran bir virüse mi
yakalanmışlardır? Bu ne çirkin iftira? İtikadı küfür olan dalalet ehli,
ehl-i kıble değildir, namaz kılsa da, her ibadeti yapsa da
Cehennemde sonsuz kalır. Ehl-i kıble olması için, küfür olan
itikadından tevbe etmesi lazım. Vesikalarını yukarıda bildirdik.
Günah işlemek ve iman
Sual: Günah işlemek ve işlemeye devam etmek insanın
imansız ölmesine sebep olmaz mı?
CEVAP
Büyük günahları işlemek ve devam etmek insanı küfre
sürükleyip, imansız ölmesine sebep olabilir.
Sual: Büyük günahlar nelerdir?
CEVAP
Büyük günahlardan bazıları şunlardır:
1- Bid'at sahibi olmak
2- Günah işlemeye devam etmek
3- Müslüman olduğuna şükretmemek
4- İmansız ölmekten korkmamak
5- Zulmetmek
6- Anaya-babaya âsi olmak
7- Doğru olsa da çok yemin etmek
8- Namazı öğrenmeye ve çoluk-çocuğa öğretmeye önem
vermemek
9- İçki içmek
10- Yalan yere evliyalık taslamak
11- Günahını küçük görmek
12- Kendini beğenmek
13- İlim ve ibadeti ile kendini üstün görmek
14- Haset etmek
15- Tecrübe etmeden bir kimseye iyi demek
16- Yalana, gıybete devam etmek
17- Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından uzak durmak
18- Kâfir olsa da komşusuna eziyet etmek
19- Dünya işleri için, çok sinirlenmek
20- Büyü yapmak
21- Salih olan mahrem akrabayı ziyareti terk etmek
22- Allahü teâlânın sevdiklerini sevmemek; sevmediklerini
sevmek
23- Mümin kardeşine üç günden fazla kin tutmak
24- Zina veya livata yapmak
25- Açık saçık giyinmek
26- Katillik
27- Hırsızlık
28- Uyuşturucu madde kullanmak
29- Gasp
30- Ramazan orucunu, açıktan yemek
31- Zaruretsiz faiz vermek
32- Haksız yere yetim malı yemek
33- Ölçü ve tartıda hile yapmak
34- Namazı vaktinden önce veya sonra kılmak
35- Kalb kırmak
36- Rüşvet almak
37- Malın zekâtını ve uşrunu vermemek
38- Canlı hayvanı ateşte yakmak
39- Kur'an-ı kerimi öğrendikten sonra, okumasını unutmak
40- Allah’ın rahmetinden ümidini kesmek
41- Hainlik etmek
42- Eshab-ı kiramdan herhangi birisini sevmemek
43- Namuslu kadına, kötü kadın demek
44- Müslümanlar arasında söz taşımak
45- Avret yerini açmak veya başkasının avret yerine bakmak
46- Emanete hıyanet etmek
47- Cimrilik
48- Dünyaya düşkünlük
49- Allahü teâlânın azabından korkmamak
50- Haramı haram helali helal bilmemek
51- Falcıların falına inanmak
52- Kadına, kıza yani harama bakmak
53- Kadınların erkek, erkeklerin kadın elbisesi giymesi
54- Ettiği iyiliği başa kakmak
55- Allah’tan gayriye yemin etmek. Mesela çocuğumun ölüsünü
öpeyim gibi
56- Küçük günahı işlemeye devam etmek
57- Bir namaz vaktini kaçıracak zaman kadar cünüp durmak
58- Çalgı çalmak ve dinlemek
59- İntihar etmek
60- Dinini öğrenmemek.
Günahı önemsiz saymak
Sual: Günahı önemsiz saymak ne demektir, nasıl olur?
CEVAP
Günahı önemsiz saymanın ne demek olduğu çok kimse
tarafından bilinmemekte, bu yüzden günahkârlara kâfir denmektedir.
Mesela (İçki içmeye devam eden kimse, haram olduğuna önem
verse, içmez, açık gezen bayan, bunun haram olduğuna önem
verse kapanır. O halde bunlar, işlediği günahlarına üzülmedikleri,
yani haramı önemsiz saydıkları için kâfirdir) demek yanlıştır.
Üzülmeyen, önem vermeyen kâfir olur ama, üzülmek, önem
vermemek ne demektir? Mesela namazını kılan bir bayan, açık
gezmenin günah olduğunu biliyorsa, (Kapanmak Allah’ın emri,
kapansak iyi olur ama, bu zamanda kapanamıyoruz) derse, bu
bayana kâfir denmez. Bunun gibi içki içen kimse de, (İçki haramdır,
fakat alıştık bırakamıyoruz) derse, bu kimseye kâfir denmez. Aksine,
hiç içki içmeyen birisi, (bir bardak şarap içmek günah sayılmaz)
dese küfre girer. Yahut, (Herkes açık geziyor, ne oluyor, biz de
geziyoruz, herkes içiyor, biz de içiyoruz, sarhoş olmadıktan sonra ne
zararı olur) diyerek haramı önemsiz saymak küfür olur.
Allahü teâlânın gazabı günahlar içinde saklıdır. Bir günah
yüzünden büyük azaba maruz bırakabilir. Yüz bin sene ibadet eden
iyi bir kulunu, sonsuz olarak Cehenneme koyabilir. Mesela yüz bin
sene itaat eden İblis, kibrederek secde etmediği için sonsuz olarak
Cehennemlik oldu. Âdem aleyhisselamın oğlu, bir adam öldürdüğü
için ebedi Cehennemlik oldu. Her duası kabul olan Belam-ı Baura,
bir günaha meylettiği için imansız gitti. Karun zekât vermediği için
malı ile helak oldu. O halde her günahtan kaçmaya çalışmalı. Bir
hadis-i şerifte, (Çok az bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve
insanların ibadetleri toplamından daha iyidir) buyuruluyor. Her
günah, Allahü teâlâya isyan olduğundan, büyüktür; fakat bazısı,
bazısına göre küçük görünür. Bir küçük günahı yapmamak bütün
cihanın nafile ibadetlerinden daha sevabdır, çünkü nafile ibadet
yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmaksa farzdır. (Rıyad-unnasıhin)
Günah işleyince de ümitsizliğe kapılmamalı, hemen tevbe
etmelidir. Mümin hem Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemeli, hem
de Ondan çok korkmalıdır. Hadis-i şerifte (Müminin kalbinde korku
ile ümit varsa, Allahü teâlâ onu umduğuna kavuşturur,
korktuğundan da emin eder) buyuruldu. Yani bir mümin, Allah’ın
azabından korkar, rahmetinden de ümidini kesmez, haramlardan
kaçıp ibadetlerini yapmaya çalışırsa Cennete gider.
Bir insan ne kadar büyük günah işlerse işlesin, Allah’ın
rahmetinden ümidini kesmemelidir. Hatta azılı bir kâfir bile tevbe
edip "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" dese, bütün
günahları affolur, tertemiz bir insan olur. Yani dünyada iken Allah’ın
affetmediği günah yoktur. Tevbe edince şirki yani kâfirliği de affeder.
Öldükten sonra artık kâfirlere af yoktur. Kur'an-ı kerimde, (De ki, ey
çok günah işlemekle haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden
[bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah, [iman
ehlinin] bütün günahlarını hiç şüphesiz affeder. Elbette O,
sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) buyuruluyor.
(Zümer 53)
Allahü teâlânın rızasının ve gazabının hangi işte, hangi sözde
olduğunu bilmeyiz. Bu bakımdan hiçbir sözü, hiçbir iyiliği ve
kötülüğü küçük görmemelidir. Cenab-ı Hak, rızasını iyilikler içinde,
gazabını da günahlar içinde saklamıştır. Önem verilmeyen bir
günah, Allah’ın gazabına sebep olabilir. Onun için sözümüze dikkat
etmeliyiz. Atalarımız, (Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir)
demişlerdir.
İbadet yapmamak, günahlardan kaçmamak insanın kalbini
karartır, zamanla küfre sokar, kâfir olur. Günahların hepsi Allah’ın
emrini yapmamak olduğundan büyüktür. İbni Münkedir hazretleri
ölüm döşeğinde ağlıyordu. Sebebini sordular. "Kasten büyük bir
günah işlemedim. Önemsiz saydığım küçük bir günah, Allah’ın
gazabına sebep olduysa diye korktuğum için ağlıyorum" dedi. İşte
böyle korkular müslümanın kurtuluşuna sebeptir. Çünkü hadis-i
şerifte, (Allahü teâlâ, kıyamette buyurur ki: "Dünyada iken bir
gün beni hatırlayıp ananı, benden bir kerecik korkanı,
Cehennemden çıkarın") buyuruldu.
Çok önemli tembih
Erkek olsun, kadın olsun, her Müslümanın, her sözünde, her
işinde, Allahü teâlânın emirlerine, yani farzlara ve yasak ettiklerine
yani haramlara riayet etmesi lazımdır. Bir farzın yapılmasına, bir
haramdan sakınmaya önem vermeyenin imanı gider. İmansız
kimse, kabirde azap çeker. Ahirette Cehenneme gider.
Cehennemde sonsuz yanar. Af edilmesine, Cehennemden
çıkmasına imkan ve ihtimal yoktur. Küfre düşmek çok kolaydır. Her
sözde, her işte küfre düşülebilir. Küfürden kurtulmak da çok
kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahi, her gün bir kere, Ya Rabbi,
bilerek veya bilmeyerek küfre sebep olan bir söz söyledim veya
bir iş yaptım ise, pişman oldum. Beni affet diyerek tevbe etse,
Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak affolur. Cehenneme gitmekten
kurtulur. Cehennemde sonsuz yanmamak için, her gün muhakkak
tevbe etmelidir. Bu tevbeden daha önemli bir vazife yoktur. Kul
hakkı bulunan günahlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk
edilmiş namazlar için tevbe ederken, bunları kaza etmek lazımdır.
(Seadet-i Ebediyye)
Günahı hafif görmek
Sual: Ehl-i sünnet itikadına göre amel imandan parça değildir.
Yani insan günah işlemekle kâfir olmaz. Bir de, (Günahı hafif
görmek, önem vermemek küfürdür) buyuruluyor. İçki içen, gıybet
eden, yalan söyleyen kimse, günah işlediği için kâfir olmuyor, fakat
bu günahları hafif görmese zaten bunları işlemez. Bunlar kâfir mi,
değil mi? Buradaki inceliği anlayamadım. Mesela namaz kılan bir
kadın, açık geziyor. Açık gezme günahını hafif görmese açık
gezmez. Allah'a imanı olmasa, namaz kılmaz. Bunun imanı var mı,
yok mu? Yine kitaplarda, (Ramazanda açıktan oruç yiyenlerin
imanı gider) deniyor. Hâlbuki oruç tutmamak günahtır, küfür
değildir. Günahı hafif görmek küfür olduğu gibi, kitaplarda sadece
farzı değil, sünneti bile hafif görenin, önem vermeyenin kâfir olacağı
yazıyor. Namazda takke giymek sünnettir. Önem vermezse kâfir
oluyor, (Önem verseydi giyerdi) diye hatırıma geliyor. İkindinin ve
yatsının sünnetini terk edenler için de aynı şeyi düşünmekten
kendimi alamıyorum. Hâlbuki sünneti yapmayan sevabdan mahrum
kalır, kâfir olmaz. İkisinin ortasını bulamıyorum. Bu konuda bir
açıklama mümkün müdür?
CEVAP
Hem namaz kılıp, hem de, çekinmeden günah işleyen kimse
için, kesin olarak (Günahı hafife alıyor) veya (Günahı hafife
almıyor) demek yanlış olur.
Devamlı açık gezen bir bayanın, açıklığı hafife almadığını
söylemek zordur. Devamlı içki içen veya başka günahı işleyen
kimse için de, (Bu günahı hafife almıyor) demek çok zordur. Günah
alışkanlık hâline gelince, hafife alınma tehlikesi başlar. Devamlı bir
veya birkaç günahı işleyen kimsenin tevbe etmesi güçtür. Tevbeyi
hatırına bile getirmez. Namaz kılan bir kimse, (Örtünmenin dinde
yeri yoktur) diye inansa kâfir olacağı gibi, örtünme emrini hafife
alınca da kâfir olur.
Ara sıra günah işleyen kimsenin günahı hafife aldığını söylemek
zordur. Böyle kişi tevbe de edebilir. Genelde ara sıra günah işleyen
kimse, günahı hafif gördüğü için değil, o anda basireti bağlanıyor,
gaflete düşüyor sanki farkında olmadan günah işliyor. Yoksa bir
Müslüman, günaha önem vermeden kasten günah işlemekten
çekinir.
(Ramazanda açıktan oruç yiyenlerin imanı gider) demek,
oruç tutmayan kâfir olur demek değildir. Oruç tutmamak ayrı, oruca
meydan okur gibi, başkalarını da oruç tutmamaya teşvik eder
şekilde açıktan oruç yemek ayrıdır. Bunda orucu hafife almak vardır.
Bir insan, aç kalırım korkusuyla, hastalanırım endişesiyle veya işimi
aksatır diye oruç tutmazsa, bunlar gerçekten geçerli bir sebep
olmasa da, yine bir mazeretle oruç tutmamış olur, orucu hafife almış
olmaz, yani küfür değildir.
Takke giymemek gibi, sünnetleri yapmayan, sünnete önem
vermediğinden değil, geçersiz de olsa, başka sebeplerle bunları
yapmıyor. Buna benzer sebeplerle sünnetleri yapmayana ve günah
işleyene kâfir dememelidir.
İmanın alameti
Sual: İnsan, kendisinin mümin olduğunu bilebilir mi? İmanın
alameti nedir?
CEVAP
İman, Amentü'de bildirilen altı esasa inanmaktır. Hadis-i şerifte
buyuruluyor ki:
(İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret
gününe, [yani Kıyamete, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana],
kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, ölüme, öldükten
sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah’tan başka ilah olmadığına ve
benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.)
[Buhari, Müslim, Nesai] (Bunları kalb ile tasdik etmek de şarttır.)
İmanın kuvvetli olmasının alametleri çoktur. Bu husustaki hadisi
şeriflerden birkaçı şöyledir:
(İmanı en kuvvetli mümin, güzel ahlaklı olandır. Yanına
herkes kolayca yaklaşır, geleni gideni çok olur. Herkesle iyi
geçinir. Çevresi ile iyi geçinemeyen de hayır yoktur.) [Taberani]
(Nerede olursa olsun, Allahü teâlâyı unutmayanın imanı
kuvvetlidir.) [Beyheki]
(Allah ve Resulünü her şeyden çok seven, sevdiğini yalnız
Allah rızası için seven ve ateşe düşmekten çok, küfre
düşmekten korkan imanın tadını bulur.) [Buhari]
(Birbirinizi sevmedikçe, iman etmiş olmazsınız.) [Taberani]
(Hayâ imandandır.) [Buhari]
(Temizlik imanın yarısıdır.) [Müslim]
(Ahde vefa [sözünde durmak] imandandır.) [Hâkim]
(Kendi aleyhine de olsa âdil davranmak imandandır.)
[Bezzar]
(Musibete sabretmek imandandır.) [Bezzar]
(İman çıplaktır. Elbisesi takva, süsü hayâdır, sermayesi
fıkıh, meyvesi ise ameldir.) [Deylemi]
(İman yetmiş küsur şubedir. En üstünü “La ilahe illallah”, en
aşağısı da, yolda sıkıntı veren bir şeyi kaldırmaktır. Haya da
imandan bir şubedir.) [Tirmizi]
(İman, namaz demektir. Namazı itina ile, vaktine, sünnetine
[ve diğer şartlarına] riayet ederek kılan mümindir.) [İ. Neccar]
(İmandan olan üç şey: Darlıkta infak etmek [Hayra
harcamak], rastladığı Müslümana selam vermek ve kendi
aleyhine de olsa adaletli davranmak.) [Nesai]
(Şu kimsenin imanı kuvvetlidir: Allah için yaptığı işlerde
tanınmaktan hiç korkmaz, gösterişten uzak amel işler, iki işten
biri ahirete, diğeri de dünyaya faydalı olsa, ahirete faydalı olanı
tercih eder.) [Deylemi]
(Kötüleyen, lanet eden, fuhuş konuşan ve hayâsız olan
mümin-i kâmil değildir.) [Buhari]
(Beni evladından, ana-babasından ve bütün insanlardan
daha fazla sevmeyen, iman etmiş olmaz.) [Buhari]
(Kendi istediğini insanlar için de istemeyen, imana
kavuşamaz.) [Ebu Ya'la]
Üst kısımdaki hadis-i şeriflere bakınca temiz olan herkes imanlı
olur gibi yanlış anlaşılır. Hâlbuki bir kâfir de temiz olabilir. Bir kâfir de
hayâlı olabilir. Bir kâfir de adaletli davranabilir. Bir kâfir de süsten
kaçabilir. Hadisleri âlimlerin açıklamaları ile okumak gerekir. Biz
okursak yanlış anlarız.
Günah için de durum aynıdır. Günah işleyene kâfir denmez.
(Söz taşıyan Cennete girmez) hadisinden maksat, günahının
cezasını çekmeden yahut affa, şefaate kavuşmadan giremez
demektir. (Gıybet eden Cehennemlik) hadisinden maksat,
sevapları günahlarından az olursa, gıybet Cehenneme götürür
demektir.
(Kalbinde zerre kadar kibir olan, Cennete giremez)
hadisinden maksat, günahının cezasını çekmeden yahut affa,
şefaate kavuşmadan Cennete giremez demektir.
Yine hadis-i şerifte, müminin her günahı yapabileceği, üç şeyi
yapamayacağı, bunlardan birinin de yalan olduğu bildirilmiştir.
Hadis-i şeriften zahire göre, yalan söyleyenin mümin olmadığı
anlaşılır. Kâmil mümin değil demektir. Ayrıca yalanın münafıklık
alameti olduğu bildirilmiştir. Yalan söyleyen münafık değildir, fakat
münafıklık alametinden birini işlemiş olur.
Bir zat, (Ya Resulallah, ana-baba, evladına zulmetse de
rızalarını almayan Cehenneme girer mi) diye sorunca, cevaben 3
defa (Evet zulmetseler de rızalarını almayan Cehenneme girer)
buyurdu. Sanki buradan ana babasının rızasını almayan kâfir gibi
anlaşılıyor. Hâlbuki öyle değildir. Günahlarının cezasını çekmeden
Cennete giremez demektir.
(Cimri, Cennete girmez), (Cimrilik küfürdür) gibi hadis-i
şerifleri açıklaması ile birlikte okumalıdır.
Açıklamasız okunursa yanlış anlamaya sebep olur. Cimrilik her
ne kadar kötü ahlaktan ise de, imansızlık değildir. (Cimri, günahının
cezasını çekmedikçe Cennete giremez) demektir. Hatta sevabı
günahından çok gelirse, Cehenneme girmeden de Cennete gider.
Affa ve şefaate uğrayarak da Cennete gidebilir.
Doğru imanın alameti
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Doğru imanın alameti, kâfirleri düşman bilip, onlara mahsus
olan ve kâfirlik alameti olan şeyleri yapmamaktır; çünkü İslam ile
küfür, birbirinin aksidir. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerine
hakaret ve kötülemek olur. Allah’ın düşmanlarını sevmek ve onlarla
kaynaşmak, insanı Allah’a düşman olmaya sürükler. Bir kişi, kendini
Müslüman zanneder. Kelime-i tevhidi söyler, inanıyorum der.
Namaz kılar ve ibadet yapar. Hâlbuki bilmez ki, Allah’ın dostlarını
sevmemek veya Allah’ın düşmanlarını sevmek onun imanını yok
eder. (1/163)
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(Allah’a ve kıyamet gününe iman edenler; babaları,
kardeşleri ve akrabası olsa da, Allah’ın ve Resulünün
düşmanlarını sevmez.) [Mücadele 22]
(Ey iman edenler, bana ve size düşman olanları dost
edinmeyin, sevmeyin!) [Mümtehine 1]
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Üç şey imanın lezzetini artırır: Allah ve Resulünü her
şeyden çok sevmek, kendisini sevmeyen müslümanı Allah
rızası için sevmek ve Allah’ın düşmanlarını sevmemek.)
[Taberani]
(İmanın en sağlam temeli ve en kuvvetli alameti, hubb-i
fillah, buğd-i fillahtır.) [Ebu Davud] (Buğz, sevmemek, düşmanlık
demektir. Buğd-i fillah, Allah için sevmemek, Allah için düşmanlık
etmek demektir. Zıddı olan Hubb-i fillah, Allah için sevmek, Allah için
dost olmak demektir.)
(Allah’ın düşmanlarını düşman bilmeyen, hakiki iman etmiş
olmaz.) [İ. Ahmed]
(Allah’ın dostunu seven, düşmanını düşman bilenin imanı
kâmil olur.) [Ebu Davud]
Kim imanlıdır?
Sual: Bir insan, kendisinin veya başkasının imanlı olup
olmadığını anlayabilir mi?
CEVAP
Evet, anlayabilir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Sevab işleyince sevinen, günah işleyince üzülen
mümindir.) [Tirmizi]
Namaz kılıyorsa, imanlı olduğu anlaşılır. Allah’tan korkup, bir
günahı bırakmışsa, bu da iman alametidir. Yahut günah işleyince
üzülmüşse, bu da imanlı olduğunu gösterir.
Müslümanları seviyor, din düşmanlarını, sevmiyorsa bu da iman
alametidir.
Bir başka hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Allah’ı seven, iman sahibidir.) [Deylemi]
Allah'ı sevmek demek, Onun dostlarını dost, düşmanlarını
düşman bilmektir. İmanın alâmeti, hubb-i fillah, buğd-i fillahtır. İmanlı
olup olmamak buradan belli olur. Mesela bir kimse, salih
Müslümanları seviyor, kâfirleri, bid’at ehlini sevmiyorsa, o kişinin
iman sahibi olduğu anlaşılır. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına da
uyuyorsa, artık onun Müslüman olduğunda hiç şüphe kalmaz.
İmanın zirvesine çıkmak
Sual: Hep Allah’ın varlığını ispat eden yazıları okumakla
kolayca imanın zirvesine çıkabilir miyiz?
CEVAP
O tip yazı okumakla imanın zirvesine çıkılmaz. Resulullah
efendimiz, zirveye nasıl çıkılacağını bildirmiştir. Bir hadis-i şerifte
buyuruluyor ki:
(Şunları yapmak imanı zirveye çıkarır:
1- Allah’ın hükmüne karşı sabretmek
2- Kaza ve kadere rıza göstermek
3- Tam tevekkül sahibi olmak
4- Allah’a tam teslim olmak.) [Ebu Nuaym]
Şimdi bu dört maddeyi kısaca açıklayalım:
Sabır:
Bir farzı yapmak veya bir günahtan kaçınmak sabırsız ele
geçmez. Resulullah efendimize (iman nedir?) diye sorulduğunda,
(Sabırdır) buyurdu. (Deylemi)
Sabır, acı ise de meyvesi tatlıdır. Üç hadis-i şerif meali:
(Sabrın imandaki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir.)
[Deylemi]
(Sabreden kuldan Allah razı olur.) [Deylemi]
(Sabırlı ve ihlaslı Cennete gider.) [Taberani]
Üç âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Sabredenlere mükafatları hesapsız verilir.) [Zümer 10]
(Sabredenlere [ihsanımı] müjdele!) [Bekara 155]
(Sabretmekte yarışınız!) [A.İmran 200]
Hazret-i Hızır, (Günah işlememeye sabretmek sayesinde ledün
ilmine kavuştum) buyurmuştur.
Kadere rıza:
Allah’tan gelen her şeye razı olmak büyük nimettir. Hadis-i
şeriflerde buyuruldu ki:
(Kadere rıza, saadet alametidir.) [Tirmizi]
(Şu 3 şeyi yapan dünya ve ahiret hayrına kavuşur: Kazaya
rıza, belaya sabır, rahatlıkta dua.) [Deylemi]
(Şu 3 şeyi yapan 40 evliyadan biri olur: Kazaya rıza, haram
işlememeye sabır, buğdi fillah.) [Deylemi]
(Hak teâlâ buyurdu: Kaza ve kaderime razı olmayan,
beğenmeyen ve belaya sabretmeyen, benden başka Rab
arasın!) [Taberani]
(Ya Rabbi, beni kaza ve kaderine rıza gösteren, belana
sabreden ve nimetlerine şükredenlerden eyle!) diye dua etmenin en
güzel dualardan biri olduğu bildirilmiştir.
Tevekkül:
Tevekkül farzdır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(İmanınız varsa Allah’a tevekkül edin.) [Maide 23]
(Tevekkül edene Allah kâfidir.) [Talak 3]
(Allah tevekkül edenleri sever.) [Al-i İmran 159]
En büyük makam, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmaktır.
Hasbiyallah, Allah bana yetişir, kâfi gelir demektir. İbrahim
aleyhisselam, ateşe atılırken, Hasbiyallah ve ni’mel vekil dedi ve
kurtuldu. Allahü teâlâ, Davud aleyhisselama şöyle vahyetti:
(Bir kul, kullara değil de bana ihlasla tevekkül ederse,
herkes ona tuzak kursa, ona mutlaka bir çıkış kapısı açarım. Bir
kul da bana değil mahlûka güvenirse, bütün yükseliş
sebeplerini keser ve çöküş yollarını kolaylaştırırım.) [İbni Asakir]
Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür.
Allah’a teslimiyet:
Teslim olmak, esir olmak, kul köle olmak demektir. Allah’a
teslim olmak da Allah’ın kulu olmak ve Onun her emrini yapmaya
hazır beklemek demektir. Zaten Müslüman, Allah’a teslim olan insan
demektir. Kur’an-ı kerimde de teslim olmak emredilir:
(Biz sadece Allah’a teslim olduk deyin!) [Bekara 136]
(Âlemlerin Rabbine teslim olarak namaz kılın.) [Enam 71, 72]
Belkıs imanını bildirmek için, (Âlemlerin Rabbi olan Allah’a
teslim oldum) dedi. (Neml 44)
Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Şu beş şey imandandır: Allah’a teslimiyet, kaderine rıza,
işini Allah’a havale etmek, ona güvenmek, musibete sabır.)
[Bezzar]
İşte bunları uygulayan imanın zirvesine çıkar.
Kâmil iman sahibi miyiz?
Sual: Olgun imana kavuştuğumuzu bilebilir miyiz?
CEVAP
Evet, bazı alametler vardır. İnsan bunlara bakarak kâmil iman
sahibi olup olmadığını anlayabilir. Mesela Hasan bin Muhammed
bin Hasan hazretleri buyuruyor ki:
Şu üç şeyi yapan kâmil iman sahibidir:
1- Sever ama sevgisi batıla düşürmez.
2- Kızar ama kızması haktan ayırmaz.
3- Güçlü iken de, hakkı olmayana el uzatmaz.
Eshab-ı kiram, “Biz, insanlardan gelen sıkıntılara
sabretmeyenleri, kâmil iman sahibi saymazdık” buyuruyorlar. Bir
âyet meali:
(Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara,
peygamberlere inanmak, Allah rızası için akrabaya, yetimlere,
yoksullara, yolda kalmışlara, saillere ve mükateb köle [ve
esirlere] sevdiği maldan harcamak, namaz kılmak, zekât vermek,
antlaşmada sözlerini yerine getirmek, sıkıntı, hastalık ve
savaşta sabretmektir.) [Bekara 177]
Bu âyet-i kerimede, insanı olgunlaştıran esaslar açıkça
bildirilmiştir. Bunlar da sağlam iman, iyilik, yardım ve nefsin ıslahıdır.
Bu hasletleri kendisinde toplayan bir kimse, iman ve itikadına göre,
sıdkla vasıflandırılmış, takva ile övülmüştür. Peygamber efendimiz,
(Bu âyetin bildirdiği hususlarla amel eden, kâmil iman sahibi
olur) buyurdu. (Tibyan)
Haramlardan kaçan ve ibadetleri yapan kâmil iman sahibidir.
İbadetleri yapıp imanıma bir zarar gelir diye korkanın ve
“Günahlarım çoktur, ibadetlerim beni kurtarmaz” diye düşünenin
imanı kuvvetli demektir. (Bezzâziyye)
Konu ile ilgili hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:
(Şu üç kimsenin imanı kemâle ermiştir:
1- Hiç kimsenin kınamasından korkmadan Allah yolunda
yürüyen,
2- Ameline riya karıştırmayan,
3- Dünya ve ahiretle ilgili iki işten ahirete ait olanı dünya
işine tercih eden.) [Deylemi]
(Şunları yapan kâmil imana sahiptir:
1- Allah için seven, Allah için buğzeden,
2- Diliyle de Allah’ı anan,
3- Kendisine hoş geleni, başkasına da hoş gören,
4- Kendisi için istemediği bir şeyi başkası için de
istemeyen,
5- Hayır konuşan veya susan.) [Taberani]
(Sevdiğini yalnız Allah için sevenin imanı kâmildir.)
[Beyheki]
(Allah’ın dostlarını sevip, düşmanlarını düşman bilenin
imanı kâmildir.) [Ebu Davud]
(İhsan sahibi olanın imanı kâmildir.) [İ.Ahmed]
(İmanı kâmil olan mümin, güzel ahlaka sahip olandır.)
[Taberani, Deylemi]
(Nerede olursa olsun, Allahü teâlâyı unutmamak, kâmil
imanı gösterir.) [Beyheki]
(Allah ve Resulünü her şeyden çok seven, sevdiğini yalnız
Allah rızası için seven ve ateşe düşmekten çok, küfre
düşmekten korkanın imanı kâmildir.) [Buhari]
(Belayı nimet, bolluk ve rahatlığı musibet saymayanın imanı
kâmil olmaz.) [Taberani]
(Komşusu, zararından emin olmayanın imanı kâmil
değildir.) [Bezzar]
İmanı kuvvetlendirmek için
Sual: İmanı kuvvetlendirmek için ne yapmalı?
CEVAP
İmanı kuvvetlendiren, tadını hissettiren çok şey vardır.
Bazılarını bildirelim:
1- Güzel ahlaklı olmak.
2- Hep Allahü teâlâyı hatırlamak.
3- İhlâslı olmak.
4- Cömert olmak.
5- Elinde olmadan, büyük belalara maruz kalmak. (Salih kimse
için)
6- Haramlardan kaçmak.
7- Küfre düşmekten çok korkmak.
8- Sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini Allah için
sevmemek.
9- Salih olmak.
10- Namaza çok önem vermek.
Bu konudaki hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:
(Kur’an okumak ve Allah’ı zikir imanı kuvvetlendirir.)
[Deylemi]
(Müslüman cömerdin imanı kuvvetlidir.) [Deylemi]
(Allah korkusundan dolayı harama bakmayan imanının
tadını alır.) [Taberani, Hâkim]
(Üç şey imanın tadını artırır: Allah ve Resulünü her şeyden
çok sevmek, kendisini sevmeyen Müslümanı Allah rızası için
sevmek ve Allah’ın düşmanlarını sevmemek.) [Taberani]
(İyilik edince sevinen, günah işleyince üzülen imanlıdır.)
[Taberani]
Sabah ve akşam şu duayı okuyan şirke düşmekten kurtulur ve
imanı kuvvetlenir:
(Allahümme inni euzü bike min en üşrike bike şey-en ve
ene a’lemü ve estağfirü-ke li-ma la-a’lemü inneke ente allamülguyub.)
[İ. Ahmed]
İmanın kuvveti
Sual: Bir insan, kendi imanının kuvvetli olup olmadığını
anlayabilir mi? Bu hususta bir mihenk taşı var mıdır?
CEVAP
Evet, vardır. Karşılaştığımız bir işi, şöyle yaparsak dünya
menfaatimizin olacağı, başka türlü yaparsak âhiret menfaatimiz
olacağı biliniyorsa, biz de âhiret menfaatimizi seçebiliyorsak,
imanımızın kuvvetli olduğu, dünya menfaatini tercih ediyorsak
imanımızın zayıf olduğu anlaşılır.
İmanın kısımları
Sual: İman kaç kısımdır?
CEVAP
İman, bir bütün olduğu halde kuvvet yönüyle üç kısımdır:
1- Dinin hükümlerini bilmeyen, ana-babasından gördüğü gibi
ibadet eden, inanan kimsenin imanına taklidi iman denir. Böyle
kimsenin imanının gitmesinden korkulur.
2- Dinin hükümlerini yani farz, vacip, sünnet, müstehap, mubah,
haram, mekruh ve müfsidi ilmihalden öğrenip amel eden kimselerin
imanına, istidlâli iman yani delil ile anlayarak bilmek denir. Böyle
kimselerin imanı kuvvetlidir.
3- Ariflerin imanıdır. Herkes dinsiz olsa, onun kalbine asla
şüphe gelmez. Onun imanı peygamber imanı gibidir. Buna hakiki
iman denir.
Peygamber efendimizin bildirdiği iman, acaba doğru mu diye
tahkik edilmez, yani araştırılmaz. İman, Muhammed aleyhisselamın,
peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye
ve felsefeye danışmaksızın, tasdik ve itikad etmektir, inanmaktır.
Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur, resulü
tasdik etmiş olmaz. Veya, resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki,
o zaman peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman
olmaz. Çünkü, iman parçalanamaz.
Peygamberlik makamı, aklın üstündedir. Peygamberin sözlerini,
akla uydurmaya çalışmak, Peygamberliğe inanmamak,
güvenmemek olur. Ahiret işlerinde, iman esaslarında Peygambere,
akla danışmadan tâbi olmak, uymak gerekir.
Tasavvufta fena makamına yükselmeyen [evliya olmayan]
gerçek imana kavuşamaz.
[Fena, Allah’tan başka her şeyi unutmak, kalbden dünya
sevgisini çıkartmaktır.]
Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki:
(Allahü teâlâyı tanımak iki türlüdür:
1- Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi tanımak,
2- Tasavvuf büyüklerinin tanımaları.
Birinci şekildeki imanda nefs azgınlığından vazgeçmemiştir.
İman gerçek değil, mecazidir. Bu iman gidebilir. İkincisinde nefs de
imana geldiği için iman yok olmaktan korunmuştur. (Ya Rabbi,
senden sonu küfür olmayan iman istiyorum) hadis-i şerifi ve
Nisa suresinin, (Ey iman sahipleri, iman edin) mealindeki 136.
âyet-i kerimesi de gerçek imanı bildirmektedir. Bu âyet, (Gerçek
imana kavuşun) manasındadır.
İmam-ı Ahmed hazretleri ilim ve ictihadda çok yüksek dereceye
sahip olduğu halde, gerçek imana kavuşmak için Bişr-i Hafi [ve
Zünnun-i Mısri] hazretleri gibi evliyanın sohbetinde bulundu.
İmam-ı a'zam hazretleri de, ömrünün son yıllarında Cafer-i
Sadık hazretlerinin sohbetinde bulunduktan sonra, (Bu iki yıl
olmasaydı, Numan helak olurdu), yani (Gerçek imana
kavuşamazdım) buyurmuştur. Her iki imam da ilimde ve ibadette
son derece ileri oldukları halde, tasavvuf büyüklerinin sohbetinde
bulunarak marifeti ve bunun meyvesi olan gerçek imanı elde ettiler.)
[C.2, m.106]
Senaullah-i Dehlevi hazretleri ise buyuruyor ki:
(Tasavvufta fena makamına kavuşan, muhakkak imanla ölür.
Bekara suresinin, (Allahü teâlâ imanınızı zayi etmez) mealindeki
143. âyet-i kerimesi ve, (Allahü teâlâ, kullarının imanlarını geri
almaz. Fakat âlimleri yok ederek ilmi geri alır) hadis-i şerifi,
gerçek imanın ve batın ilminin geri alınmayacağını göstermektedir.)
[İrşad-üt-talibin]
Taklit ile iman
Sual: Ehl-i sünnet olup olmadığı bilinmeyen, fakat âlim denilen
bir zata uymak caiz midir?
CEVAP
Ehl-i sünnet âlimi olduğu anlaşılmayan kimsenin sözlerinin,
kitaplarının ve kendisinin övülmesine, yaldızlı, ateşli propagandalara
aldanarak, buna uymak caiz değildir. Güvendiği kimselere
sormadan, iyi olduğu bilinmeden, itikadında, sözlerinde ve
ibadetlerinde ona uymak, insanı felakete götürebilir.
Müslüman olmak için, yani Allahü teâlânın varlığını, bir
olduğunu, kudretini, sıfatlarını anlamak için, zaten kimseyi taklide
ihtiyaç yoktur. Fen bilgilerini iyi öğrenen, aklı başında bir kimse,
yalnız düşünmekle, Onun var olduğunu anlar. Bu yolla Allah’ın var
olduğunu anlayan kimse, Müslümanlığı kabul ederse, dinimizin
kabul ettiği imana kavuşur. Eseri görerek müessirin, yani eseri
yapanın varlığını anlamamak, ahmaklık olur. Her insanın böyle
düşünerek Allah’a inanması dinimizin emridir. Allah’a inanan
kimsenin de, hak din olan İslam’ı bulması gerekir. Hak dine
inanmadan ben Allah’a inandım demek iman olmaz. Allah’ın
bildirdiği dine Onun bildirdiği şekilde inanmayan, Allah’a inanmış
sayılır mı hiç?
İtikadda, taklit ederek, işittiğine iman etmek caiz ise de, nazar
ve istidlal etmediği için, yani inceleyip araştırmadığı için, günah
işlemiş olur. Amelde, ibadetlerde, araştırmadan, bir mezhep
imamına tâbi olmak âlimlerin söz birliği ile caizdir. (Hadika)
Ana babasını, hocalarını taklit ederek, doğru itikada kavuşan
kimsenin imanı sahih ise de, nazarı ve istidlali terk ettiği için, yani
fen bilgilerini kısaca öğrenip, Allahü teâlânın varlığını düşünmediği
için, günah işlemiştir. Fen derslerini öğrenmemiş bir kimse, ana
babadan, kitaptan öğrenerek iman ettiği, düşünerek kabul ettiği,
aklını kullanarak inandığı için, istidlali terk etmiş sayılmaz diyen
âlimler de vardır.
İtikad edilecek şeyleri sorup öğrendikten sonra, hemen iman
hasıl olmuyor ki, buna taklit denilsin. Öğrendikten sonra, düşünmek,
beğenmek ve kabul etmek, ondan sonra iman etmek hasıl oluyor.
İslam’ın istediği iman budur. Öğrendikten sonra, düşünmeden,
beğenmeden, izansız olan iman, taklit ile iman olur. Delilsiz olur.
Kâfirlerin, ana babalarını görerek kâfir olmaları böyledir. İslam’ın
istediği iman, insanın izan ile, delil ile, kendi kararı ile olan imandır.
Kâfirlerin küfrü, kendilerinden hasıl olmayıp, ana babalarından
alınmaktadır. Onlardan kendilerine mal olmaktadır.
İmanda taklidin yeri yoktur. İbadetlerde taklit, Allahü teâlânın
emri ile hasıl olduğu için, öğretenler de, öğrenenler de, Cennete
kavuşacaklardır.
Peygamber efendimizin, Allahü teâlâdan getirip bildirdiği
şeylerin hepsine kalb ile inanıp, dil ile de söylemeye İman denir.
İmanın yeri Kalbdir. Kalb, yürek dediğimiz et parçasında bulunan bir
kuvvettir. Buna gönül de denir. İmanı söylemeye engel bulunduğu
zaman, söylememek affolur. Mesela korkutulduğu, dilsiz olduğu,
söyleyecek vakit bulamadan öldüğü zaman, söylemek gerekmez.
Anlamadan, taklit ederek inanmak da, iman olur. Allahü teâlânın var
olduğunu anlamamak, düşünmemek günah olur. Bildirilenlerden
birine inanmamak, hepsine inanmamak olur. Her birini bilmeden,
hepsine inandım demek de, iman olur.
İstidlal ile iman
Sual: İstidlal ile yani akıl ile bularak hasıl olan iman, taklit ile
yani başkasına uyarak hasıl olan imandan daha üstün değil midir?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Peygamberleri taklit ederek hasıl olan iman, iman-ı istidlalidir.
Çünkü böyle taklit eden kimse, Peygamberlerin bildirdiği her şeyin
doğru olduğunu, aklı ile, düşüncesi ile anlamıştır. Çünkü Allahü
teâlânın, bir kimsenin doğru olduğunu bildirmesi için, ona, mucizeler
vermesinden, o kimsenin elbette doğru sözlü olduğu anlaşılır.
Başkasına uyarak hasıl olan imanın kıymetsiz olması, babalarından
görerek iman etmektir. Peygamberlerin doğru söylediklerini,
bildirdikleri her şeyin doğru olduğunu düşünmeden, yalnız ana
babadan görerek hasıl olan imandır. Böyle olan iman-ı taklidi,
âlimlerin çoğuna göre kıymetsizdir. Mantığa dayanarak, akıl ile,
düşünce ile hasıl olan imana gelince, bu yoldan da dinin bildirdiği
imana gidilebilir. Fakat bu yoldan kavuşan pek azdır. Peygamberleri
taklit etmeye dayanmadan, yalnız istidlal ile iman hasıl etmeye
çalışanlara yazıklar olsun! Allahü teâlâ, imanın nasıl elde edileceğini
bize gösteriyor. Al-i İmran suresinin 53 âyetinde, (Ya Rabbi, senin
indirdiğine inandık, Resulüne uyduk) buyuruldu. (1/ 272)
Mukallitlikten kurtulmak
Sual: İmanda mukallitlikten kurtulmak için neyi bilmek lazımdır?
CEVAP
Yer, gök ve canlılardaki, kendi organlarındaki düzeni görüp,
işitip, öğrenip de bunları yapan bir varlığın mevcudiyetini düşünmek,
mukallit olmaktan çıkarır. Hepimiz imanda mukallit değil, amelde
mukallidiz.
Hubb-i fillah ve buğd-i fillah
Sual: Hubb-i fillah buğd-i fillah ne demektir?
CEVAP
Sevdiklerini sırf Allah rızası için sevmek, düşmanlık ettiklerine
de sırf Allah rızası için düşmanlık etmek demektir. Hadis-i şeriflerde
buyuruldu ki:
(İbadetlerin en kıymetlisi, Allah için sevmek ve Allah için
düşmanlıktır.) [Ebu Davud]
(İnsan, dünyada kimi seviyorsa, ahirette onun yanında
olacaktır.) [Buhari]
(Cebrail aleyhisselam gibi ibadet etseniz, müminleri, Allah
için sevmedikçe ve kâfirleri Allah için kötü bilmedikçe, hiçbir
ibadetiniz, hayrat ve hasenatınız kabul olmaz!) [Ey Oğul İlm.]
Allahü teâlâ, Hazret-i Musa’ya sordu:
- Ya Musa, benim için ne işledin?
- Ya Rabbi, senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim,
zikrettim.
- Ya Musa, kıldığın namazlar, seni Cennete kavuşturacak
yoldur, kulluk vazifendir. Oruçların, seni Cehennemden korur.
Verdiğin zekâtlar, kıyamette, sana gölgelik olur. Zikirlerin de, o
günün karanlığında, sana ışıktır. Bunların faydası sanadır.
Benim için ne yaptın?
- Ya Rabbi, senin için ne yapmak gerekirdi?
- Sırf benim için dostlarımı sevip, düşmanlarıma düşmanlık
ettin mi?
Musa aleyhisselam, Allahü teâlâyı sevmenin, Onun için olan en
kıymetli amelin, Hubb-i fillah ve Buğd-i fillah olduğunu anladı.
(Mektubat-ı Masumiyye)
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Muhammed aleyhisselama uymak için, Onu tam ve kusursuz
sevmek lazımdır. Tam ve olgun sevginin alameti de, onun
düşmanlarını düşman bilip sevmemektir. Sevgiye müdahene
[gevşeklik] sığmaz. İki zıt şeyin sevgisi bir kalbde, bir arada
yerleşemez. Cem-i zıddeyn muhaldir. Yani iki zıddan birini sevmek,
diğerine düşmanlığı gerektirir. (1/165)
Doğru imanın alameti, kâfirleri düşman bilip, onlara mahsus
olan ve kâfirlik alameti olan şeyleri yapmamaktır. Çünkü İslam ile
küfür, birbirinin aksidir. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerine
hakaret ve kötülemek olur. Allahü teâlâ, habibi olan Muhammed
aleyhisselama, İslam düşmanları ile savaşmayı ve onlara sertlik
göstermeyi emrediyor. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve
Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allah’ın düşmanlarını
sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allah’a düşman olmaya
sürükler. Bir kimse, kendini Müslüman zanneder, Kelime-i tevhidi
söyleyip, inanıyorum der. Namaz kılar ve ibadet yapar. Halbuki,
bilmez ki, böyle, [Allah’ın dostlarını sevmemek veya Allah’ın
düşmanlarını “şu iyilikleri de var” diye sevmek] gibi çirkin hareketleri,
onun imanını temelinden götürür. (1/163)
Muhammed Masum hazretleri buyurdu ki:
Sevgi, sevgilinin dostlarını sevmeyi, düşmanlarına düşmanlık
etmeyi gerektirir. Bu sevgi ve düşmanlık, âşıkların elinde ve
iradesinde değildir. Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin
düşmanlarından uzaklaşmadıkça sözünün eri sayılmaz. Buna
yalancı denir. Sevgi, sevgilinin her şeyini sevmeyi gerektirir.
Büyükler, (Sevdiğin zatı inciten kimseye gücenmez isen, köpek
senden daha iyidir) demişlerdir. Allahü teâlânın düşmanlarını
sevmek, insanı Allah’tan uzaklaştırır. Onun düşmanlarından
uzaklaşmadıkça, sevgiliye dost olunmaz. Kâfirleri sevmemek,
Kur’an-ı kerimde açıkça emredilmiştir. Kur’an-ı kerime uymamız
farzdır. (1/29)
Kâfirleri sevmeyi haram eden âyet-i kerimelerden birkaçının
meali şöyle:
(Ey iman edenler, Yahudileri de, Hıristiyanları da dost
edinmeyin! Onlar, [İslam’a olan düşmanlıklarında] birbirinin
dostudur. Onları dost edinen de onlardan [kâfir] olur. Allahü
teâlâ, [kâfirleri dost edinip, kendine] zulmedenlere hidayet etmez.)
[Maide 51]
(Ey iman edenler, benim ve sizin düşmanınız olanları dost
edinmeyin, onları sevmeyin!) [Mümtehine 1]
Allahü teâlâ, Eshab-ı kiramı, (Kâfirlere gadab ederler,
birbirlerine merhametlidirler) diye övmektedir. (Feth 29)
Halife Ömer’e, (Hire’li bir hıristiyan var. Çok zeki, yazısı da çok
güzel, bunu kendine kâtip yap) dediler. Kabul etmedi. Aşağıdaki
âyet-i kerimeyi okuyup, (Mümin olmayan birini dost edinemem)
dedi
Ebu Musel Eşari hazretleri anlatır: Halife Ömer’e dedim ki:
- Hıristiyan katibim çok işe yarıyor.
- Niçin, bir Müslüman katip kullanmıyorsun? (Ey müminler!
Yahudi ve hıristiyanları sevmeyin) âyetini işitmedin mi?
- Dini onun, katipliği benim.
- Allahü teâlânın hakir ettiğine ikram etme! Onun zelil
ettiğini aziz eyleme! Allah’ın uzaklaştırdığına yaklaşma!
- Basra’yı onunla idare edebiliyorum.
- Hıristiyan ölürse ne yapacaksan, şimdi onu yap! Hemen
onu değiştir!
Kâfirleri sevmemek gerekir ise de, dinimizin emri gereği, onlara
eziyet etmek, kalblerini incitmek haramdır. Sevmemek ayrı, onları
üzmek ayrı şeydir. Onlarla ticaret yapılır, aldatılmaz, kötülük
yapılmaz. Herkese olduğu gibi onlara da iyi davranmak lazımdır.
Hatta hidayete kavuşmaları, Müslüman olmaları için dua da edilir.
Dinimizde ırk üstünlüğü yoktur. Bir hadis-i şerifte, (İnsanlar
[insan olarak] bir tarağın dişleri gibi eşittir) buyurulmuştur. (İbni
Lâl)
Bunun için kâfir de olsa, bir kimseden kendini üstün görmek
caiz değildir. Çünkü kâfir, Müslüman olup ebedi saadete kavuşabilir,
Müslüman da, Allah korusun küfre düşüp Cehennemlik olabilir.
Kişi sevdiği ile beraber olur
Sual: Ahirette, kişi sevdikleri ile beraber olacağına göre, bir
kimse, hem Cennete gidecek iyileri, hem de Cehenneme gidecek
kötüleri severse, nereye gider?
CEVAP
İyi ile kötüyü sevmek, temiz ile pisliği karıştırmak demektir.
Karışım pis olur. Bir kimse, hem Peygamber efendimizi, hem de Ebu
Cehil'in itikadını sevse Cehenneme gider.
(Allah ve Resulünü seviyorum) diyen bir zata, Peygamber
efendimiz buyurdu ki:
(Kıyamette sevdiklerinle beraber olursun.) [Müslim]
Âlimler, (Kişi sevdiği ile beraber olur) hadis-i şerifini şöyle
açıklıyor:
Bir kimse, salih bir mümini sever, onun gibi itikada sahip olup,
onun gibi amel işlemeye gayret eder, Allah dostlarını dost, Allah
düşmanlarını da düşman bilirse, ahirette sevdiği kimse ile birlikte
Cennette olur.
Bir kimse de hem Müslümanları, hem de gayrimüslimleri sever,
gayrimüslimlerin itikadlarını beğenirse, gayrimüslimlerle birlikte
Cehenneme gider. (Kişi sevdiği ile birlikte olur) demek, sevdiği
kimsenin derecesine kavuşur demek değildir. Fakat iyileri sevdiği
için, Cennette onlarla birlikte olur. Herkes imanının parlaklığına,
kuvvetine göre farklı derecelerde bulunur. (Mektubat-ı Rabbani,
Hadika)
Ahirette iyilerle beraber olabilmek için, dünyada da onlarla
beraber olmak, onları sevmek, onların yolundan gitmek gerekir.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Arşın etrafında nurdan kürsülerde, nur gibi parlayan zatlar
bulunur. Peygamberler ve şehidler bunlara imrenir. Bunlar,
Allah için birbirini seven, Allah için buluşan, Allah için birbirini
ziyaret edenlerdir.) [Nesai]
(Allahü teâlâ buyurur ki: Benim için birbirini ziyaret eden
sevgimi kazanır. Benim için birbirini seven sevgime mazhar
olur. Benim için veren, sevgimi hak eder. Benim için birbirine
yardım eden, muhabbetimi kazanır.) [Hakim]
(Birbirini Allah için seven iki kişinin Allah katında en
kıymetlisi, arkadaşını daha çok sevendir.) [Hakim]
İsa aleyhisselam, (Allah düşmanlarına buğzederek, Allahü
teâlânın sevgisini kazanın! Onlardan uzaklaşarak Allah’a
yaklaşın! Onlara kızarak Allah’ın sevgisini arayın! Gördüğünüz
zaman Allahü teâlâyı hatırlatan, sözü ile iyiliklerinizi artıran ve
sizi iyiliğe teşvik edenlerle arkadaşlık ediniz!) buyurdu.
Allahü teâlâ Musa aleyhisselama: (Herhangi bir arkadaşın,
seni benim sevgime teşvik etmezse, o senin düşmanındır)
buyurdu.
(Allahü teâlâ, "Benim için birbirini seven, benim için
toplanıp dağılan, benim için birbirini ziyaret eden, benim için
birbirine yedirip içiren kimseleri severim" buyurdu.) [İ.Malik]
(Kıyamette Arşın gölgesinde bulunacak yedi sınıf kimseden
birisi de Allah için birbirini seven, Allah için toplanıp Allah için
dağılan kimselerdir.) [Buhari]
Böyle Allah sevgisi olur mu?
Sual: Bazıları hem Allah’ı seviyoruz diyorlar, hem de Allah’a
inanmayanlarla dostluk kurup, onlarla birlikte olmaktan rahatsız
olmuyorlar. Böyle Allah sevgisi olur mu?
CEVAP
Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler, Allahü teâlânın kâfirlere
düşman olduğunu, açıkça bildiriyor. Onun düşmanlarını seven, Onu
sevmiş olur mu? Kâfirler, Allahü teâlânın düşmanı olmasalardı,
(Buğd-i fillah) vacip olmazdı. İnsanı Allahü teâlânın rızasına
kavuşturacakların en üstünü olmaz ve imanın kemaline sebep
olmazdı.
Sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini
sevmemesi gerekir. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir.
Sevginin icabıdır. Burada, diğer işlerde gereken iradeye ve kesbe
ihtiyaç yoktur. Kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları, insana
sevimli görünür. Düşmanları, çok çirkin görünür. Bir kimse, birisini
seviyorum derse, onun düşmanlarından uzaklaşmadıkça, sözüne
inanılmaz. Ona münafık denir. Şeyhül-islâm Abdullah-ı Ensari diyor
ki: (Ben Ebul-Hasen Semunu sevmiyorum. Çünkü üstadım Hıdri’yi
üzmüştü. Bir kimse, hocanı üzer, sen de ondan üzülmezsen,
köpekten aşağı olursun.)
Allahü teâlâ, Mümtehine suresinin dördüncü âyetinde mealen,
(İbrahim’in ve Onunla beraber olan müminlerin sözlerinden
ibret alınız! Onlar, kâfirlere dediler ki, biz sizden ve
putlarınızdan uzağız. Dininizi beğenmiyoruz. Allahü teâlâya
inanıncaya kadar, aramızda düşmanlık vardır) buyurdu. Bundan
sonraki âyet-i kerimede mealen, (Bu sözlerinde sizin için ve
Allahü teâlânın rızasını ve ahiret gününün nimetlerini isteyenler
için, ibret vardır) buyurdu.
Buradan anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın rızasını kazanmak
isteyenlere, bu teberri [uzaklaşmak] gerekir. Allahü teâlâ mealen
buyuruyor ki, (Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemektir. İki
zıt şey, birlikte sevilemez.) Bir kimse, seviyorum dese, fakat Onun
düşmanlarından teberri etmese, bu sözüne inanılmaz. Al-i İmran
suresinin 28. âyetinde mealen, (Kâfirleri sevenleri, Allahü teâlâ,
azabı ile korkutuyor) buyurdu. Bu büyük tehdit, çirkinliğin çok
büyük olduğunu gösteriyor. (Mektubat-ı Masumiyye c.3, m.55)
Sevginin icabını yapsın!
Bir âlim, çarşıdan geçerken, çocuğun birinin bir ihtiyarın yüzüne
tokat vurduğunu görür. Fakat ihtiyar, hiç ses çıkarmaz. Âlim, hayret
edip sebebini sorar. İhtiyar der ki:
- Ben buna, hatta daha fazlasına layığım.
- Niçin?
- Çocuktan sor!
Âlim çocuğa sorar:
- Evladım ihtiyara niçin tokat attın!
- Amca bu ihtiyar, bizi sevdiğini söylüyor. Fakat iki gündür, bizi
görmeye gelmedi. Ya seviyorum iddiasında bulunmasın! Yahut
sevginin icabını yapsın!
Âlim, ağlayarak der ki:
(Bir mahlûku sevdiğini söyleyip de, sevgisinin gereğini
yapmayan tokat yerse, ya Halıkı sevdiğini söyleyip sevginin hakkını
vermeyenin hali nice olur? Elbette Rabbinden uzaklaşmak elemine
maruz kalır.)
İmanın sahih ve muteber olması için gerekli şartlardan bazıları:
1- Havf ve reca arasında olmak: Yani Allah’ın azabından
korkup, rahmetinden ümit kesmemek.
2- Can boğaza gelmeden ve güneş batıdan doğmadan önce
iman etmek.
3- Küfür alameti kullanmamak ve küfrü gerektiren söz
söylememek.
4- Sevgi ve buğzu yalnız Allah için olmak. Kâfirleri dost edinmek
küfürdür.
5- Ehl-i sünnet vel cemaate uygun itikad etmek. (R. Nasıhin)
Allah’a imanın şartı
Sual: S. Ebediyye’de, (Müslümanları sevmek, kâfirleri
sevmemek, imanın şartıdır) deniyor. İmanın altı şartı arasında,
böyle bir şart var mı?
CEVAP
İmanın şartlarından ilki, Allah’a imandır. İman etmek için,
sadece Allah var demek yetmez, Allah’ı sevmek de şarttır. Bu
sevginin şartı da, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.
İmanın altı şartında Allah’ı sevmek, onun sevdiklerini sevip,
düşmanlarını sevmemek de var. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah’a ve kıyamet gününe iman edenler; babaları,
kardeşleri ve akrabası olsa da, Allah’ın ve Resulünün
düşmanlarını sevmez.) [Mücadele 22]
Cenab-ı Hak, Hazret-i İsa’ya buyurdu ki: (Yer ve göklerdeki
bütün mahlûkatın ibadetlerini yapsan, dostlarımı sevip,
düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, faydası olmaz.) [K. Saadet]
Birkaç hadis-i şerif meali de şöyledir:
(İmanın esası ve en kuvvetli alameti, hubb-i fillah, buğd-i
fillah, yani Allah için sevgi, Allah için buğzdur.) [Ebu Davud, İ.
Ahmed, Taberani]
(Din, Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir.) [Ebu
Nuaym, Hâkim]
(Üç şey imanın lezzetini artırır:
1- Allah ve Resulünü her şeyden çok sevmek,
2- Kendisini sevmeyen Müslümanı Allah rızası için sevmek,
3- Kâfirleri [onlar kendisini sevseler de] sevmemektir.)
[Taberani]
Sual: Bir âlime (Hocandan ne öğrendin?) diye soruyorlar. O da,
(Hubb-i fillah, buğd-i fillah, yani kimler sevilir, kimler sevilmez onu
öğrendim) diyor. Bu o kadar önemli bir husus mudur?
CEVAP
Çok önemli bir husustur. İmanın da, ibadetlerin de esası, temeli
bu husustur. Elli dört farzdan birisi de budur. Hubb-i fillah, Allah için
sevmek, Allah için dost olmak, buğd-i fillah, Allah için buğzetmek,
dargın durmak, sevmemek demektir. Bu husustaki hadis-i
şeriflerden birkaçının meali:
(Allah için seven, Allah için düşmanlık edenin imanı
kâmildir.) [Ebu Davud, Tirmizi]
(İmanın temeli, Müslümanları yani Allah’ın dostlarını
sevmek ve kâfirleri yani Allah’ın düşmanlarını, din düşmanlarını
sevmemektir.) [İ.Ahmed]
İbadeti, takvası ihlâsı çok olan Müslümanı, az olandan daha çok
sevmek gerekir. Sevmek demek, onların yolunda bulunmak
demektir. İsyanı daha çok olan, küfrü ve fuhşu yayan kâfirleri daha
çok sevmemek gerekir. Allah için düşmanlık edilmesi gerekenlerin
başında, insanın kendi nefsi gelir.
Kötüye iyi demek
Sual: Enver, Talat ve Cemal paşalar gibi, Osmanlı devletinin
son döneminde yaşayan bazı kimselerin yaptığı kötülükleri çeşitli
yayınlardan okuyoruz. Bunlardan mason olanına, "iyi paşaydı, iyi
askerdi" demek uygun olur mu?
CEVAP
Mason olan birisine iyi paşa demek, bunlara karşı sevgiye
sebep olur. Kâfirleri sevmemek, imandandır.
Eskiden vehhabilerin elinde olan ülkelere imrenip de,
vehhabilere sevgi beslemesinler diye, âlimler, talebelerini umreye
göndermemişlerdir. Hatta hacca giderken de, onların yaptığı
eserlere rağbet edilmemesini, dünya işlerinde bile olsa yaptıklarını
beğenmemelerini söylemişlerdir.
İttihatçı masonlara, iyi paşa demek tehlikelidir.
Allah için sevmek
Sual: Bir arkadaşı, Allah için sevmenin önemi nedir?
CEVAP
Sevdiğini Allah için sevmek, imanın temelidir. Hadis-i şeriflerde
buyuruluyor ki:
(Allahü teâlâ Kıyamette buyurur ki: Benim azametim için
birbirini sevenleri, hiçbir himayenin bulunmadığı bugün,
rahmetim altında himaye ederim.) [Müslim]
(Allah için dost olan kimseyi, Allahü teâlâ, Cennette hiçbir
ameliyle ulaşamayacağı yüksek dereceye yükseltir.) [İ. Ebi-ddünya]
(Kıyamette Arş’ın etrafında, yüzleri ayın on dördü gibi
parlayan insanlar için kürsüler kurulur. Herkes feryat ve figan
ederken onlar sakindir. Herkes korku ve dehşet içindeyken
onlar üzülmez. Bunlar, Allah için birbirini sevenlerdir.) [Hâkim]
(Cennetin güzel köşkleri, Allah rızası için birbirini sevenler
içindir.) [Ebu-ş-şeyh]
Allahü teâlâ, (Ya Davud, beni sevmekte sana uymayanla,
arkadaşlık etme! Çünkü onlar senin düşmanındır, kalbini
karartır ve seni benden uzaklaştırmaya çalışır) buyurdu. (İ.
Gazali)
Hadis-i kudside Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Benim için birbirini sevenler, kıyamette nurdan öyle
minberler üzerinde bulunur ki, sıddıklar, şehidler ve
peygamberler onların makamına imrenirler.) [Taberani]
Kendisi için istemek
Sual: Buhari’deki, hadiste, (Kendisi için sevdiğini, din
kardeşi için de sevmeyen gerçek mümin olamaz) deniyor. Kötü
birisini veya bir kâfiri düşünelim, kumarı sever, içkiyi sever, çalgıyı
sever, haramları sever. Şimdi bu kimse, kendi sevdiği şeyleri,
kardeşi için sevmezse, gerçek mümin olamıyor mu?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri, (Şartsız bildirilen hükümlerin, şartları
olduğu bilinmelidir) buyuruyor. Yukarıda bildirilen hadis-i şerifin bazı
şartları vardır. Hadis-i şerifte mümin kişiden bahsediliyor.
Mümin kendisi için iyi şeyleri ister. Şehid olmak ister, Cennet’e
gitmek ister. Sağlıklı yaşamayı ister. Helal, temiz ve iyi mal ister.
Kendisi için istediği bu şeyleri mümin kardeşi için de ister.
İstemezse, hakiki iman sahibi olamaz. Kendisi için istemediğini
mümin kardeşi için de istemez. Başka bir hadis-i şerifte de, hubb-i
fillah ve buğd-i fillahın bir anlamının da, kendisi için sevdiğini,
başkaları için de sevmek, kendisi için sevmediğini başkaları için de
sevmemek demek olduğu bildirilmiştir. Demek ki gerçek mümin,
istediğini Allah için isteyecek, istemediğini de Allah için istemeyecek.
Kendisi için istediği nimetleri din kardeşi için de isteyecek, kendi için
istemediği felaketleri din kardeşi için de istemeyecektir.
Sevmek ve iman
Sual: (Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız)
hadisinden maksat nedir? Bir Müslümanı sevmemek imansızlık
mıdır?
CEVAP
Müslümanı, Müslüman olduğu için sevmek zorundayız. Buna
hubb-i fillah yani Allah için sevmek denir. Bir Müslüman bize
zulmettiği için, alacağımızı vermediği için veya başka yanlış
işlerinden dolayı sevmezsek imanımıza zararı olmaz, çünkü imanını
değil, yanlış hareketlerini sevmiyoruz. Din kardeşlerimizi sevmek ve
onlarla beraber olmak ise, iman alametidir.
Sevgide ölçü
Sual: Bir kimsenin, Allah'ı, Resulünü, İslâm âlimlerini ve
hocasını sevdiği nasıl anlaşılır?
CEVAP
Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasakladıklarından kaçan
kimse, Allah'ı seviyor demektir. Onun emir ve yasaklarına riayet
etmeyen de sevmiyor demektir. Mesela namaz kılmayan ve diğer
ibadetleri yapmayan, içki içen ve diğer haramlardan kaçmayan
kimsenin, (Allahü teâlâyı seviyorum) demesi yalan olur.
Diğerlerini sevmek de böyledir. Mesela sünnetlere riayet
etmeyen, Resulullah'ın bildirdiklerini yapmayan kimse, onu sevdiğini
nasıl iddia edebilir ki?
Hanefî mezhebinin bildirdiği hükümleri beğenmeyen ve o
hükümlere uymayan kimsenin, İmam-ı a'zam hazretlerini ve diğer
Hanefî imamlarını sevdiğini söylemesinin ne önemi olur? Bir
mezhep mensubu olduğu hâlde, diğer mezhepleri hak bilmeyen,
ihtiyaç hâlinde onları taklit etmeyen, onların hükümlerini yanlış bilen,
o âlimleri sevdiğini nasıl söyleyebilir ki?
Hocasının bildirdiklerini yapmayanın ve onun talebelerini
sevmeyenin, (Ben hocamı seviyorum) demesi sözden öteye
gidemez.
Özetle sevgi için şu beş şart lazımdır:
1- İtaat varsa, sevgi var; itaat yoksa sevgi de yoktur.
2- Ondan çok bahseder, çok bahsedilmesini de ister. Hatırında
hep o vardır, hep onu düşünür. Onu, dil ile, beden ile över. Malını o
yolda harcar.
3- Her zaman ona dua eder. Onun sıkıntısıyla üzülür, onun
sevinciyle sevinir.
4- Onu sevenleri sever, onun sevmediklerini sevmez.
5- Onun her şeyi sevgili ve güzel görünür. Hattâ sevgilinin
köyünün köpekleri, diğer köyün köpeklerinden daha sevgili
olmadıkça o sevgide samimiyet yoktur.
Arkadaşın dini
Sual: (Kişinin dini arkadaşının dini gibi olur. Öyle ise,
kiminle arkadaşlık yaptığınıza dikkat edin!) hadisi bana ters geldi.
Biz bir ateistle veya bir Yahudi ile arkadaşlık ediyorsak, biz de onun
gibi mi oluruz? Yahut o bizim gibi mi olur? O kendi dininde, biz kendi
dinimizde kalamaz mıyız?
CEVAP
Arkadaş, dini ve maksadı aynı olan ve Allah rızası için sevilen
kimse demektir. Yediği içtiği ondan ayrı gitmez. Onun için malını,
hattâ canını feda eder. Yoksa iş veya mesai arkadaşı yahut iş ortağı
demek değildir. İyi, kötüyü, mümin, kâfiri sevemez. İyi ile kötü,
ateşle su veya ateşle barut arkadaş olamaz. Biri diğerine zarar verir.
Ateş barutu yakar, su da ateşi söndürür. Hristiyan’la Müslüman da
arkadaş olursa, biri dininden olabilir. Ya Müslüman dinden çıkar
veya Hristiyan Müslüman olur.
Müslüman biri, bir dinsizi veya başka gayrimüslimi kesinlikle
sevemez. Sevebiliyorsa ya imanı çok zayıftır veya o da dinsizdir.
Herkes, sevdiği kimselerle arkadaş olur. Bir Müslüman, bir dinsizin
dinsizliğini sevse, Müslümanlıktan çıkar. Dinimizde hubb-i fillah ve
buğd-i fillah vardır. Yani sevmek de, sevmemek de Allah için
olmalı. Müslüman, Allah düşmanlarına düşman, Allah dostlarına
dost olur. Bir dinsiz, iş arkadaşımız olabilir, yol arkadaşımız olabilir,
ama can dostumuz olamaz.
İman ve İslam farklı mıdır?
Sual: Ehl-i sünnet âlimleri, imanı ve İslam’ı nasıl tarif etmiştir?
CEVAP
Ehl-i sünnet âlimleri, Peygamber efendimizin bildirdiği tarifi
aynen aktarıyor. İman, Amentü’de bildirilen altı esasa inanmaktır.
Amentü olarak bildirilen hadis-i şerifin meali şöyledir:
(İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret
gününe, [yani Kıyamete, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana],
kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, ölüme, öldükten
sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah’tan başka ilah olmadığına ve
benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.)
[Buhari, Müslim, Nesai]
Meşhur Cibril hadisi de, imanın ve İslam’ın şartlarını açıklıyor:
Hazret-i Ömer anlatır:
Bir gün, Resulullahın yanında oturuyorduk. Tanımadığımız bir
adam gelip sordu:
- İslam ne demektir ya Resulallah?
- Kelime-i şehadet söylemek, her gün beş vakit namaz
kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak, zekât vermek ve gücü
yeterse Hacca gitmek.
- Doğru söyledin. İman ne demektir? [Biz bu kimsenin hem
sorup hem de doğru diye tasdik etmesine hayret ettik.]
- İman, Allah’a ve Meleklere ve Kitaplara ve Peygamberlere
ve kıyamet gününe ve hayrın şerrin, Allah’ın takdiri ile
olduğuna inanmaktır.
- Doğru söyledin. İhsan ne demektir?
- Allahü teâlâya, Onu görür gibi ibadet etmendir. Sen Onu
görmüyor isen de, O seni hep görmektedir.
- Kıyamet günü ne zaman olacaktır?
- Bunu, kendisinden sorulan, sorandan daha iyi bilmez.
Kıyametin alametlerini sordu. Resulullah da bildirdi. O kimse
gittikten sonra, Resulullah bize dönerek, (Bunları sorup giden,
Cebrail aleyhisselam idi. Size dininizi bildirmek için gelmişti)
buyurdu. (Müslim, Nesai, Ebu Davud, Tirmizi)
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Bazısı hayrın anahtarı, şerrin kilididir. Bazısı da, şerrin
anahtarı, hayrın kilididir. Allah’ın hayrın anahtarını verdiği
kimselere müjdeler olsun, şerrin anahtarlarını verdiği kimselere
de yazıklar olsun.) [İbni Mace, Ebu Davud, Taberani, İbni Hibban]
Bu hadis-i şerif de gösteriyor ki, hayır da şer de Allah’tandır. Şu
âyet-i kerime de, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğunu bildirmektedir:
(Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri
de acele verseydi, elbette onların hepsi helak olurdu. Fakat bize
kavuşmayı ummayanları [ahireti, dirilmeyi inkâr edenleri] biz,
azgınlıkları içinde bocalar bir halde bırakırız.) [Yunus 11]
Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Kul hayır veya şer ister, Allah
da kabul ederse kul irade-i cüziyyesi ile onu işler. Allah izin
vermezse, kul hayrı da, şerri de işleyemez. Onun için
Peygamberimiz, (Hayır da, şer de Allah’tandır) buyurmuştur.
Yoksa kimseye zorla hayır veya şer işletmez. Öyle olsa, şer işleyen
kimse, “falancaya hayır işlettin bana niye şer işlettin” der. Cebriye
fırkası, hayrı da şerri de Allah zorla işletir der, Mutezile ise, hayra da
şerre de Allah karışmaz, ikisini de kul yaratır der. Bunun ikisi de
yanlıştır.
Sual: İman-İslam, Mümin-Müslüman aynı mıdır, ayrı mıdır?
CEVAP
İman, sözlükte, bir kimseyi tam doğru sözlü bilmek, ona
inanmak, korkusuz olmak demektir. İslam ise, teslim olmak ve
kurtulmak demektir. Istılahta yani deyim olarak farklıdır.
İman, Amentü’de bildirilen altı esasa inanmak ve Allahü teâlâ
tarafından bildirilen emir ve yasakların tamamını kabul etmek,
beğenmek ve inandığını dil ile de söylemek demektir.
Dinimizdeki hükümlerin tamamına İman ve İslam denir. Hepsi
kısaltılarak, Amentü’de altı madde haline getirilmiştir. Amentü’de
bildirilenlere inanana Mümin veya Müslüman denir. İman ve İslam
birdir.
İman sadece inanmak, İslam da uygulamak olsa idi, İslam’ın
şartı beş değil dört olurdu. Birinci şart kelime-i şehadet getirmek
yani inanmak, ötekiler ise ameldir. Hepsine birden İslam’ın şartı
deniyor. İman edip de diğer dört şartı da yapana Müslüman deniyor.
Amel edilecek, yani kalb ile ve beden ile yapılacak ve
sakınılacak şeylere, İslamiyet denir. İman, kalb ile olur. İslam, kalb
ve lisan ile birlikte olur. İman kalbe mahsustur. İslam ise, kalbin,
lisanın ve bedenin umumuna şamildir. Kalbdeki iman ile kalbdeki
İslam birbirlerinin aynıdır.
İman, muma benzer, Ahkam-ı İslamiye mum etrafındaki fener
gibidir. Mum ile birlikte fener de, İslamiyet’tir. İmansız, İslam olamaz.
İslam olmayınca, iman da yoktur.
İman eden, Allahü teâlânın emirlerine teslim olur, yani
Müslüman olur. Kısacası, her mümin Müslümandır; her Müslüman,
mümindir. İman ve amel bilgilerine İslamiyet denir.
İman ve İslam
Sual: Hucurat suresinde, (Bedeviler, “İnandık” dediler. De ki:
Siz iman etmediniz; fakat “İslam olduk” deyin) deniyor. İmanla
İslam, yani Müslümanla mümin farklı mı da böyle bildiriliyor?
CEVAP
Kelime olarak farklıysa da, mana olarak farklı değildir. İslam
olmak, terim olarak değil de, kelime anlamı itibariyle, teslim olmak,
boyun eğmek, anlaşmayı kabul etmek demektir. İslam kelimesinin
manası bilinirse mesele kalmaz. Bu âyet-i kerimede, ganimet
hevesiyle Müslüman görünen bazı Bedeviler, sadaka almak için,
(Biz iman ettik) dedikleri zaman, onlara, (Hayır, siz iman
etmediniz, kalben tasdik etmediniz, kılıç korkusundan ve İslam
nimetinden faydalanmak için Müslüman göründünüz. İman ettik
demeyin, biz size teslim olduk, boyun eğdik deyin) denmiştir.
Tefsir kitaplarında bildiriliyor ki:
Âyet-i kerime, Esed bin Huzeyme oğullarından, bedevi olan
Araplar hakkında inmiştir. Bunlar, Resulullahın huzuruna bir kıtlık
yılında gelmiş ve zahiren kelime-i şehadet getirmişti; ancak inanmış
değillerdi. Medine yollarını pisliklerle berbat etmiş, fiyatların
yükselmesine sebep olmuşlardı. Resulullaha, (Biz sana yüklerimizle,
ailelerimizle birlikte geldik. Başkaları seninle çarpıştığı gibi, biz de
seninle savaşmadık. Bunun için bize zekât mallarından bir şeyler
ver) demeye ve Peygamber efendimize minnet etmeye
başlamışlardı. Allahü teâlâ da, onlar hakkında bu âyet-i kerimeyi
indirdi. Allahü teâlânın, (Fakat teslim olduk deyin) buyurması,
(Öldürülmek ve çoluk çocuğumuz esir alınmak korkusuyla teslimiyet
gösterdik deyin) demektir. İşte bu, münafıkların vasfıdır; çünkü onlar
kalble tasdik etmeden, inanmış görünmekle, ölüm ve esaretten
kurtuldular. İmanın gerçeğiyse, kalble tasdiktir. Müslüman olduk
demek, Peygamberin getirdiklerini zahiren kabul etmektir. Bu da
ancak, dünyada kişinin kanını dökülmekten kurtarır. (Kurtubi)
Sual: Hıristiyanlarla iman birliğimiz var diyen bir yazar, şunları
yazıyor:
“Bir Alman Müslüman bana, (Sizler hep İslam’ı
anlatıyorsunuz. Halbuki insanların ihtiyacı İslam’a değil,
imanadır) dedi. Bir hoca da vaazında, (Yeryüzü bir kitaptır.
Bitkiler, varlıklar da bu kitabın harfleridir, satırlarıdırlar. Bu
kitabı iyi okuyan imanı öğrenir. Kâinatın bir yaratıcısı olduğunu
anlar. Bitkiler çamur yer bize meyve verir. Hayvanlar ot yer,
bize et verir, süt verir. Bunların bir yaratıcısı oluğunu
düşünmek imandır) dedi. Bu hoca gibi kimse imanı anlatmıyor,
herkes, imanı değil hep İslam’ı anlatıyor. Kaybımız da buradan
oluyor.”
Şimdi soruyorum: İslam’ı anlatmak kayıp mıdır? İnsanların
İslam’a ihtiyacı yok demek küfür değil midir? İman İslam’dan farklı
mıdır?
CEVAP
Sadece Allah’ın varlığını anlatmak iman değildir. Bir Yahudi de,
bir Hıristiyan da Allah’ın varlığına inanır. Çünkü kâinattaki her şey,
bütün fen ilimleri, Allah’ın varlığını göstermektedir. İnsan aklı ile bir
yaratıcının olduğunu bilebilir. Ama Allah’a nasıl iman edileceğini,
nasıl ibadet edileceğini bilemez. Bunun için İslamsız iman olmaz.
İman Amentü’de bildirilmiştir. Amentü’deki altı esastan biri eksik
olursa o iman olmaz. Sadece kâinat kitabını okumakla iman edilmiş
olmaz. İmanın altı esasını anlatmak da yetmez. Elde edilen iman
muhafaza edilmezse imanı anlatmanın ne önemi var?
İmanı muhafaza edebilmek için iki şey lazımdır:
1- Doğru imana yani Ehl-i sünnet itikadına sahip olmak.
2- Salih amellere sarılmak.
İman, muma benzer, ibadetler mum etrafındaki fener gibidir.
Mum ile birlikte fener de, İslamiyet’tir. Olmazsa fener, mum çabuk
söner. İmansız İslam olmaz, İslam olmayınca, iman da yoktur.
Bunun için Kur’an-ı kerimde, (İman edip salih amel işleyenler)
ifadeleri geçmektedir. Demek ki imanı muhafaza edebilmek için,
salih ibadetlere sarılmak şarttır. Bunun için de fıkhı iyi bilmek
gerekir. Bilmeden yapılan ibadet boşa gider, hem de iman muhafaza
edilemez. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Dinin temel direği, fıkıh bilgisidir.) [Beyheki]
(Allah indinde en üstün kimse fakihtir.) [M.Zühdiyye] (Fakih =
fıkhı bilen)
(İbadetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.)
[İbni Abdilberr]
(Âlimlerin en hayırlısı fakihlerdir.) [İ.Maverdi]
(Fıkhı bilmeden ibadet eden, gece karanlıkta bina yapıp,
gündüz yıkana benzer.) [Deylemi]
Resulullah efendimiz fıkhı böyle överken, fakih için, Allah
indinde en üstün kimse ve fıkıh için de, en kıymetli ibadet
buyururken, fıkha ihtiyacımız yok diye fıkhı kötülemek elbette küfür
olur.
İmam-ı a’zam hazretleri fıkıh için (lehine ve aleyhine olanı
bilmektir) diyor. Kârını zararını bilmeden iş yapana deli denir. Dinde
de kârını zararını bilmemek felakettir. Fıkıh bilmeden ibadet
yapılamaz, iman da korunamaz. Allah’ın varlığını ispata çalışmakla
da iman kurtarılmaz. Küfre düşürücü söz ve hareketleri bilmeyen her
zaman küfre düşer. Mesela Allah düşünür demek veya İslamiyet bir
düşünce sistemidir demek, ilahi şuur demek küfürdür. Allahü teâlâ,
(İman edip salih amel işleyenler hariç herkes zarardadır)
buyurdu. (Asr suresi)
Bir dinsiz de, kâinata bakarak bir yaratıcıyı kabul edebilir. Onun
için sadece Allah’ın varlığını kabul etmek iman olmaz. İman kalb ile
olur. İslam kalb ve dil ile birlikte olur. İman kalbe mahsustur. İslam
ise, kalbin, dilin ve bedenin hepsine mahsustur. İman, altı şeyi
öğrenip, bunlara inanmak demektir. İman eden, dinin emirlerine
uyarak Müslüman olur. Cennete girme şartı müslüman olmaktır.
İslam’ı bilmek ve uymak şarttır. Bir âyette, (Allah indinde hak din
ancak İslam’dır) buyuruluyor. Yoksa İslamiyet niye geldi? Hâşâ
Allahü teâlâ İslam’ı lüzumsuz yere mi gönderdi?
Sual: İmanın şartlarıyla İslam’ın şartları farklı olduğuna göre,
imanla İslam farklı değil mi?
CEVAP
Hayır, farklı değildir. Âdem aleyhisselamdan beri, Allahü teâlâ
yüzlerce hak din gönderdi. Hepsinin imanı müşterek idi. İmanda
ayrılık olmaz. Bütün dinlerde imanın şartları, Amentü’nün esasları
aynı idi. Şimdi, yediye çıkaranlar, beşe indirenler varsa da
kıymetsizdir. Kalble, bedenle yapılması ve sakınılması lazım olan
şeyleri farklı olduğundan, her dinin Müslümanlıkları da ayrıdır.
Mesela âhir zaman Peygamberinin bildirdiği İslamiyet’te, İslam’ın
şartı beş iken, diğer dinlerde farklı idi. Daha az veya daha çoktu.
Mesela Musevilikte, İsevilikte hacca gitmek şartı yoktu. Namaz
vakitleri ve rekât sayıları değişikti. Ama imanın şartında değişiklik
yoktu, çünkü iman edilecek hususlar zamanla değişmez. İman,
muma benzer. Dinin emir ve yasakları, mum etrafındaki fener
gibidir. Mumla birlikte fener de, İslamiyet’tir. İmansız, İslam olamaz.
İslam olmayınca, iman da yoktur.
Mümin ve Müslüman
Sual: Kur’anda bir âyette, (Müslüman olarak can verin)
dendiği halde, başka bir âyette ise, (Müminler kardeştir) deniyor.
Bu, müminle Müslümanın farklı olduğunu gösterir mi?
CEVAP
Göstermez. İslam âlimleri, (Her mümin Müslümandır, her
Müslüman mümindir) buyuruyor. Kelime olarak mümin, iman eden,
imanın altı şartını kabul eden kimse demektir. Müslüman da,
İslam’ın beş şartına inanan kimse demektir. Bir kimse, imanın altı
şartına inanıp da İslam’ın beş şartına inanmazsa o kimse mümin de,
Müslüman da olmaz. Tersine, bir kimse de İslam’ın beş şartına
inansa, imanın altı şartına, hatta birine bile inanmasa, mümin de,
Müslüman da olmaz.
İmam-ı Kurtubi hazretleri tefsirinde, (Müslüman olarak can
verin) mealindeki âyet-i kerimenin, (Müminler olarak can verin)
demek olduğunu bildiriyor. (Müminler kardeştir) mealinde âyet-i
kerimenin tefsirinde ise, (Müslümanlar kardeştir) anlamına da
geldiğini bildiriyor. Peygamber efendimiz de bu âyet-i kerimeleri,
aynı şekilde açıklamıştır. Bu konudaki hadis-i şeriflerden birkaçı
şöyledir:
(Müslümanlar kardeştir. Takva hariç, biri ötekinden üstün
değildir.) [Taberani]
(Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, yardım
eder.) [Buhari, Müslim]
(Müslüman Müslümanın kardeşidir. Kardeşine sattığı malın
kusurunu gizlemesi helâl olmaz.) [Müslim]
(Müslüman kardeşini evinde ziyaret edip, yemeğinden
yiyen, yemek yedirenden daha fazla sevab kazanır.) [Hatib]
(Müslüman kardeşine üç günden fazla dargın durmak helâl
değildir.) [Ahmed]
(Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını gideren, hac ve umre
sevabı kazanır.) [Hatib]
İslamiyet teslimiyettir
Sual: İslamiyet’in kelime manası nedir?
CEVAP
İslamiyet, sulh ve sükûn içinde Allahü teâlâya tam bir teslimiyet
demektir. Teslimiyeti tam olmayanlar başarısız olur. Kalıbıyla,
kalbiyle, diliyle teslim olmayan hakiki Müslüman olamaz.
Allah var demek yeter mi?
Sual: Bazıları, bütün ömürlerini Allah’ın varlığını ispat etmekle
geçirmekte, “Asıl maksat iman olduğuna göre, Allah’ın varlığını ispat
ile uğraşmak, ibadetle, fıkıh ilmi ile meşgul olmaktan daha iyidir”
diyerek, her zaman, bitkilerin, insan ve hayvanların anatomisini
incelemek suretiyle imanı kuvvetlendirmek gerektiğini söylüyorlar.
Allah’a inanan insan için devamlı bunlarla meşgul olmak uygun
mudur?
CEVAP
Asla uygun değildir. Allah’a inanan kimsenin, Allah’ın sıfatlarını
da bilmesi gerekir. Bilmezse veya yanlış bilirse, Allah’a inanmış
sayılmaz. Allahü teâlâya sıfatları ile inanan kimsenin, kendisine
gereken ibadet bilgilerini öğrenmesi farz olur. Fıkhı bırakıp da,
Allah’ın varlığını ispat ile uğraşması çok yanlıştır.
Fıkıh ilmi ise, nakli esas alan doğru bir ilmihâl kitabından
öğrenilir. Bir Müslümanın, imanını ehl-i sünnet itikadına göre
düzelttikten sonra, imanın gereği olan amellerini ilmihâle uygun
yapması gerekir. Ayrıca imanını tehlikeye düşürecek iş ve sözlerden
de uzak durmalıdır. Çünkü iman ne kadar kıymetli ise, zıddı olan
küfür de o kadar kötüdür.
İman bilgilerini anlatan kelam ilmini akıl ve nakil ile ispat edecek
ve sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar okumak farz-ı ayn olup,
bundan fazlasını öğrenmek ancak din âlimlerine gerekir.
Başkalarına caiz değildir. Başkaları bu ilimle meşgul olursa, bâtıl
yollara kayar, zındık olur.
İslam âlimleri buyuruyor ki:
İlmi kelam ile uğraşıp sapıtmak yanında, büyük günah işlemek
hafif kalır. Ehl-i sünnet itikadını iyi öğrenmeden önce, ilmi kelam ile
uğraşmanın zararı bilinseydi, kelam ilmi ile uğraşmaktan, aslandan
kaçar gibi kaçınılırdı. (İmam-ı Şafii)
Kelam ilmi ile uğraşan hep şüphe içindedir. (İmam-ı Ahmed)
Resulullah, Fıkhı teşvik etti. Kelamı men etti. (Hadika)
Fıkhı öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır. (İbni Âbidin)
Tasavvuf sayesinde iman sağlamlaşır, şüphe getiren tesirlerle
sarsılmaz. Akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen iman böyle
sağlam olmaz. (İmam-ı Rabbani)
İman bilgilerini, ihtiyaçtan fazla öğrenmek caiz değildir,
bid’atlerin yayılmasına sebep olur. (Hindiyye)
Bir kimse, Allah’a, ahiret gününe inansa, Peygamberlerden
sadece birine inanmasa kâfir olur. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine
inanmaktan başka, bütün peygamberlere inanmak gerektiğini
bildirmiştir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Onlar, sana ve senden önce gönderilen kitaplara ve
peygamberlere ve ahiret gününe iman ederler.) [Bekara 4]
Amentü’deki 6 esastan birini inkâr eden kâfir olur. Sadece Allah
var demek kâfi değildir. Gayri Müslimlerden de Allah var diyenler
çoktur. Mümin olmaları için bütün Peygamberlere inanmaları
gerekir. Yahudiler ve Hıristiyanlar, Muhammed aleyhisselama
inanmadıkları için kâfir oldular. Bir Müslüman da, Amentü’de
bildirilen 6 esastan birini, mesela kaderi inkâr etse, kâfir olur, bütün
iyi amelleri yok olur. İman esasları, Allahü teâlânın kesin emridir,
olmazsa olmazlardandır. Samimi olanlar, yani akıl, ilim, insaf
sahipleri için, Allahü teâlânın emrini, yani iman esaslarını kabul
etmekten daha makul, bir şey yoktur. Aksi, şeytanın, cahilliğin,
inadın insanı kâfirliğe götürdüğü bâtıl bir yoldur.
Sadece Allah var demek
Sual: Sadece Allah'ın varlığını ispat etmeye çalışan insanlar ve
kitaplar var. Kimileri bu kitaplardan başka kitap okumuyor. Sadece
Allah vardır demek ve Allah'ın varlığını bilmek Müslüman olmak için
yeterli midir?
CEVAP
Birçok gayrimüslim, kâinata bakarak bunun bir yaratıcısı
olduğunu rahatça anlayabiliyor, Allah vardır diyebiliyor. Böyle
demekle Müslüman olamaz. Müslüman olmak için Amentü’de
bildirilen altı esasa inanmak şarttır. Birini bile kabul etmeyen
Müslüman olamaz. Hep Allah'ın varlığını ispat eden kitaplar
okumak, hikmeti bilinmeyen bazı şeylerle karşılaşınca, bir şüphe
hâsıl olmasına sebep olur. Bu da insanı küfre sürükler. Bu işlerle
uğraşan yazarlar, (İslam düşüncesi, ilahi şuur, Allah'ın görüşü)
gibi küfür sözleri söylemekten çekinmezler, çünkü bunlar, akaid ve
fıkıh bilmezler. Küfre düşmeleri çok kolay olur. Böyle kitapları
okuyan da, hangi sözlerle küfre düşüleceğini bilmez. Onun için fıkıh
ve akaid bilgisini de öğrenmek şarttır.
Allah’a inanan, itikadını Ehl-i sünnete göre düzelttikten sonra,
fıkhı iyi bilmelidir. Bilmezse ibadetlerini yanlış yapar, ibadetleri boşa
gitmekle kalmaz, bid’at işler. Yanlışları ve bid’atleri onu küfre kadar
sürükleyebilir.
Doğru Müslüman olmak için tasavvuf ilmini, ahlak bilgilerini
öğrenmek de şarttır. Fıkıh ilminden habersiz, ahlak ilmini bilmeyen
kimse, itikadı da Ehl-i sünnete uygun değilse, sabahtan akşama
kadar, Allah vardır, birdir diye bağırsa, 99 delille Allah'ın varlığını
ispata kalksa, hiç kıymeti olmaz.
İbni Sakka isimli bir âlim, Allah'ın varlığını akılla ispata kalkardı.
Akla çok önem verirdi. Allah’ın varlığını, birliğini 99 delil ile ispat
ederdi. Zamanla aklının almadığı konular da çıktı, şüpheleri arttı,
bocalamaya başladı. Nizamiyye Medresesi’nde vaaz eden Yusuf-i
Hemedani hazretlerine bir şey sordu. O da (Otur, senin sözünden
küfür kokusu geliyor) buyurdu. İstanbul’a elçi olarak gidince,
Hristiyan oldu. Hristiyan olduktan sonra da, 100 delil ile Allah’ın 3
olduğunu ispata kalkıştı. (F. Hadisiyye)
Günümüzde Allah'ın varlığını çeşitli delillerle ispata kalkanlar,
İbni Sakka’dan farksızdır. Hristiyanlığı hak din biliyorlar. Papazları
takva sahibi görüyorlar. Müslüman olmayan takva sahibi olur mu
hiç? Ehl-i kitabın hepsi kâfirdir. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Ehl-i kitab [Yahudi ve Hristiyan] veya müşrik olan bütün
kâfirler, Cehennemde ebedi kalırlar.) [Beyyine 6]
Allah’a inandım demek yeter mi?
Sual: Bir arkadaş, (Hiçbir şey kendiliğinden olamayacağı için
Allah’a inanıyorum, ama dinlere, peygamberlere, kitaplara, ahirete
inanmıyorum) diyor. Böyle düşünen Allah’a inanmış sayılır mı?
CEVAP
O, kesinlikle Allah’a inanmıyor. Nasreddin Hocanın,
(Doğduğuna inanıyorsun da, öldüğüne niye inanmıyorsun)
dediği gibi, (Ben öğrenciyim; ama öğretmene, derse, imtihana
inanmam) denir mi? Öğrenci ise, öğretmene, derse inanması
gerekir. (Ben kanuna inanırım; ama savcıya, mahkemeye inanmam)
denir mi? Ortada bir kanun varsa, bunu hazırlayanlar var, onları
uygulayan mahkeme var demektir. Samimi olarak Allahü teâlâya
inanıyorsa, elbette onun emir ve yasaklarına da inanması gerekir.
İstisnalar hariç, bütün fen adamları, bu kâinatın kendiliğinden
var olmadığını, bir yaratıcısının bulunduğunu ittifakla bildirmişlerdir.
Fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanlar, bir karıncayı, bir kuşu, bir
arpa tanesini yaratamaz. Akıllı ve bilgili bir kimse, kâinata bakınca,
çok intizamlı yaratıldığını görür. Bunun kendiliğinden olmadığını
anlar. Bir insan bir alet, bir makine yapınca bunun nasıl ve nerelerde
kullanılacağına dair bir prospektüsünü [tarifesini] de yanına koyar.
Yine de anlaşılması zor ise, kullanmasını öğretecek kurslar açar. Bir
makine yanlış kullanılırsa elden çıkar. Her şeyin yaratıcısı olan
Cenab-ı Allah da, insan denilen bu muazzam makineyi yaratıp
başıboş bırakmamıştır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Sizi boş yere yarattığımızı mı sandınız?) [Müminun 115]
İnsan denilen makinenin de, bir kullanma tarifesi vardır. Bu da
Allahü teâlânın, peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği kitaplardır.
Son Peygamber olan Muhammed aleyhisselama gönderilen kitabı
ise Kur’an-ı kerimdir. Kur’an-ı kerim çok veciz olduğu için,
Peygamber efendimiz bunu hadis-i şerifleri ile açıklamıştır. (Allaha
inanıyorum) diyenin, onun gönderdiği kitaplara, peygamberlere de
inanması gerekir.
Ortada bir eser varsa, bu eseri elbette meydana getiren biri
vardır. Bu eserin nasıl kullanılacağını elbette bildirmiştir. Öldükten
sonra başına gelecekleri düşünmeyene, kendisini ebedi tehlikeye
atana akıllı denebilir mi? Kur’an-ı kerimin çok yerinde,
(Düşünmüyor musunuz?) diye ikaz edilmektedir. Hadis-i şeriflerde
de buyuruluyor ki:
(Aklı olmayanın dini de yoktur.) [Tirmizi]
(Akıllı kimse, Allah’a ve Peygamberine inanan ve
ibadetlerini yapandır.) [İ. Muhber]
(Aklı olan kimse iman eder.) [Beyheki]
Şu halde ben Allah’a inanıyorum diyen akıllı kimsenin, kitaplara
ve peygamberlere de iman etmesi ve ibadetlerini yapması,
haramlardan kaçması gerekir. İmanın altı şartından birine bile
inanmayan iman sahibi olamaz. Ben sadece Allah’a inanıyorum
demesi kendini aldatmaktan başka şey değildir.
Allah'a inanıyormuş
Sual: Deistlerden farklı olarak, dine, peygambere inanan ve
Tanrı'ya inancının çok kuvvetli olduğunu söyleyen, fakat hiçbir
ibadeti yapmayan, hiçbir haramdan sakınmayan bir kimsenin
(Tanrı’ya inanıyorum) demesi doğru olabilir mi?
CEVAP
O, yine deist gibidir, Allah'a değil, hayâlindeki bir ilaha, robot
gibi bir varlığa inandığı anlaşılıyor. Robot değil de, her şeye gücü
yeten, emrine uymayanları şiddetli şekilde cezalandıracak olan bir
Allah'a inansaydı, gereği neyse onu yapardı.
1- Akıllı bir kimse, yanan bir ateşe kendini atar mı? Ateşin kesin
olarak yaktığına inandığı için kendini ateşe atmaz. Allah'ın,
inanmayanı, emrini dinlemeyenleri ateşe atacağını bilen de, Allah'a
inanıp emrine uyar.
2- Düşünce param parça olacağını bilen kimse, kendini uçaktan
aşağı atar mı? Atarsa ya aklı yoktur veya uçaktan düşenin öleceğine
inanmıyor demektir. Ölünce dirilmeye, suçluların Cehenneme
gideceğine kesin inanan kimse, nasıl öyle hiç inanmayan gibi
rahatça gezebilir, haramı helâli nasıl düşünmez? İmanı olsa,
haramdan korkar.
3- Zehir içenin öleceğini kesin bilen kimse, zehri gazoz gibi içer
mi? İçerse, zehrin tesir ettiğine inanmıyordur.
Bunun gibi sayısız örnek vardır. Bir şeyin büyük zararını bilen
onu nasıl yapar? Bu imansızlıktan kaynaklanmaz mı? (Tanrıya
inancım çok kuvvetli) dediği hâlde, hiçbir emrini yapmayan, yasak
ettiği hiçbir şeyden kaçmayan kimse, nasıl mümin olabilir?
Hâşâ Allah blöf yapmaz
Sual: Allah'ın varlığını inkâr etmeyen kimse, imanın
şartlarından olan, meleklere, peygamberlere, kitaplara, Kıyamete ve
Allah'ın sıfatlarına inanmasa, (Allah âcizdir, insan gibi varlıktır, O her
şeyi bilmez, gökte oturur, istirahat eder) dese, niye kâfir olsun ki?
Ben de böyle inanıyor, Allah'ı inkâr etmiyorum, niye kâfir olayım?
Acaba, Allah, (Şunları yapan kâfir olur) diyerek blöf mü yapıyor?
CEVAP
Bir ateist gibi böyle şey sorulur mu? Hâşâ Allahü teâlâ için blöf
yapıyor denir mi? Hemen tevbe etmek lazımdır.
Blöf: Karşısındaki kişiyi yanıltarak veya yıldırarak bir işten
caydırmak için söylenen asılsız söz veya takınılan aldatıcı tavır
demektir.
Allahü teâlâ için böyle çirkin söz söyleyenin hemen tevbe
etmesi gerekir.
Allahü teâlâ, imanın şartlarını Kur'an-ı kerimde açıkça bildiriyor.
Resulü de bunu açıklıyor. Bir kimse, (Melek yok, Cennet ve
Cehennem yok) dese, Allahü teâlâyı yalanlamış, Ona inanmamış
olur. O, her ne kadar (Allah vardır) dese de, hayâlindeki bir robota
inanmış, kâmil sıfatları olan Allahü teâlâyı kabul etmemiş olur.
(Allah vardır, ama her şeye gücü yetmez, her şeyi bilmez)
demek küfür olur. (Ben Allah'ı inkâr etmedim ki) demesinin önemi
olmaz. Şeytan da Allah'ı inkâr etmemişti. Ama bir emre karşı geldiği
için, lanetlenip sonsuz cehennemlik oldu. Bunun gibi, küfre
düşürücü söz söyleyip, (Ben Allah'ı inkâr etmiyorum) demek çok
yanlıştır.
Allah’ın rahmeti lüzumsuz değildir
Sual: Bir arkadaş, “iman etmek için kelime-i şehadetteki
Muhammedün Resulullaha lüzum yok, la ilahe illallah demek yetişir”
dedi. İslam’ın birinci şartında kelime-i şehadette Muhammedün
Resulullah yok mudur? Amentü’nün sonunda, (Eşhedü en la ilahe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü)
demiyor muyuz? Böyle iman sahih midir? Kelime-i şehadetin
manası nedir?
CEVAP
Kelime-i şehadetin manası şudur:
(Ben şehadet ederim ki, yani görmüş gibi bilirim ve
bildiririm ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet
ederim ki, Muhammed aleyhisselam Onun kulu ve resulüdür.)
Peygamberlere iman, imanın şartıdır. Bunlardan birine bile
inanmayan Müslüman olamaz. Mesela Hazret-i Âdem peygamber
değil diyen Müslüman değildir.
(Muhammedün Resulullaha lüzum yok) demek, İslamiyet’in
bildirdiği şeylere inanmayın demenin başka şeklidir. Çünkü,
(Muhammedün Resulullaha lüzum yok) demek, hâşâ Allahü teâlâyı
cahillikle itham etmek olur. Lüzum olmasaydı, Kelime-i şehadette,
tehıyyatta, ezanda, âyet-i kerimelerde, hadis-i kudsilerde defalarca
hiç bildirilir miydi?
İnanmak tabirinin bir manası da beğenmek demektir. Dinde
bildirilen bir hususa inandığı halde, beğenmeyenin imanı gider.
Mesela sünnet olan sakal-ı şerife inandığı halde, beğenmeyen
dinden çıkar. Nerde kaldı ki, dinin sahibini, peygamberini
beğenmeyen müslüman olabilsin.
(Muhammedün Resulullaha lüzum yok) demek, Allah’ın
rahmetine lüzum yok demek midir yoksa Allah’a da, Kur’ana da,
Peygambere de inanmayın demek midir? Kur’an-ı kerim baştan
sona kadar Resulullah efendimizi övmektedir. Bu konudaki üç âyet-i
kerime meali şöyledir:
(Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.) [Enbiya 107]
(De ki, ey insanlar, ben, Allah’ın hepiniz için gönderdiği
Resulüyüm.) [Araf 158]
(Biz seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmez.) [Sebe 28]
Resule uymak şarttır
(Muhammedün Resulullaha lüzum yok) demek, Resulullaha
uymaya lüzum yok demek midir? Allahü teâlâ defalarca,
Muhammed aleyhisselama iman edip uymayı emrediyor, uymayan
Müslüman olamaz, kâfir olur buyuruyor. Birkaç âyet-i kerime meali
şöyledir:
(Resulüme uyun ki, doğru yolu bulun!) [Nur 54]
(De ki, “Allah’a ve Peygambere itaat edin! Eğer [uymayıp]
yüz çevirirlerse, [kâfir olurlar] Elbette Allah kâfirleri sevmez.) [Al-i
İmran 32]
(Allah’a ve Resulüne inanmayan [kâfir olur] kâfirler için de
çılgın bir ateş hazırladık.) [Fetih 13]
(Allah ve Resulü, bir işte hüküm verince, artık inanmış
kadın ve erkeğe, o işi kendi isteğine göre, tercih, seçme hakkı
kalmaz.) [Ahzab 36]
Dinde on esas
Taberani’de bildirilen bir hadis-i şerifte, İslamiyet’in şu on
esasından biri noksan olan kimsenin, zararda olduğu
bildirilmektedir:
1- La ilahe illallah, Muhammedün resulullah demek
Müslüman olmak için, bu kelime-i tevhidi, inanarak söylemek
gerekir. Müslüman olan bir kimseye, ilk önce (La ilahe illallah,
Muhammedün resulullah) kelimesinin manasını bilmek ve
inanmak farzdır. Bu kelimeye, Kelime-i tevhid denir. Kısaca
manası, (Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed aleyhisselam da
Onun Resulüdür) demektir. Resulullaha inanmak demek, Onun
bildirdiklerinin tamamını kabul etmek, inanmak ve hepsini beğenmek
demektir.
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Amellerin kıymetlisi La ilahe illallah demektir.) [Hakim]
(La ilahe illallahı çok söyleyerek imanınızı tazeleyin!)
[Taberani]
(La ilahe illallah diyen bela ve sıkıntılardan kurtulur.)
[Bezzar]
2- Namaza devam etmek
Namazı doğru kılan, Allahü teâlânın sayılamayacak kadar çok
olan bütün nimetlerine şükretmiş sayılır. Nitekim, (Namaz, şükrün
bütün aksamını camidir) buyuruluyor. Namaz dinin direğidir, terk
eden dinini yıkmış olur. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenlerin
mükafatları Rableri katındadır. Onlar için korku ve üzüntü
yoktur.) [Bekara 277]
3- Zekat vermek
Kur'an-ı kerimde, zekât çok yerde namazla birlikte emredilmiştir.
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Allah’a ve Resulüne inanan, malının zekâtını versin!)
[Taberani]
(Zekat vermekle müslümanlığınız mükemmel hâle gelir.)
[Bezzar]
(Zekat vermeyene Allahü teâlâ lanet eder.) [Nesai]
4- Oruç tutmak
Ramazan ayında, bir ay oruç tutmak farzdır. (Bekara 185)
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Oruç tutan dostum, tutmayan ise düşmanımdır.) [Beyheki]
(Ramazan orucunu tutup ölen, Cennete girer.) [Deylemi]
5- Haccetmek
Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride
bıraktığı çoluk-çocuğunu geçindirmeye yetişecek maldan fazla kalan
para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kere, Kâbe-i
şerifi tavaf etmesi ve Arafat’ta durması farzdır. Kur'an-ı kerimde
mealen buyuruluyor ki:
(Yoluna gücü yetenlerin Beytullahı haccetmesi, Allah’ın
insanlar üzerinde bir hakkıdır.) [A.İmran 97]
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Haccı kabul olanın, bütün günahları affolur.) [Beyheki]
(Hac yolunda harcanan mal için, yediyüz misli sevap
verilir.) [Beyheki]
(Hac etmek için Mekke’ye giderken ve oradan dönerken
ölene, ahirette terazi kurulmaz, hesaba çekilmez ve günahları
affedilir.) [İsfehani]
6- Cihad etmek
Önemli bir ibadettir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.) [Maide 35]
Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(İnsanların en üstünü, canı ve malı ile Allah yolunda cihad
edendir.) [İ.Ahmed]
(Cihadın en faziletlisi, farzları ifa etmektir.) [Taberani]
7- Emr-i maruf
İyiliği emretmek, yaymak demektir. Hadis-i şerifte buyuruluyor
ki:
(İmkanı var iken, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmayan
bizden değildir.) [Tirmizi]
8- Nehy-i münker
Kötülükten sakındırmak demektir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Şehidden üstün mücahid, emr-i maruf ve nehy-i münker
yapandır.) [İ. Gazali]
9- Cemaate katılmak
Birlikte rahmet, ayrılıkta azab-ı ilahi vardır. Hadis-i şerifte
buyuruluyor ki:
(Cemaatten ayrılan yüzüstü Cehenneme düşer.) [Taberani]
10- Taat
Allahü teâlânın beğendiği şeylerdir. Bunları yapan müslüman
sevaba kavuşur. Allahü teâlânın beğendiği şeylerin hiçbirini
yapmayan kimse, elbette büyük zarara uğrar.
Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Beni [taatle] zikredin ki, ben de sizi [rahmetle] zikredeyim)
[Bekara 152]
Hadis-i şerifte de buyuruluyor ki:
(Allahü teâlâ, taatten gafil olan kimseyi sevmez.) [Deylemi]
32 ve 54 farz
Sual: 32 farz nelerdir?
CEVAP
Her müslümanın, otuz iki farzı bilmesi lazımdır. 32 farz
şunlardır:
İmanın şartı: Altı (6)
İslamın şartı: Beş (5)
Namazın farzı: Oniki (12)
Abdestin farzı: Dört (4)
Guslün farzı: Üç (3)
Teyemmümün farzı: İki (2)
Teyemmümün farzına üç diyenler de vardır. Bu zaman, hepsi
33 farz olur.
İmanın şartları (6)
1- Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inanmak.
2- Meleklerine inanmak.
3- Allahü teâlânın indirdiği Kitaplarına inanmak.
4- Allahü teâlânın Peygamberlerine inanmak.
5- Ahiret gününe inanmak.
6- Kadere, yani hayır ve şerlerin (iyilik ve kötülüklerin) Allahü
teâlâdan olduğuna inanmak.
İslamın şartları (5)
7- Kelime-i şehadet getirmek.
8- Her gün beş kere vakti gelince namaz kılmak.
9- Malın zekâtını vermek.
10- Ramazan ayında her gün oruç tutmak.
11- Gücü yetenin ömründe bir kere hac etmesidir.
Namazın farzları (12)
A- Dışındaki farzları altıdır. Bunlara şartları da denir.
12- Hadesten taharet.
13- Necasetten taharet.
14- Setr-i avret.
15- İstikbal-i Kıble.
16- Vakit.
17- Niyet.
B- İçindeki farzları da altıdır. Bunlara rükün denir.
18- İftitah veya Tahrime tekbiri.
19- Kıyam.
20- Kıraat.
21- Rüku.
22- Secde.
23- Ka’de-i ahire.
Bazı âlimler, iftitah tekbirinin, namazın dışında olduğunu
söylemişlerdir. Bunlara göre, namazın şartları 7, rükünleri ise 5
olmaktadır.
Abdestin farzları (4)
24- Abdest alırken yüzü yıkamak.
25- Elleri dirsekleri ile birlikte yıkamak.
26- Başın dörtte birini mesh etmek.
27- Ayakları topukları ile birlikte yıkamak.
Guslün farzları (3)
28- Ağzı yıkamak.
29- Burnu yıkamak.
30- Bütün bedeni yıkamak.
Teyemmümün farzları (2)
31- Niyet etmek.
32- İki elin içini temiz toprağa sürüp, yüzün tamamını mesh
etmek.
Tekrar elleri temiz toprağa vurup, önce sağ ve sonra sol kolu
mesh etmek.
Teyemmümün farzı üçtür diyenlere göre, bu son ikisi, iki ayrı
farz olarak söylenir.
Sual: 54 farz hangileridir?
CEVAP
İslam âlimleri, her müslümanın öğrenmesi, inanması ve tâbi
olması lazım olan farzlardan elli dört adedini seçmişlerdir. 54 farz
şunlardır:
1- Allahü teâlâyı bir bilip, Onu hiç unutmamak. [Yani her şeyi
İslamiyet’e uygun yapmaya çalışmak.]
2- Helalinden yiyip içmek.
3- Abdest almak.
4- Her gün vakti gelince, Beş vakit namaz kılmak.
5- Hayzdan, nifastan ve cünüplükten gusletmek.
6- Kişinin rızkına, Allahü teâlânın kefil olduğuna inanmak.
7- Helalinden temiz elbise giymek.
8- Hakka tevekkül ederek çalışmak.
9- Kanaat etmek.
10- Nimetleri için, Allahü teâlâya şükretmek [nimetlerini
emrolunan yerlerde kullanmak].
11- Kaza ve kadere razı olmak.
12- Belalara sabretmek [isyan etmemek].
13- Günahlardan tevbe etmek.
14- İhlasla ibadet etmek.
15- İslam düşmanlarını düşman bilmek.
16- Kur'an-ı kerimi dört delilden biri bilmek.
17- Ölüme hazırlanmak yani farzları yapıp haramlardan kaçarak
imanla ölmeye çalışmak.
18- Allahü teâlânın sevdiğini sevip, sevmediğini sevmemek ve
bundan kaçmak. [Buna Hubb-i fillah ve buğd-i fillah denir.]
19- Ana babaya iyilik etmek.
20- Gücü yetenlerin, imkanı nispetinde dinin emirlerini yaymaya
çalışması.
21- Mahrem olan salih akrabayı ziyaret etmek.
22- Emanete hıyanet etmemek.
23- Daima, Allah’tan korkarak, haramlardan sakınmak.
24- Allah’a ve Resulüne itaat etmek. [Yani her şeyi İslamiyet’e
uygun yapmak]
25- Günahtan kaçıp, ibadet ile meşgul olmak.
26- Hükümdara karşı gelmemek.
27- Âleme ibretle bakmak.
28- Allahü teâlânın varlığını tefekkür etmek.
29- Dilini haram, fuhuş olan sözlerden korumak.
30- Kalbini dünyanın faydasız şeylerinden, zararlı isteklerinden
temizlemek
31- Hiç kimseyi alay etmemek.
32- Harama bakmamak.
33- Hep sözüne sadık olmak.
34- Kulağını fuhuş söz ve çalgıdan korumak.
35- Farzları ve haramları öğrenmek.
36- Tartı, ölçü aletlerini, doğru olarak kullanmak.
37- Allahü teâlânın azabından emin olmayıp daima korkmak.
38- Allahü teâlânın rahmetinden, ümidini kesmemek.
39- Müslüman fakirlerine zekât vermek ve yardım etmek.
40- Nefsin haram olan isteklerine uymamak.
41- Aç olanı Allah rızası için doyurmak.
42- Yetecek kadar rızık [yiyecek, giyecek ve ev] için çalışmak.
43- Malının zekâtını, ürünlerinin uşrunu vermek.
44- Âdetli ve lohusa halinde bulunan hanımı ile ilişkide
bulunmamak.
45- Kalbini günahlardan temizlemek.
46- Kibirli olmaktan sakınmak.
47- Yetim çocuğun malını korumak.
48- Genç oğlanlara, şehvete sebep olacak durum ve
hareketlerden uzak durmak
49- Günlük vakit namazlarını kazaya bırakmamak.
50- Şirk koşmamak.
51- Zinadan kaçınmak.
52- Alkollü içki içmemek.
53- Boş yere yemin etmemek.
54- Haksız yere, zulümle yani gayri meşru olarak başkasının
malını almamak. Kul hakkından korkmak. [En önemli kul hakkı ve
azabı en çok olan, akrabasına ve emri altında olanlara emr-i maruf
yapmamak, bunlara din bilgisi öğretmemektir. Bid'at sahibinin, Ehl-i
sünnet itikadını değiştirmesi, dini, imanı bozması da böyledir.]
Zerre iman ne demek?
Sual: Hiçbir iyilik ve ibadeti olmayan günahlar içinde yüzen bir
kimse, ihlâsla kelime-i şehadeti söylese ve o hâl üzere ölse cennete
gider mi?
CEVAP
Günahlar içinde yüzüp ibadetten uzak kimsenin imanla ölmesi
çok zordur. Ancak imanla ölebilirse, günahlarının cezasını çektikten
sonra elbette Cennete gider.
İbadeti ve iyiliği küçük görmemelidir. Basit sandığımız bir iyilik
kurtuluşumuza sebep olabilir. Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Ömründe hiç hayır yapmayan bir Müslüman, [başka
Müslümanların ayağına batmasın diye] bir dikeni yoldan kaldırdı.
Onun bu işi, Allah indinde makbul oldu ve Cennete gitti.) [Ebu
Davud]
Sual: Zerre imanı olan Cennete mutlaka girecek deniyor. Zerre
iman nedir?
CEVAP
Amentü’deki altı esasa inanan, Peygamber efendimiz ne
bildirdiyse hepsine inandım, beğendim, hepsini kabul ettim diyen
kimse, zerre imana kavuşmuş demektir.
Allah'ın rahmeti geniştir, Muhammedün Resulullah demeye
lüzum yok dense, İslamiyet ile alaka kesilir, zerre iman hasıl olmaz.
Bir hadis-i şerif meali:
(Lâ ilahe illallah Muhammedün Resulullah diyerek, kalbinde
zerre kadar imanı olan kişi ateşten çıkar.) [Buhari, Müslim,
Tirmizi]
İmanın altı şartına inanılsa, içinden birine, mesela
Peygamberlerden birine inanılmasa, hatta bir farzı, bir sünneti
beğenmese, o kimse mümin olamaz. Yani imanın altı şartına
inanmamış olur.
Zerre imanla ölebilmek için de haramlardan kaçmaya, ibadetleri
yapmaya çalışmalıdır. Çünkü işlenen günahlar iman nurunu
söndürebilir, yani o insanı küfre sürükleyebilir.
Sual: Kelime-i şehadeti söyleyip imanla ölen herkes mutlaka
Cennete girecek midir?
CEVAP
Zerre imana sahip olan elbette girecektir. Ancak, ibadet
etmeyen ve günahlardan kaçınmayan imanını muhafaza edemez,
küfre düşer. Muhafaza edebilen ise muhakkak Cennete girer.
Hazret-i Muaz anlatır:
Resulallah, (Ya Muaz, Allahü teâlânın, kulları üzerine ve
kulların Allahü teâlâ üzerine hakkı nedir) buyurdu. Ben de, (Allah
ve Resulü daha iyi bilir) dedim. (Allahü teâlânın kulları üzerine
hakkı, Allah’a [Onun bildirdiği gibi inanarak, beğenerek] ibadet
etmeleri ve Ona şerik koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerine
hakkı da, Ona şerik koşmayanı azap etmemesidir) buyurdu. (Ya
Resulallah insanlara bu müjdeyi vereyim mi?) diye sorunca, (Hayır,
buna güvenirler de iyi işlerden vazgeçebilirler [diğer emir ve
yasaklara riayet etmeyip felakete düşebilirler]) buyurdu. (Buhari,
Müslim, Tirmizi)
Resulullah, (Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in
Allah’ın Resulü olduğuna ihlasla şehadet eden [bunu muhafaza
edip müslüman olarak ölen] herkese, Allahü teâlâ ateşi haram
kıldı) buyurunca, (Ya Resulallah bunu insanlara haber vereyim mi?)
dedim. (O zaman buna güvenirler de iyi işlerden vazgeçerler)
buyurdu. (Buhari, Müslim, Tirmizi)
Hazret-i Muaz, bildiği şeyi gizlemek günahından kurtulmak için
bunu vefatından az önce haber verdi.
Sual: Büyük günah işleyen müminler de Cennete girecek midir?
CEVAP
Şefaate kavuşursa hiç Cehenneme girmeden Cennete
girecektir. Şefaat büyük günahlar için olacaktır. Zerre imanı olan
kıyamette büyük nimete kavuşacaktır. Peygamber efendimiz, yemin
ederek şöyle buyuruyor:
(Şunları yeminle söylüyorum:
1- Facir olan [çeşitli günahlar işleyen], maişetini kazanmaktan
da ahmak olan mümin Cennete girecektir.
2- Günahları sebebiyle Cehennem ateşi yakmış olan da
Cennete girecektir.
3- Kıyamette Allahü teâlâ hiç kimsenin hatırına hayaline
gelmeyecek şekilde müminleri affedecektir.
4- Allahü teâlâ, öyle çok mağfiret edecek ki, İblis bile acaba
ben de affolacak mıyım diye başını kaldıracaktır.) [Beyheki]
(Şunlar kimde bulunursa Allahü teâlâ, onun vücudunu
Cehenneme haram eder, onu şeytandan ve nefsinden korur.
Nefsi [günah olan] bir şeye heves ettiği halde nefsine hakim
olup, onu yapmayan ve nefsi, [hayırlı bir şeyi, bir ibadeti] yapmak
istemediği halde onu yapan, nefsinin şehvet ve gazabına hakim
olur. Şunlar da kimde bulunursa, Allahü teâlâ onu rahmetine
gark ederek Cennetine koyar: Bir yoksulu barındırmak, zavallı
birine acımak, hizmetçiye iyi muamele etmek, ana ve babasına
infak etmek.) [Deylemi]
İslamiyet’ten haberi olmayanlar
Sual: Dağda, çölde, mağarada, ormanda veya ıssız bir adada
kalıp din, peygamber diye bir şey işitmemiş kimse, akılla Allah’ın
varlığını bulursa veya bulamazsa, hükmü nedir?
CEVAP
Denilen yerlerin birinde yaşayıp da, dinden haberi olmayanlar,
imanlı olmadıkları için Cennete girmezler. Allah’ı, Cenneti,
Cehennemi duymadığı ve inkâr etmediği için Cehenneme de
girmezler. Dirildikten ve hesaptan sonra, bütün hayvanlar gibi,
bunlar da yok edilir, bir yerde sonsuz kalmazlar. (Mektubat-ı
Rabbanî, Feraid-ül fevaid)
Dağda, çölde yaşayıp da Peygamberleri işitmemiş olana Şahikul-
cebel denir. Bunlar mazurdur. Peygamberlere inanmaları
emredilmedi. (İsbat-ün-nübüvve)
Peygamberi işitmeyen kimse, Allahü teâlânın var ve bir
olduğunu düşünüp, yalnız buna iman eder ve Peygamberi işitmeden
ölürse, Cennete girer. (H. L. O. İman)
Buhara âlimleri, İmam-ı Eşari’nin bildirdiği gibi, (Peygamber
gönderilmeden, tebliğ yapılmadan önce teklif yapılmaz) dediler.
Tercih edilen kavil de budur. Bu âlimler, (Yerleri ve gökleri ve
kendini gören, aklı başında bir kimsenin Allahü teâlânın varlığını
anlamaması özür olmaz) sözünden maksat, Peygamberlerin
sözlerini işittikten sonra, anlamaması özür olmaz demektir, dediler.
(Redd-ül-muhtar)
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Akılla Allahü teâlânın varlığını, birliğini bilmek gerektiğini
söyleyen âlimler olmuştur. Allahü teâlâ, aklı, hakkı batıldan ayırmak
için yaratmışsa da, hak yol bildirilmedikçe akıl, bunu yalnız başına
bulamaz. Peygamberleri duymamış kimse, ahirette kabahati kadar
mahşer yerinde azap görür, herkesin hakkı verildikten sonra, bütün
hayvanlar gibi yok edilir. (1/259)
Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Biz, bir resul göndermeden [dini tebliğ etmeden] önce azap
etmeyiz.) [İsra 15]
Müslümanlığı duymayanlar
Sual: Müslümanlığı hiç duymayanlar cehenneme girecekler mi?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretlerinin bir oğlu, babasına şöyle bir soru
soruyor:
(Dağda yetişip, hiçbir din duymayıp, puta tapan müşrikler,
Cehennem’de sonsuz kalmazsa, Cennet’e girmesi gerekir. Bu da
olamaz, çünkü müşriklere Cennet haramdır, yani yasaktır. Âhirette
Cennet ile Cehennem’den başka yer de yoktur. Araf’ta kalanlar, bir
müddet sonra Cennet’e gidecektir. Sonsuz kalınacak yer, Cennet
veya Cehennem’dir. Bunların yeri neresidir?)
İmam-ı Rabbani hazretleri şöyle cevap veriyor:
Kıymetli yavrum, bu suali hâlletmek için, (Kıyamette,
Peygamber efendimiz, bunları dine davet eder. Kabul eden
Cennet’e, etmeyen Cehennem’e sokulur) diyenlerin sözü, bu fakire
iyi gelmiyor, çünkü âhiret, mükâfat yeridir, hesap yeridir. Emir yeri, iş
yeri değildir ki, oraya peygamber gönderilsin. Çok zaman sonra,
Allahü teâlâ merhamet ederek, bu meselenin hâllini ihsan eyledi.
Şöyle bildirdi ki, bu müşrikler, Cennet’e de, Cehennem’e de
girmeyecek, âhirette dirildikten sonra, hesaba çekilip, kabahatleri
kadar mahşer yerinde azap çekeceklerdir. Herkesin hakkı verildikten
sonra, bütün hayvanlar gibi, bunlar da yok edileceklerdir. Herkesin
aklı, birçok dünya işlerinde bile şaşırıp yanılırken, iyiliği, merhameti
sonsuz olan sahibimizin, peygamberleriyle haber vermeden, yalnız
akılları ile bulamadıkları için, kullarını sonsuz olarak ateşte
yakacağını söylemek, bu fakire ağır geliyor. Böyle kimselerin sonsuz
olarak Cennet’te kalacaklarını söylemek, nasıl çok yersizse, sonsuz
azap çekeceklerini söylemek de, öyle yersiz oluyor. O hâlde,
cevabın doğrusu, bize bildirilendir. Yani mahşer günü, hesapları
görüldükten sonra yok edileceklerdir. (1/259)
Elbette müminim
Sual: Tam İlmihal’de, son nefesteki imanı söylerken de (Elbette
müminim) demeli deniyor. Bunun doğru olduğunda şüphe
etmiyoruz; ancak buradaki inceliği anlayamadık, gaybdan haber
vermek gibi anlaşılıyor. Son nefesi kast ederek elbette müminim
demenin açıklaması nasıldır?
CEVAP
Tam İlmihal’de, İmam-ı Rabbani hazretlerinden şöyle
naklediliyor:
Mümin misin diye sorulunca, İmam-ı a'zam Ebu Hanife, (Ben
hak olarak, yani elbette müminim demelidir) diyor. İmam-ı Şafii
ise, (İnşallah müminim demeli) diyor. Bu ikisi arasındaki fark,
yalnız sözdedir. Çünkü şimdiki iman söylenirken, elbette müminim,
demeli, son nefesindeki iman söylenirken, inşallah, o zaman da
müminim demelidir. Fakat inşallah diyerek şarta bağlamaktansa, her
zaman, elbette demek, daha ihtiyatlı ve daha uygundur. (1/266,
2/67, 3/17)
Şafiiler son nefesi kast ederek, (İnşallah mümin olarak
öleceğim) demek istiyorlar. Elbette insan son nefesini bilemez.
Çünkü imanlı yaşar kâfir olarak ölebilir, kâfir olarak yaşar sonunda
iman eder, mümin olarak ölebilir.
Biz Hanefiler de, (Bu imanımı muhafaza edebilirsem, elbette
mümin olarak ölürüm) diyoruz. (Elbette imanlı öleceğim)
demiyoruz, (Bu imanım devam ederse elbette imanlı ölürüm)
diyoruz. Burada, son nefese kadar imanımızdan şüphe etmiyoruz
diyoruz, elbette imanlı öleceğiz demiyoruz.
Sual: Şafiiler, elbette müminim demiyorlar da, niçin inşallah
müminim diyorlar? İnşallah ne demektir?
CEVAP
İnşallah, Allah izin verirse, Allah nasip ederse manasına, bütün
işlerini Allahü teâlânın dilemesine havale etmek için söylenen
sözdür.
İmam-ı Gazali hazretleri, Şafiilerin niye inşallah dediklerini
açıklarken buyuruyor ki:
Şu dört husustan dolayı Şafiiler inşallah diyorlar:
1- Ben elbette müminim, ben elbette âlimim demek kendini
övmek sayılmasından korkarak inşallah demişlerdir. Çünkü hikmet
ehli bir zata sormuşlar, doğru olduğu halde, çirkin olan şey nedir
diye, o da, (Doğru olarak da, kişinin kendisini övmesi çirkindir)
buyurmuştur.
Bir kimseye doktor musun, âlim misin diye sorulunca,
doktorluğu kesin olduğu halde, sırf övünmemek için, inşallah
doktorum demesi yanlış olmaz.
Bir âyet-i kerime meali:
(Kendinizi tezkiye etmeyin, temize çıkarmayın, övünmeyin.)
[Necm 32]
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Âlimim diyen cahildir.) [Taberani] (Âlim övünmez, övünen,
gerçek âlim olamaz.)
2- Her zaman Allah’ın adını anmak için inşallah denir. Bir âyet-i
kerime meali:
(Bir işi inşallah demeden yarın yapacağım deme.) [Kehf 23,
24]
Sadece şüpheli şeylerde değil, kesin olan şeylerde de inşallah
denir. Bir âyet-i kerime meali:
(İnşallah Mescid-i harama gireceksiniz.) [Fetih 27]
Bunu bizzat Allahü teâlâ bildiriyor. Siz Mekke’yi fethedeceksiniz
buyuruyor. İnşallah demeyi öğretmek için böyle bildiriyor.
Peygamber efendimiz de, ölmek kesin olduğu halde, inşallah
öleceğiz diyor. Mezarlığa uğrayınca buyuruyor ki:
(Esselamü aleyküm, ey müminler diyarı, inşallah biz de
sizlere ulaşacağız.) [Müslim]
3- Hakiki imana kavuşmuş, kâmil iman sahibine de, imanı zayıf
olana da mümin denir. Kâmil mümin anlamında inşallah müminim
diyorlar. Burada inşallah demeleri ben mümin değilim demek
değildir. Kâmil mümin, gerçek mümin olurum inşallah anlamındadır.
Bir âyet-i kerime meali:
(İşte bunlar, gerçek müminlerdir.) [Enfal 4]
Bir kimse kendisinin kâmil mümin olup olmadığında şüphe
etmesi yanlış değildir. Bu anlamda (İnşallah müminim) demek caiz
olur. Burada mümin olmaktan şüphe edilmiyor, kâmil mümin
olmaktan şüphe ediliyor. İman, ibadetle kâmil hâle gelir. Ancak
ibadetlerimizin kâmil olduğunu bilemeyiz. İnşallah kâmil iman
sahibiyim anlamında, (inşallah müminim) demek caiz olur.
4- Son nefeste imansız ölmekten korkulur. Hiç kimse garanti
imanlı öleceğini bilemez. Eğer imansız ölürse bütün iyi amelleri yok
olur. Amellerin kabul olması son nefeste imanlı ölmeye bağlıdır.
Oruçlu kimseye kuşluk vakti oruçlu musun diye sorulsa, (Elbette
oruçluyum) der. Ancak akşamdan önce orucu bozulursa, oruçluyum
demesinin hükmü kalmaz ve yalancı sayılır. Orucun sahih olması
için akşam ezanına kadar orucun bozulmaması şarttır. İmanın sahih
olması için de son nefeste de imanlı olmak şarttır. Bir kimse, imanlı
yaşar kâfir olarak ölebilir, kâfir olarak yaşar sonunda iman eder,
mümin olarak ölebilir. Artık kâfir olarak yaşamasının hiç kıymeti
kalmadığı gibi, imansız ölenin de mümin olarak yaşamasının hiç
kıymeti olmaz. Ebüdderda hazretleri, (İmansız ölmekten korkmayan
imansız ölür) buyuruyor. Bir âyet-i kerime meali:
(İşlerin akıbeti, sonucu Allah'a aittir.) [Hac 41]
İman, sahibini Cennete koyar. Oruç, Allah’ın hakkını öder.
Akşama kadar devam etmeyip bozulan oruç, oruç sayılmayacağı,
borcu ödeyemeyeceği gibi, son nefese kadar, devam etmeyen iman
da, sahibini Cennete koyamaz. Bu, artık iman sayılmaz. İşte bu
sebeplerden dolayı inşallah müminim demişlerdir. Son nefeste de
imanla ölürüm inşallah anlamındadır. (İhya)
[Yukarıda, İmam-ı Gazali hazretlerinin bildirdikleri Şafii
mezhebine göredir. Biz Hanefiler, (Elbette müminim) demeliyiz.]
Aşırı dincilik
Sual: Dinimi doğru olarak öğrendikten sonra, elimden
geldiğince uygulamaya başladım. Beni tanıyan ateist birisi bunu
duymuş. (Senin aşırı dinci olduğunu duydum. Namaz kılıyor, oruç
tutuyormuşsun. Bir de tesettüre riayet ediyormuşsun. Böyle
yapmakla daha iyi Müslüman mı olduğunu sanıyorsun? Kafanın ve
kalbin temiz olması yeter. Kalbin temiz olunca namaz kılmamışsın,
içki içmişsin, çıplak gezmişsin, bunun önemi olmaz) diye bana bir
mail göndermiş. Ne yazmamı tavsiye edersiniz?
CEVAP
Hiç cevap vermemenizi tavsiye ederiz; çünkü (Ahmağa
verilecek en güzel cevap susmaktır) buyuruluyor. Her eserin bir
sahibi vardır. Ayın, güneşin, yıldızların, gezegenlerin, bitkilerin,
hayvanların ve insanların kendi kendine tesadüfen olduğunu
söylemek kadar büyük ahmaklık olur mu?
Doğruyu, iyiyi, güzeli, ateiste söylesek, faydası olur mu?
Kesinlikle olmaz. Çünkü Kur’an-ı kerimde, onların hakkı
işitemeyecekleri, doğruyu göremeyecekleri, gerçekleri
söyleyemeyecekleri açıkça bildiriliyor. Bir âyet-i kerime meali:
(Kâfirler sağır, dilsiz ve kör oldukları için, akledemezler.)
[Bakara 171]
Yani hakkı işitmedikleri için sağır, doğruyu söylemedikleri için
dilsiz, gerçeği görmedikleri için kördürler. (Beydavi)
Dinci, din ticareti yapan, din alıp din satan kimseye denir. Dinin
emrine uyana ise, Müslüman denir. Namaz kılan, kapanan kimse
Müslüman’dır, dinci değildir. Ateistler, Müslümanlara Müslüman diye
değil, dinci yaftası takarak hakaret ederler. Onlara dinci ne diye
sorulsa, Müslümanı tarif ederler. Yani namaz kılar, oruç tutar, içki
içmez derler. Dinci Müslüman olduğuna göre, ateist, niye açıkça,
Müslümanlık kötüdür demiyor da, dincilik kötü diye saldırıyor? Eğer
ona göre dinci, dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçan kimse ise,
aşırı dinci diye niye hücum ediyor? Aşırı dinci, dinin emrine daha iyi
sarılan kimse olur. Din iyi ise dincilik iyidir, aşırısı daha iyidir. Din
kötü ise, dincilik de kötüdür, aşırısı daha kötü olur. Demek ki
Müslümanlığı kötülemek için, aşırı dinci tabiri kullanılıyor. Onların
kafasındaki Müslüman, dinin hiçbir emrine uymayan, yasak ettiği
hiçbir şeyden kaçmayan kimsedir.
Kalbin nasıl temiz olacağını her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâ
ve onun Resulü [elçisi] bildiriyor. Onların bildirdiklerine uygun
yaşayanın kalbi temiz, onların emirlerine uymayanın kalbi pistir.
Günah işlemek, kalbin bozuk olmasının alametidir. Namaz
kılmamak veya açık gezmek gibi günah işleyenlerin, (Sen, kalbe
bak, kalbim temizdir) demeleri çok yanlıştır. Allahü teâlânın Resulü
buyuruyor ki:
(Günah işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşur. Tevbe
ederse, o leke silinir. Tevbe etmeyip tekrar günah işlerse, o leke
büyür kalbi kaplar, kalb, kapkara [kirli, pis] olur.) [Haraiti]
(Günaha devam edenin kalbi mühürlenir. O, artık sevab
işleyemez olur.) [Bezzar]
(Kalb bozuk olunca, bedenin işleri de hep bozuk olur.)
[Beyheki]
Burada bildirilen kalb, Müslüman olduğu halde, günahlardan
kaçmayan kimsenin kalbidir. Bir hadis-i şerif meali:
(Müminin kalbi temiz, kâfirin kalbi simsiyahtır.) [Taberani]
Sual: (Bir şey iyi ise, aşırısı daha iyidir, bir şey kötü ise aşırısı
daha kötüdür) deniyor. Müslüman olmak, dindar olmak iyi olduğuna
göre, aşırısı daha iyi değil mi? Eğer aşırısı iyi ise, ne diye ateistler,
Müslümanları aşırı dinci diye kötülüyorlar?
CEVAP
Onlar aşırı dinci tabirini yanlış kullanıyorlar. Dinin emrine tam
uyan Müslümana aşırı dinci diyorlar. Dinin emrine tam uymak
Allah’ın emridir. Ona aşırılık denmez.
(Bir şey iyi ise, aşırısı daha iyidir) sözü yanlıştır. Bu her şey için
geçerli olmaz. İslamiyet orta yoldur, ifrattan [aşırılıktan] uzaktır.
Mesela oruç tutmak iyidir, senenin tamamını bayramlar dâhil oruçlu
geçirmek yanlıştır. Sabah namazının farzı iki rekâttır. Namaz kılmak
iyidir diye sabah namazının farzını 3, 4, 5 rekât kılmak yanlış olur.
Nafaka temin edilmeden, gece gündüz namaz kılmak yanlış olur.
Bunlar dinimizin istediği dindarlık değildir. Yani dine aykırıdır. Bu bir
aşırılıktır, fakat din düşmanları buna değil, dinin emrine tam uyan
gerçek Müslümana aşırı dinci diye saldırıyorlar. Art niyetli oldukları
meydandadır. Dine uymaya aşırılık denmez, dinin sınırlarını aşmaya
aşırılık denir.
İnanmak ihtiyaç mı?
Sual: İnsanlar niçin Allah’a inanmak ihtiyacı duyarlar?
CEVAP
Bazı felsefeciler (İnsanda tapma ihtiyacı vardır. Bunun için de,
ateşe, güneşe, puta tapanlar olmuştur) diyorlar. İşin aslı ise şöyle:
Allahü teâlâ, insana, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayırması için
akıl vermiştir. Akıl, bir şeyin kendiliğinden olduğunu kabul etmez.
Her şeyi bir sebebe bağlar. İnsanın ve insandaki organların ve
tabiattaki düzenin yerli yerince yaratılmasını tesadüf olarak kabul
edemez. Bunun gibi tabiatta bulunan canlı cansız her şeyin, bir
yaratıcı tarafından yaratıldığını ister istemez kabul eder.
İnsanın kendi başına Allah’ı tanıması zor, hatta imkânsızdır.
Tarih boyunca, Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan,
insan; kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı ile
anladı. Fakat Ona giden yolu bulamadı.
İnsanlar, yaratıcıyı önce etraflarında aradı. Kendilerine en
büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sanıp, ona tapmaya başladılar.
Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi,
yanardağları ve benzerlerini gördükçe, bunları yaratıcının
yardımcıları zannettiler. Herbiri için bir suret, alamet yapmaya
kalktılar. Bundan da putlar doğdu. Böylece, çeşitli putlar çıktı.
Bunların gazabından korktular ve onlara kurbanlar kestiler. Hatta,
insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni olay karşısında,
putların miktarı da arttı. İslamiyet’in başında Kâbe’de 360 put vardı.
Kısacası insan; Bir, ezeli ve ebedi olan Allahü teâlâyı kendi
başına bir türlü tanıyamadı. Bugün bile güneşe ve ateşe tapanlar
vardır. Bunlara şaşmamalı! Çünkü rehbersiz karanlıkta doğru yol
bulunamaz.
Kur’an-ı kerimde, (Biz, peygamber göndermeden önce azap
yapıcı değiliz) buyuruldu.(İsra 15)
Allahü teâlâ; kullarına verdiği akıl ve düşünme kuvvetinin nasıl
kullanılacağını onlara öğretmek, kendi birliğini onlara tanıtmak ve iyi
işleri kötü, zararlı işlerden ayırmak için, dünyaya peygamberler
gönderdi. Peygamberler en büyük rehberlerdir. Ruh-ul beyan’da,
Zümer suresinin, (Allah’tan başkasını dost edinenler, “Biz bunlara
bizi Allah’a yaklaştırmaları için, bize şefaat etmeleri için tapınıyoruz
derler) mealindeki 3. âyetinin tefsirinde deniyor ki:
(İnsan, kendisinin ve her şeyin yaratıcısını tanımaya elverişli
olarak, yaratılmıştır. Yaratıcısına ibadet etmek ve Ona yaklaşmak
arzusu, her insanda vardır. Fakat böyle elverişli olmanın ve bu
isteğin kıymeti yoktur. Çünkü, nefs, şeytan ve kötü arkadaş, insanı
aldatarak [yaratana ve kıyamete inanmayan birer dinsiz veya]
müşrik yaparlar. Müşrik, Allahü teâlâya yaklaşamaz. Onu
tanıyamaz. Şirkten uzaklaşıp, tevhide sarılarak hasıl olan tanımak,
kıymetlidir. Bunun alameti, peygamberlere ve kitaplarına inanmak
ve bunlara uymaktır. İnsan, Allahü teâlâya ancak böyle yaklaşabilir.)
Zâriyat suresinin, (İnsanları ve cinni, bana ibadet etmeleri
için yarattım) mealindeki 56. âyet-i kerimesindeki (ibadet etmeleri
için) ifadesi, (beni tanımaları için) demektir. Yani, Allahü teâlâyı
tanımak, inanmak için yaratıldık. Hadis-i kudside, (Tanınmak için
her şeyi yarattım) buyurması, (Onların beni tanımakla
şereflenmesi için) demektir.
Peygamber efendimiz, ilmin inceliklerini soran bedeviye, (İlmin
başını öğrendin mi?) diye sordu. O da, (İlmin başı ne ki?) dedi.
Bedeviye, (İlmin başı, Allah’ı tanımaktır. Bu da Onun; misli,
benzeri, zıddı, dengi, eşi olmadığını, vâhid, evvel, ahir, zâhir ve
bâtın olduğunu bilmektir) buyurdu.
Huzura kavuşmak için
Yalnız maddiyata inanan kimselerin çok defa dertlerine çare
bulamadıklarını, intihara kadar gittiklerini görüyor ve okuyoruz.
Yalnız maddeye inanan kimseler, çok kereler dertlerine çare
bulamayıp, ümitsizliğe kapılmaktadır. Bu, onların ruhlarının boş
kalmasından ileri gelmektedir. İnsanın ruhu da, bedeni gibi gıdaya
muhtaçtır. Bu da, ancak iman etmekle mümkündür ve Allahü
teâlânın yolunu ancak din gösterir. Allahü teâlâyı inkâr edenler bile,
muhakkak bir gün bu ihtiyacı duyarlar.
Ünlü Rus yazarı Soljenitsin, Amerika’ya yerleştiği zaman,
kendisinin büyük sıkıntılardan, ruhi bunalımlardan kurtulacağını
zannetmişti. Bir gün bir üniversitede Amerika gençlerini başına
toplayarak onlara şöyle hitap etmişti:
(Ben buraya gelince, çok bahtiyar olacağımı sanmıştım. Ne
yazık ki, burada da büyük bir boşluk hissediyorum. Çünkü siz, artık
maddenin esiri olmuşsunuz. Evet, burada hürriyet var, herkes
istediğini yapıyor; fakat ancak maddeye önem veriyor. Ruhları
bomboş. Hâlbuki insanı hakiki insan yapan, onun tekâmül etmiş
[gelişmiş], temizlenmiş ruhudur. Size tavsiyem şudur: Ruhunuzu
geliştirmeye, güzelleştirmeye bakın! Ancak o zaman, ülkenizde
bulunan ve sizi de üzen çirkinlikler yok olmaya başlar. Dine önem
verin! Din, insan ruhunun gıdasıdır. Dinine bağlı insanlar, her işte
sizin en büyük yardımcınız olacaktır; çünkü onları Allah korkusu
doğru yoldan ayırmaz. Sizin en büyük güvenlik teşkilatınız bile,
herkesi gece gündüz kontrol edemez. İnsanları kötülükten alıkoyan
polis gibi, onların duyduğu Allah korkusudur.)
Ölmeden önce Allah’a ulaşmak
Sual: Bazıları, Kur’anda geçen her hidayet kelimesini, ruhun
ölmeden önce Allah’a ulaşması olarak tarif ediyorlar. Bu manada bir
âyet veya hadis var mıdır? Allah’a ulaşmak ne demektir?
CEVAP
Hayır, o manada bir âyet ve hadis yoktur. Hiçbir İslâm âlimi de,
böyle bir şey söylememiştir.
Hidayet; doğru yol, hak yol, İslamiyet demektir. Zıttı dalalettir.
Hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görüp doğru yola girmek. Dalâletten ve
bâtıl yoldan uzaklaşmak, iman etmek, Müslüman olmak demektir.
Esma-i hüsnadan olan Hâdi ve Mehdi, hidayet eden, doğru yola
ileten demektir.
Allah’a ulaşmak diye bir tabir yok, Allah’a kavuşmak tabiri
vardır. Bu da ölmeden önce ruhun Allah’a ulaşması değildir.
Hidayet kelimesi geçen âyetlerden bazılarının mealleri:
(İnne hüdallahi hüvel hüda = Allah’ın hidayet yolu [İslamiyet]
doğru yolun tâ kendisidir.) Bu âyetin Türkçe’ye uygun tercümesi
şöyledir: (Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur.) [Bekara120]
(İnnelhüda, hüdallahi = Doğru yol, şüphesiz Allah’ın
yoludur.) [Al-i İmran 73]
(Ülaikellezine, hedahümullahü = İşte onlar, Allah'ın hidayete
eriştirdiği [doğru yola ulaştırdığı] kimselerdir.) [Zümer 18]
(Vellezine-h-tedev zadehüm hüda = Hidayete erenlerin [Doğru
yola girenlerin] Allah hidayetlerini artırır.) [Muhammed 17]
(Ve men yü’min billahi yehdi kalbehü = Kim Allah'a inanırsa,
Allah onun kalbini hidayete [doğruluğa] ulaştırır.) [Tegabün 11]
(Ve yezidullahüllezine-h-tedev hüda = Allah, hidayete [imana]
kavuşanların hidayetini artırır.) [Meryem 76]
(Vallahü yehdi men yeşâü ila sıratım müstekîm = Allah
dilediğini doğru yola hidayet eder [eriştirir.]) [Bekara 213]
(Seyehdihim = Onları hidayete erdirir [doğru yola kavuşturur.])
[Muhammed 5]
(Hedena li haza ve ma künna li nehtedi = Eğer Allah bize
hidayet vermeseydi kendiliğimizden hidayete kavuşamazdık.)
[Araf 43]
(Ülaikellezine-ş-terev-üd-dalate bil hüda = Onlar doğruluk
yerine sapıklığı satın alanlardır.) [Bekara 175]
(İnneke la tehdî men ahbebte velakinnallahe yehdî men yeşâü
= Sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin [Müslüman yapamazsın],
Allah ise, dilediğine hidayet verir.) [Kasas 56]
(Vallahü la yehdil kavmezzalimin = Allah zalimleri hidayete
kavuşturmaz.) [Tevbe 19]
(Leyse aleyke hüdahüm = Onları hidayete erdirmek senin
vazifen değildir.) [Bekara 272]
Hidayetle ilgili birkaç hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız
hidayete erersiniz. Eshabımın ihtilafı [farklı ictihadları] sizin için
rahmettir.) [Taberani, Beyheki, İbni Asakir, Hatib, Deylemi, Darimi,
İ. Münavi, İbni Adiy]
(Rabbim vahyetti ki: Ey Resulüm, Eshabın gökteki yıldızlar
gibidir. Bazısı daha parlaktır. Onlardan birine uyan hidayet
üzeredir.) [Deylemi]
(Birinin hidayetine [imana gelmesine] sebep olan Cennete
girer.) [Buhari]
(Hidayete kavuşturmak, dalaletten uzaklaştırmak için
çalışan salih âlimlerin sohbetinde bulunun.) [İ. Maverdi]
Hidayet ne demektir?
Sual: 14 asırdır gelen İslam âlimleri, hidayet kelimesini doğru
yol olarak tercüme etmişlerdir. Hâlbuki hidayet, dünyada Allah’a
ulaşmak demektir. Öyle değil mi?
CEVAP
Asla öyle değil. Burada bütün İslâm âlimleri kötülenmekte, hâşâ
hidayet kelimesine yanlış mana vermekle suçlanmaktadır. Halbuki
Allahü teâlâ, (Bilmiyorsanız âlimlere sorun) buyuruyor.
Peygamber efendimiz, (Âlimler, benim ve diğer Peygamberlerin
vârisleridir) buyuruyor.
Bugüne kadar, hiçbir İslam âlimi, hidayeti Allah’a ulaşmak
olarak bildirmemiştir. Dört mezhebin kurucusu (İmam-ı a'zam,
imam-ı Malik, imam-ı Şafii, imam-ı Ahmed) gibi büyük âlimler,
mezhepteki büyük âlimler, mesela imam-ı Gazali, imam-ı Rabbani,
imam-ı Ebu Yusuf, imam-ı Muhammed, imam-ı Nevevi gibi âlimler,
Seyyid Abdülkadir-i Geylani, Cüneyd-i Bağdadi gibi yüzlerce
kerameti görülen velilerden hangisi, hidayet kelimesi Allah'a
ulaşmaktır demiştir? Hangi müfessir tefsirinde hidayeti Allah'a
dünyada ulaşmak diye bildirmiştir? Binlerce âlimden biri
gösterilemez.
İslam âlimlerine düşmanlığın sebebi nedir? Sebebi hidayeti
İslamiyet olarak bildirmeleri ve dinin emir ve yasaklarını aynen
Resulullah efendimizin bildirdiği gibi açıklamaları değil mi? Niye
İslam âlimleri ölçü alınmıyor da, sapık kimseler ölçü alınıyor?
Bugüne kadar İslam dini eksik mi geldi? Bazı sapıklar, hocamız
gelene kadar İslamiyet eksikti o tamamladı diyorlar. 1400 yıldır
İslamiyet eksik mi geldi? Hâşâ Allahü teâlâ mı eksik bildirdi? Hâşâ,
Peygamber efendimiz mi eksik bildirdi, eksik mi açıkladı?
Hidayet yol demek değildir. Yani sebil ve sırat demek değildir.
Köprü falan değildir. Hidayet = İslamiyet demektir. İslamiyet ise
Allahü teâlânın gösterdiği doğru yol demektir. Onun için hidayete
doğru yol deniyor. Zıddı da, dalalettir, sapıklıktır.
Hidayet; Hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görüp doğru yola girmek,
dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak, iman etmek, Müslüman
olmak demektir.
Hidayet, Allah’ın istediği dindir, Allah’ın istediği yoldur. Yol
kelimesi bunu güzel açıkladığı için bütün İslam âlimleri yol olarak
bildirmişlerdir. Piyasadaki yanlış doğru bütün mealler hidayete,
doğru yol anlamını vermişlerdir. Yani İslamiyet demişlerdir. Ulaşmak
diye bir ucube meydana getirmemişlerdir.
Hidayet İslamiyet’e girme, İslamiyet’i kabul etmek demektir.
İslamiyet ise doğru yoldur. O halde hidayet doğru yol demektir. Bir
âyet-i kerime meali şöyledir:
(Allah, kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslamiyet
için genişletir.) [Enam 125]
İki hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Allahü teâlâ, beni âlemlere rahmet ve hidayet için
gönderdi.) [Ebu Nuaym]
(Hidayet benim elimde değildir. Şeytan da Allahü teâlânın
yasak kıldığı şeyleri süslü, cazip gösterir. Saptırmak da onun
elinde değildir.) [İ.Adiy]
İmanın şartı yedi değildir
Sual: (Ruhun Allah'a ulaştırılmasına inanmak imandır. İmanın
şartı 7 dir. Şer Allah’tan değil, nefstendir) demek doğru mudur?
CEVAP
Şer nefisten demek, Allahü teâlânın yaratıcılık sıfatına ortak
olanlar var demektir. Allahü teâlâ, günahlarımız sebebiyle bize bela
gönderiyor, belayı biz yaratmıyoruz, biz cezaya layık oluyoruz,
Allahü teâlâ da ceza veriyor. Allah kullarına zulmetmez.
Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:
(Kendilerine bir iyilik dokununca, "Bu Allah'tan" derler;
başlarına bir kötülük gelince de "Bu senin yüzünden" derler.
"Küllün min indillah" [Hepsi Allah’tandır] de, bunlara ne oluyor ki
bir türlü laf anlamıyorlar.) [Nisa 78]
Sual: İman hadisinin Arapça’sının sonunda Allah'a ölmeden
önce ulaşmak ifadesi yok mu? Türkçe’ye çevirenler bunu ilave
etmemiş mi?
CEVAP
Yalanın böylesi de hiç görülmemiştir. Ölmeden önce Allah’a
ulaşılmaz.
İman hadisinin Arapça’sı şöyledir:
(Amentü billahi ve Melaiketihi ve Kütübihi ve Rüsülihi vel
Yevmil-ahiri ve bil Kaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ velbasü
badelmevti hakkun. Eşhedü en La ilahe illallah ve Eşhedü
enne Muhammeden abdühü ve resulühü) [Buhari, Müslim, Nesai]
Şerrihi minallahi teâlâ = Şer de Allah’tandır deniyor. Bu meşhur
hadis nasıl inkâr edilir ki?
Türkçesi de şu:
(Ben Allah’a ve meleklere ve kitaplara ve peygamberlere ve
ahiret gününe, [yani Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana] ve
kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna ve ölüme, öldükten
sonra dirilmeye iman ettim. Allah’tan başka ilah olmadığına ve
Muhammed aleyhisselamın Onun kulu ve resulü olduğuna
şehadet ederim.) [Buhari, Müslim, Nesai]
Sual: Yunus 7-8 de, Eğer kişi Allah'a ulaşmayı dilemezse ateşe
gider denmiyor mu?
CEVAP
Tefsir âlimleri Allah’a kavuşmanın ne demek olduğunu şöyle
açıklıyorlar:
([Dirilmeyi inkâr edip, hesap için] Bize kavuşmayı
ummayanlar, [ahiretten gafil olduklarından dolayı] dünya hayatına
razı olup [dünyayı ahirete tercih ederek] bununla rahatlayanlar ve
âyetlerimizden [Yaratanın varlığını gösteren delillerden] gafil
olanlar, işledikleri [günahlar] yüzünden Cehenneme
gideceklerdir.) [Yunus 7-8] (Öldükten sonra Allah’a kavuşmayı
inkâr, dirilmeyi inkârdır. Ölmeden önce Allah’a kavuşulmaz.)
Sual: Nisa 79 da hayır Allah'tan, şer nefsinizdendir
buyuruluyor mu?
CEVAP
Hâşâ nefsimiz yaratıcı değildir, şerri de yaratamaz, hayrı da.
Her şeyin yaratıcısı yalnız Allahü teâlâdır. Kur’an-ı kerimde mealen
buyuruluyor ki:
(Her şeyin yaratıcısı Allah’tır.) [Zümer 62, Mümin 62]
(Rabbin, kendi istediğini yaratır, dilediğini seçer. Onların
seçim hakkı yoktur.) [Kasas 68]
Kul belayı hak ederse, Allahü teâlâ da ona bela gönderir. İşte
bir âyet meali:
(Başınıza gelen bir bela, kendi ellerinizle işledikleriniz
yüzündendir. [Bununla beraber] Allah çoğunu affeder.) [Şura 30]
(Demek ki bela, günahlarımız yüzünden gönderiliyor. Ama
gönderen yine Allah’tır. Âyetin devamında, Allah çoğunu affeder
deniyor. Demek ki belayı gönderen Odur, çoğunu da affediyor.)
(Sana gelen her iyilik, Allah’ın [bir ihsanı olarak] gelmekte,
her kötülük de [günahlarına karşılık olarak] kendinden
gelmektedir.) [Nisa 79]
(Bundan önceki âyette, Şerri de Allah yaratır buyuruluyor. Bu
âyette ise, günahlarınız yüzünden kötülük geliyor buyuruluyor. Ama
gönderen, kötülüğü yaratan yine Allahü teâlâdır.)
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Kaderin, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayan
mümin değildir.) [Tirmizi]
Allah’a kavuşmayı inkâr
Sual: Kur’anda (Allah’a kavuşmayı inkâr eden kâfir olur)
deniyor. Allah’a kavuşmak nedir? İmanın şartı 7’dir diyenler, (Allah’a
dünyada kavuşmayı kabul etmeyen kâfirdir) diyorlar. Bu ne
demektir?
CEVAP
Din yeni gelmedi. Dinde bilinmeyen bir husus yoktur. Dinin
sahibi var, Peygamberi var. Onların emir ve yasakları var. Allah
Resulünü devreden çıkarmak, Onun bildirdiklerine inanmamak,
açıklamalarını beğenmemek dinsizliktir.
Allah’a kavuşmanın ne demek olduğunu, Resulullah ve Onun
vârisleri şöyle açıklıyor:
Allah’a kavuşmayı inkâr etmek, dirilmeyi inkârdır, Cenneti,
Cehennemi, yani ahireti inkârdır. Allah’ın manevi huzuruna çıkmayı
inkârdır.
Likaullah yani Allah’a kavuşmakla ilgili bazı âyet mealleri
şöyledir:
(Köşeli parantez içindeki açıklamalar Beydavi, Celaleyn,
Medarik, Kurtubi gibi muteber eserlerden alınmıştır.)
(Allah’a [Rahmetini umup azabından korkarak, Onun rızasına]
kavuşmak isteyen, bilsin ki Allah’ın tayin ettiği o vakit [ahiret]
elbette gelecektir.) [Ankebut 5] (Kavuşma günü ahirettir.)
(Ey insan, sen Rabbine çalışıp çabalarsın, sonunda
[ahirette] Ona kavuşacaksın.) [İnşikak 6] (Hayır ve şer ne yaptıysan
kıyamette onların karşılığına kavuşacaksın [Beydavi])
(Denilir ki: Bu güne [kıyamet gününe] kavuşacağınızı
unuttuğunuz [inkâr ettiğiniz] gibi, biz de bugün [Kıyamet günü]
sizi unuturuz [Cezalandırırız]. Yeriniz ateştir, yardımcılarınız da
yoktur. [Sizi Cehennem azabından hiç kimse kurtaramaz]) [Casiye
34]
(Bu güne kavuşmayı unutmanızın [inanmayışınızın] cezasını
şimdi görün. İşte biz de sizi unuttuk [Azaba maruz bıraktık],
yaptıklarınıza karşılık ebedi azabı tadın!) [Secde 14] (Ahiret
gününe kavuşmayı inkârın, dirilmeyi inkâr olduğu bildiriliyor.)
(Allah'a kavuşmayı [dirilmeyi] yalanlayanlar, gerçekten
hüsrana uğramışlardır. Kıyamet günü ansızın gelince onlar,
günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak, "Dünyada yaptığımız
kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize" derler. Bakın yüklendikleri
günah ne kötüdür.) [Enam 31]
(“[Ölüp] toprakta kaybolduğumuz zaman, gerçekten biz
yeniden yaratılacak mıyız” derler. Doğrusu onlar Rablerine
kavuşmayı [dirilmeyi] inkâr ediyorlar.) [Secde 10] (Allah’a
kavuşmayı inkârın, dirilmeyi inkâr olduğu bildiriliyor.)
(Sabır ve namazla Allah’a sığınıp yardım isteyin; Rablerine
kavuşacaklarına, Ona döneceklerine inanan ve Allah’tan
korkanlardan başkasına namaz elbette ağır gelir.) [Bekara 45,46]
(Allah’tan geldik, Ona döneceğiz âyetinde olduğu gibi, burada da
Ona dönmekten kasıt dirilmektir, Ona kavuşmak da manevi
huzuruna çıkmaktır.)
(İstikbal [ahiret] için hazırlıklı olun, Allah'tan sakının. Ona,
hiç şüphesiz kavuşacağınızı [dirilerek manevi huzuruna
çıkacağınızı] bilin, bunu inananlara müjdele.) [Bekara 223]
(Allah’a [Onun rahmetine, yardımına] kavuşacağını bilenler
ise: “Nice az topluluk çok topluluğa Allah’ın izniyle üstün
gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir” dediler.) [Bekara 249]
(Allah, bütün işleri idare eder, âyetleri tafsilatlı olarak beyan
eder, tâ ki Rabbinize kavuşacağınızı kesin olarak bilesiniz.)
[Rad 2] (Öldükten sonra dirilmek ve ahiret hayatı var.)
(Allah’ın âyetlerini ve Ona kavuşmayı inkâr edenler,
rahmetimden ümitlerini kesenlerdir. Onlar için acıklı azap
vardır.) [Ankebut 23]
(Kendi kendilerine, Allah’ın, gökleri, yeri ve ikisinin
arasında bulunanları ancak hak olarak ve belli bir süre için
yarattığını hiç düşünmediler mi? İnsanların birçoğu, Rablerine
kavuşmayı gerçekten inkâr ediyorlar.) [Rum 8] (Ölümden sonra
dirilmeyi inkâr edenler var deniliyor.)
(Elbette onlar [kâfirler] Rablerine kavuşma [öldükten sonra
dirilme] konusunda şüphe içindedirler.) [Fussilet 54] (Burada da
Allah’a kavuşmak dirilmek demektir.)
(Allah onları toplayacağı günde, sanki onlar dünyada
gündüz bir parça kalmışlar da aralarında tanışıyorlarmış gibi
olacak. Allah'ın huzuruna çıkacaklarını inkâr edip de, hidayete
kavuşmayanlar, elbette en büyük ziyana uğramış olacaklardır.)
[Yunus 45]
(Rabbine [Ahirette Onun rızasına] kavuşmayı arzu eden
kimse, salih amel işlesin ve Rabbine kullukta hiçbir şeyi ortak
koşmasın.) [Kehf 110]
Şimdi de Allah’a kavuşmak hususunda Resulullah efendimizin
açıklamalarına bakalım:
(Hastalıktan dolayı sızlayan mümine hayret ederim. Eğer
hastalıktaki mükâfatı bilseydi, ölüp, Allah’a kavuşuncaya kadar
hasta kalmak isterdi.) [Taberani]
(Allahü teâlâya ihlâsla ibadet eden ve şirk koşmadan Ona
mülaki olana [kavuşana] Cennet vacib olur. Allah’a şirk koşarak
mülaki olana da Cehennem vacib olur.) [Hâkim] (Demek ki kâfir
olan da Allah’a kavuşuyor, yani diriliyor.)
(Müslümanın her iyiliği için, on katından yedi yüz katına
kadar sevap yazılır. Her günahı için ise bir misli yazılır. Allah’a
kavuşuncaya [kıyamete] kadar böyle devam eder.) [Müslim]
(Bir tüccar, alacaklarını tahsil eden adamına, “Borcunu
veremeyecek fakirden alma, onu hoş gör” derdi. Allah’a
kavuşunca [ahirette], Allah da onu hoş görüp, affetti.) [Buhari]
(Mümin için, Allah’a kavuşmadan [ölmeden], rahat yoktur.)
[Müslim]
(Bir Müslüman, “Sübhanallahi ve bihamdihi ve estağfirullah
ve etübü ileyh” derse, bu söz arşa asılır ve o kimse Allah’a
kavuşuncaya [ahirete] kadar sahibinin işlediği hiçbir günah onu
silmez ve o, söylediği gibi mühürlü olarak kalır.) [Taberani]
(Bela müminin bedeninde, malında ve evladında devam
eder. Tâ ki üzerinde hiç bir günah kalmadan Allah’a
kavuşuncaya [ahirete] kadar.) [Hâkim]
(En çok gıpta edilen mümin, yükü hafif olan, namazını
doğru kılan, Allah’a kavuşuncaya [ahirete] kadar kendisine
yetecek az rızka sabreden, kulluk vazifesini güzel bir şekilde
yerine getiren, halk arasında fazla tanınmayan, musibeti
dünyada iken verilen, mirası ve ardından ağlayanı az olan
kimsedir.) [Tirmizi, İbni Mace]
(Allah’ım, sana kavuşana [ahirete] kadar dünyadan ihtiyaç
bağlarımı kopar.) [Ebu Nuaym]
(Hiç kimsenin bende bir hakkı olmadığı halde Rabbime
kavuşmak isterim.) [Ebu Davud]
(Allahü teâlâ, kıyamette Müslümanlara, “Bana kavuşmayı
arzu eder miydiniz?” buyurur. Onlar “Evet” derler. Allahü teâlâ,
“Niçin” diye sorar. Onlar, “Affını umardık” derler. Allahü teâlâ,
“Ben de sizi affettim” buyurur.) [İ. Ahmed]
(Allahü teâlâ buyurdu ki: Oruçlunun iki sevinci vardır. Biri
iftar zamanı, diğeri orucu ile bana kavuştuğu zaman.) [Buhari,
Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai]
(Her gün bir öncekinden kötü olur. Rabbinize kavuşana
[kıyamete] kadar böyle devam eder.) [Buhari]
(Allahü teâlâ buyurdu: Bana kavuşmak isteyen kuluma ben
de kavuşmak isterim. Bana kavuşmaktan hoşlanmayandan ben
de hoşlanmam.) [Buhari, Müslim, Tirmizi, Darimi]
Âişe validemiz bildirir:
Resulullah, “Kim Allah’a kavuşmak isterse, Allah da ona
kavuşmak ister. Kim Allah’a kavuşmak istemezse, Allah da ona
kavuşmak istemez” buyurdu. [Âişe validemiz, Allah’a ancak
ölmekle kavuşulacağını bildiği için] Ya Resulallah, ölümü sevmediği
için mi kavuşmak istemez? Eğer öyle ise hepimiz ölümü sevmeyiz,
dedim. Resulullah buyurdu ki:
(Hayır, öyle değil. Mümine Allah’ın rahmeti, rızası ve
Cenneti müjdelendiği zaman Allahü teâlâya kavuşmak ister
[ölüm ona kötü gelmez]; işte o zaman Allah da ona kavuşmak
ister. Kâfire Allah’ın azabı, gazabı haber verildiği zaman Allah’a
kavuşmaktan hoşlanmaz; Allah da ona kavuşmaktan
hoşlanmaz.) [Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai, İbni Mace]
Bu hadis-i şeriflerin hepsi de, Allah’a kavuşmanın, dirildikten
sonra Allah’ın manevi huzuruna çıkmak olduğunu bildirmektedir.
Tek istisnası yoktur.
Allah'a yaklaşmak
Sual: Allah'a nasıl yaklaşılır? Allah'a ulaşmakla aynı şey midir?
CEVAP
Dinimizde Allah’a kavuşmak tâbiri vardır. Allah’a ulaşmak diye
bir tâbir olmadığı gibi ölmeden önce ruhun Allah’a ulaşması diye de
bir şey yoktur. Bir âyet-i kerimede, öldükten sonra, (Bize
kavuşmayı ummayanlar, işledikleri günahlar yüzünden
Cehenneme gideceklerdir) buyuruluyor. Öldükten sonra Allah’a
kavuşmayı inkâr etmek, dirilmeyi inkâr etmektir. Dirilmeyi inkâr eden
de kâfir olur, ebedî Cehennemde kalır.
Allah'a yaklaşmak, Allah'ın rızasına kavuşmak demektir. Bu da
iki yolla olur:
1- Doğru itikat sahibi olduktan sonra, ihlâsla ibadet etmekle,
Allah'a yaklaşılır. Bu yol zor ve uzundur, ama imkânsız değildir.
Genelde bütün Müslümanlar bu yolla Allah'a yaklaşmış olurlar.
2- Mürşid-i kâmilin sohbetidir. Allah adamları görülünce Allah
hatırlanır ve Allah’ın feyzi alınır. Bu yolla çok kolay Allah'a
yaklaşılmış olur. Mürşid-i kâmil bulunmadığı zamanlarda, onların
kitapları okunarak da Allah’a yaklaşılır. Çünkü (Onların kitaplarını
okumak sohbetin yarısıdır) buyuruluyor. Demek ki, iki saat kitap
okuyan bir saat sohbette bulunmuş gibi feyze kavuşur.
Hidayet nedir?
Sual: Hidayet nedir?
CEVAP
Hidayet; Hakkı hak, batılı batıl olarak görüp doğru yola girmek,
doğru yola iletmek, dalâletten ve batıl yoldan uzaklaşmak, iman
etmek, Müslüman olmak, yol gösterici, Kur’an, tevhid gibi anlamlara
gelir.
Hidayet, doğru yolu gösterme, Allahü teâlânın razı olduğu yolda
bulunma, cenab-ı Hakkın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı
çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına
uymada tam bir kolaylık ihsan etmesi ve kulun rızasını kendi kaza
ve kaderine tâbi eylemesi demektir. İhtidanın manası da hidayete
erme demektir, yani Müslüman olma, din olarak İslamiyet'i seçme.
Aşağıdaki âyet meallerinde parantez içinde tefsirlerdeki
manaları bildiriliyor:
(Rabbimiz, her şeye bir özellik veren, sonra da hidayet eden
[doğru yola eriştiren]dir.) [Taha 50]
(Onların hepsini [İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u] emrimizle
[vahyimizle] hidayeti [doğru yolu; İslamiyet’i] gösterecek imamlar
[rehberler] kıldık, kendilerine hayırlı işler yapmayı, namazı doğru
kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar [puta tapmazlardı] bize
ibadet eden kimselerdi.) [Enbiya 73]
(Allah, dilediğini doğru yola hidayet eder, iletir.) [Bekara
213]
([İman ederek] hidayeti kabul edenlerin [Müslümanların]
hidayetlerini [doğru yoldaki başarılarını, İslamiyet’e uymalarını
Allahü teâlâ] artırmış, onlara kötülükten sakınma çarelerini ilham
etmiştir [açıklamıştır].) [Muhammed 17]
(Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini hidayete
[doğruluğa, İslamiyet’e] erdirir.) [Tegabün 11]
(Altlarından ırmaklar akan cennet ehli, “Allah'a hamd olsun
ki, bizi, hidayeti ile [Müslüman yaparak] buna kavuşturdu. Eğer
Allahü teâlâ bize hidayet vermeseydi [Müslüman yapmasaydı],
kendiliğimizden bu yolu bulamazdık” derler.) [Araf 43]
(İman edip salih âmeller işleyenleri, Rableri, imanları
sebebiyle altlarından ırmaklar akan nimeti bol Cennetlere
hidayet eder [Cennetlere koyar].) [Yunus 9]
(Ey Resulüm de ki; “Cebrail’e düşman olan, Allah’a
düşmandır.” Çünkü o, Kur’anı, Allah’ın izniyle, kendinden önce
gelen kitapları doğrulayıcı, bir hidayet [yol gösterici] ve müminler
için müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir.) [Bekara 97]
(Biz, hidayeti [Kur’anı] dinleyince, Ona iman ettik.) [Cin 13]
(Allah, [kâfirleri dost edinip, kendine] zulmedenlere hidayet
etmez [doğru yola iletmez].) [Maide 51]
(Dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de hidayet eder
[doğru yola, İslamiyet’e kavuşturur].) [Fatır 8]
(Allah, dilediğine hidayet verir [İslamiyet’e ulaştırır], dilediğini
dalalette bırakır.) [İbrahim 4]
(İhtilaflı şeyleri insanlara açıklayasın ve iman eden bir
kavme de hidayet [doğru yolu gösterici rehber] ve rahmet olsun
diye bu Kitabı sana indirdik.) [Nahl 64]
(Allah’a likayı [kavuşmayı] inkâr edip de, hidayetten [doğru
yol olan İslamiyet’ten] uzak kalanlar, elbette en büyük ziyana
uğramış olacaklardır.) [Yunus 45]
(Hidayet ancak Allah’ın hidayetidir [Doğru yol, ancak Allah'ın
yoludur].) [Bekara120]
(İşte onlar, Allah'ın hidayet verdiği [İslamiyet’e kavuşturduğu]
kimselerdir.) [Zümer 18]
(Hidayete erenlerin [iman edenlerin, Müslüman olanların]
Allah hidayetlerini [İslamiyet’e bağlılıklarını] artırır.) [Meryem 76,
Muhammed 17]
(Onları hidayete erdirir [imana kavuşturur].) [Muhammed 5]
(Onlar hidayet [doğru yol] yerine dalaleti satın alanlardır.)
[Bekara 175]
(Allah, Resulünü, hidayet ve hak din, İslamiyet’le gönderdi.
İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed
aleyhisselamın hak] Peygamber olduğuna şahid olarak Allah
yeter.) [Feth 28]
Türk Müslümanlığı ne demek?
Sual: Osmanlı Müslümanlığı, Türk Müslümanlığı gibi ifadeler
kullanmak doğru mudur?
CEVAP
Her milletin âdetleri farklı olabilir, fakat Müslümanlık tektir.
Bugün Şiîlerin ve Vehhabilerin Müslümanlıkları farklıdır. Bunlar
dinlerine, bid'at fırkalarının görüşlerini karıştırmışlardır. Arap
ülkelerinin Müslümanlıklarına da çok bid'at karışmış, sanki farklı bir
Müslümanlık meydana gelmiştir.
Türkler ise, İslamiyet'e doğru olarak hizmet etmişlerdir. Selçuklu
ve Osmanlı Türkleri, Ehl-i sünnet yolundan ayrılmamış ve bid'at
ehliyle mücadele etmişlerdir. Türk Müslümanlığı veya Osmanlı
Müslümanlığı, bu anlamda, yani Türklerin Ehl-i sünnet yolunda
olduklarını anlatmak için söylenebilir. Yoksa, sanki farklı bir dinmiş
gibi veya ırk ayrımı yaparak söylemek hiç uygun olmaz.
Eshab-ı kiramdan sonra İslamiyet'e en büyük hizmeti, Osmanlı
yapmıştır. Selçuklu hükümdarı Sultan Alparslan da, İslam dinine
çok hizmet etti. İslamiyet'i içten yıkmaya çalışan gizli düşmanlara,
Bâtıni ve Hurufi hareketlerine karşı çok hassastı. Bunun için, (Biz
temiz Müslümanlarız. Bid'at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki,
Allahü teâlâ, halis Türkleri aziz kıldı) demiştir. (Rehber Ans.)
Bugün ise Türkler, bid'at fırkalarının ve yabancı fikirlerin
etkisinde kaldığı için, Osmanlı'nın uyguladığı temiz Müslümanlıktan
sapmalar başlamış, mezhepsizlik ortaya çıkmıştır. Yapılacak iş,
bid'atlerden uzak durup İslamiyet'i katışıksız yaşamaktır.
Yanlış yazıyorsunuz
Sual: Sitenizde, imanın şartı altı deniyor. Hâlbuki başka bir
sitede, beş diyor. Kadere iman diye bir şart yok dediği halde, siz
nasıl imanın şartı altı diyebilirsiniz?
CEVAP
Başka bir okuyucu da bizi şöyle eleştirmişti:
(Siz imanın şartı altı diyorsunuz. Hâlbuki başka bir sitede yedi
diye yazıyor. Allah’a ulaşmak da imanın yedinci şartı diyor. Siz
nasıl imanın şartı altı diyebilirsiniz?)
Dikkat edilirse, okuyucu, diğer bir sitedeki yazıya göre sitemizi
tenkit ediyor. Bizim sitedeki yazıyı okuyan da öteki siteleri tenkit
eder. Böyle tenkitler ilmî olmaz. Ölçü, başka bir site olmamalı,
muteber din kitapları, yani edille-i erbaa denilen edille-i şer’iyyeye
dayanmalıdır. Bu dört delile dayanmayan görüşler geçersizdir. Hele
bir siteyi, başka siteye göre tenkit etmek çok cahilce bir iştir. İmanın
şartının altı olduğu sitemizde vesikalarla açıklanmıştır. Beş veya
yedi diyenler Ehl-i sünnet dışıdır.
İmanda iki önemli şart
Sual: Bir kimse, Amentü’de bildirilen imanın altı şartına inandığı
halde, Allah dostlarını sevmese, Allah düşmanlarına muhabbet
beslese, kâfir mi olur?
CEVAP
Amentü’ye inanmanın geçerli olması için, çok önemli iki şart
vardır:
1- Hubb-i fillah ve buğd-i fillah:
Hubb, sevmektir, dostluktur. Hubb-i fillah, sevdiğini Allah için
sevmek, Allah için dost olmaktır. Buğd, sevmemektir, düşmanlıktır.
Buğd-i fillah, sevmediklerini Allah için sevmemek, Allah için
düşmanlık etmektir. Bu konudaki bir hadis-i şerif meali:
(Allah’ın düşmanlarını düşman bilmeyen, hakiki iman etmiş
olmaz. Müminleri Allah için seven ve kâfirleri düşman bilen,
Allah’ın sevgisine kavuşur.) [İ. Ahmed]
Eshab-ı kiram, hubb-i fillah, buğd-i fillah üzere idi. İki âyet-i
kerime meali:
(Allah’ın Resulüyle birlikte bulunanların [Eshab-ı kiramın]
hepsi, kâfirlere karşı çetin, fakat birbirlerine karşı merhametli,
yumuşaktır.) [Feth 29]
(Allah onları [Eshab-ı kiramı ve diğer salihleri] sever, onlar da
Allah’ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı
onurlu ve şiddetlidir; Allah yolunda savaşırlar, hiç kimsenin
kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lütfudur, onu
dilediğine verir.) [Maide 54]
2- Gayba iman etmek:
İmanda esas olan, gayba inanmaktır. Gayba iman,
Resulullah’ın, Peygamber olarak bildirdiği İslam dinini, akla,
tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan tasdik
etmek yani kabul edip, beğenerek inanmaktır. Üç âyet-i kerime
meali:
(O müttekiler ki, gayba [Resulümün bildirdiklerine, görmeden]
inanırlar, namaz kılarlar ve kendilerine verdiğimiz mallardan
[zekât ve her türlü hayır hasenat için] harcarlar.) [Bekara 3]
(Allah’ın dinine ve Resullerine gayba inanıp yardım edenleri
belirlemek için...) [Hadid 25]
(Sen ancak görmeden Rablerinden korkanları ve namaz
kılanları uyarırsın.) [Fatır 18]
Bir hadis-i şerif meali de şöyle:
(Allahü teâlâ, hayır murat ettiği kulunun kalb gözünü açar,
kul da gayba inanır.) [Deylemi]
Tahkiki imanın tehlikesi
Sual: (Tahkiki iman sahibi olmayan, körü körüne inanır;
imanından emin değildir. İmanı akılla izah eden kitapları okuyarak,
tahkiki iman sahibi olan ise, inancının delilini bilir) diyenler oluyor.
İman gayba olmaz mı? Görerek mi, deliliyle mi iman etmek gerekir?
CEVAP
Akılla, gaybı anlatan kitaplarla, iman kuvvetlenmez; hatta aksine
şüphelerin artmasına ve imanı kaybetmeye sebep olabilir. İbni
Sakka isimli bir âlim, her şeyi akılla ispata kalkardı. Akla çok önem
verir; Allah’ın varlığını, birliğini 99 delille ispat ederdi. Zamanla
aklının almadığı konular da çıktı, şüpheleri arttı. Yusuf-i Hemedani
hazretlerine bir şey sordu. O da, (Senin sözünden küfür kokusu
geliyor) buyurdu. İstanbul’a elçi olarak gidince Hıristiyan oldu.
Bundan sonra da, 100 delille, Allah’ın hâşâ üç olduğunu ispata
kalkıştı. Bunun için, akıl tek başına ölçü olmaz. İki hadis-i şerif
meali:
(Dini aklıyla ölçen kadar zararlı kimse yoktur.) [Taberani]
(Ahir zamanda değişik inançlar çıkınca, kocakarı gibi
inanın!) [Deylemi]
Bu hadis-i şerif, kocakarı gibi bâtıl şeylere körü körüne inanın
demek değildir. Allah ve Resulünün bildirdiklerine, aklınızla
ölçmeden, delil aramadan inanın demektir. Cennet, cehennem, sırat
köprüsü ve ahiret hayatı, akılla, mantıkla ispat edilemez. Mutezile
fırkası, sırat köprüsünü, miracı ve benzerlerini inkâr etmiştir. Tahkik
edenler de, şüpheden kurtulamaz. Mesela, sırat köprüsünün nasıl
bir şey olduğu, akılla izah edilemez. Edilemeyince de, “tahkikçi
inkâr etmek zorunda kalır; Hazret-i Ebu Bekir gibi, o söylemişse
doğrudur diyemez. Doğrudur diyebilse tahkike lüzum görmez. Onun
için tahkikçi büyük tehlike içindedir.
Müşrikler, tahkikçi mantığını kullanarak, Peygamber efendimizin
miracını akılla inkâr ederken, Hazret-i Ebu Bekir, aklı işe
karıştırmadan, (O söylediyse doğrudur) diyerek imanın zirvesine
çıkmış, (Sıddık) ismiyle şereflenmiştir. Aklını kullanmayıp,
Resulullahın bir anda Miraca gidip geldiğine inanarak, Onu tasdik
ederek imanı güneş gibi parladı. Peygamber efendimiz, (Ebu
Bekrin imanı, bütün insanların imanları toplamıyla tartılsa, Ebu
Bekrin imanı daha ağır gelir) buyurmuştur. Bu dereceye
yükselmesi tahkikle değil, tasdikle olmuştur.
İman esasları tahkik edilmez, yani araştırılmaz. İman gayba
olur. İspatla, delille iman olmaz. Kur’an-ı kerimde, salihler övülürken,
(O müttekîler ki, gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3) [Demek
ki gayba inanmak, müttekilerin vasfıdır.]
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, imanı şöyle tarif etmiştir:
İman, Muhammed aleyhisselamın, peygamber olarak bildirdiği
şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup
olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik
etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut
Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere
itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. (S. Ebediyye)
Yaratıcı var demek yetmez
Sual: Bir ateist, (Hiçbir şey kendiliğinden olamayacağı için, fen
ve teknik çok ilerlemesine rağmen bir karınca, bir domates bile
yaratılamadığına göre, bu muazzam kâinatın bir yaratıcısı olduğuna
inanıyorum, ama dinlere, peygamberlere, kitaplara, âhirete, Cennete
ve Cehenneme inanmıyorum. Ben bir deistim) diyor. Bu kimseye
dinsiz denir mi?
CEVAP
Ateist de olsa, deist de olsa İslamiyet’e inanmayan dinsizdir.
Deist, bir yaratıcı var dediği hâlde, hiçbir dine ve peygambere
inanmayan kâfir demektir. Nasreddin Hoca'nın, (Doğduğuna
inanıyorsun da, öldüğüne niye inanmıyorsun?) dediği gibi, (Ben
öğrenciyim, ama öğretmene, derse, imtihana inanmam) denir mi?
Öğrenci ise, öğretmene, derse inanması gerekir. (Ben kanuna
inanırım, ama savcıya, mahkemeye inanmam) denir mi? Ortada bir
kanun varsa, bunu hazırlayanlar var, onları uygulayan mahkemeler
var demektir. Yaratık yani kul ise, onu yaratana inanması lazımdır.
Gerçekten yaratıcıya inanan kimsenin, elbette onun emir ve
yasaklarına da inanması gerekir.
Yaratıcı var demekle, Allah’a inanmak çok farklıdır. Yaratıcı
diye, hâşâ bostan korkuluğu gibi, hiçbir şeye karışmadığı tasavvur
edilen hayâli bir varlığa inanmanın ateistlikten hiç farkı yoktur.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamdan beri çeşitli dinler, peygamberler
ve kitaplar göndermiştir. Bunları kabul etmeyen, Allah’ı kabul etmiş
sayılmaz.
Peygamberlerin hepsi, zamanlarındaki en ileri ilimlerde mucize
gösterip, Allahü teâlânın birer elçisi olduklarını ispat etmişlerdir.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Musa aleyhisselam zamanında sihir çok ileriydi. O zaman, sihir
yapanlar, olmayan şeyleri, hayalde, varmış gibi gösteriyorlardı.
Sihrin en yüksek derecesine çıkmışlardı. Musa aleyhisselamın
asasının büyük yılan olup, kendi sihirleri olan yılanları yuttuğunu
görünce, bunun sihrin dışında ve insan gücünün üstünde olduğunu
anlayıp, hemen iman ettiler.
İsa aleyhisselamın zamanında, tıp ilmi çok ileriydi. Çok
hastalığa çare bulunmuştu. Hazret-i İsa gelince, tıp uzmanlarının
tedavi edemediği hastalıkları iyileştirdi. Anadan doğma körlerin
gözünü açtı. Ölmüş kimseleri diriltti. Beşikteyken konuştu ve
peygamber olduğunu ispat etti.
Muhammed aleyhisselam zamanında da, Arabistan yarım
adasında, edebiyat, şairlik ve belagat sanatı en yüksek derecesine
varmıştı. Yazdıkları şiirlerin belagatleriyle övünürlerdi. Resulullah,
Kur’an-ı kerimi getirince çoğu, Kur’an-ı kerimin belagatinin icazı
karşısında, bunun Allah kelamı olduğunu anlayarak, Müslüman
oldu. (İsbat-ün-nübüvve)
Bütün peygamberler, hep aynı imanı söylemiş, hepsi
ümmetlerinden aynı şeylere iman etmelerini istemişlerdir. Hepsi
Allahü teâlânın var ve bir olduğunu, sıfatlarını, sonsuz ahiret
hayatının, Cennetin, Cehennemin var olduğunu bildirmiştir. İman
konusunda hiçbir farklılık yoktur.
Tarih incelenirse insanların, önlerinde Allahü teâlânın
gönderdiği bir rehber olmadan, kendi başlarına gidince, hep yanlış
yollara saptıkları görülür. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret
sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde anladı, fakat ona giden yolu
bulamadı. Peygamberleri işitmeyenler, yaratıcıyı önce etraflarında
aradı. Kendilerine en büyük faydası olan güneşi yaratıcı sandılar ve
ona tapmaya başladılar. Sonra, büyük tabiat güçlerini, fırtınayı,
ateşi, kabaran denizi, yanar dağları ve benzerlerini gördükçe,
bunları yaratıcının yardımcıları zannettiler. Her biri için bir resim,
alamet yapmağa kalktılar. Bundan da putlar doğdu. Böylece, çeşitli
putlar ortaya çıktı. Bunların gazabından korktular ve onlara
kurbanlar kestiler. Hattâ insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her
yeni olay karşısında, putların miktarı da arttı. İslamiyet geldiği
zaman Kâbe’de 360 put vardı. Kısacası insan, bir, ezelî ve ebedî
olan Allahü teâlâyı kendi başına bir türlü tanıyamadı. Bugün bile
güneşe ve ateşe tapanlar vardır. Bunlara şaşmamalı, çünkü
rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. (H.L.O. İman)
Görüldüğü gibi, yaratıcıyı kabul etmekle doğru yol bulunmuş
olmuyor. Allah’ı robot gibi düşünmek, hiçbir şeye karışmaz demek,
ne kadar yanlıştır. Her asırda peygamberler gelmiş, Allah adına
konuşmuş, hâşâ yalan söylemişler!
Mucizesiz peygamber olmaz. Yalandan peygamberim, resulüm
diyen kimseler elbette çıkar, ama bunlar mucize gösteremez.
Yalanları kolayca anlaşılır. Körün gözünü açmak, ölüleri diriltmek,
parmağından suların akıp bir ordunun içmesi, bir anda Mekke’den
Kudüs’e gitmesi oradan da gökleri gezip gelmesi, cansızların ve
hayvanların konuşması basit olaylar değildir. Bunları ancak Allah’ın
gönderdiği peygamber yapar. Hâşâ peygamber yalan söylese Allah
müdahale etmez mi? Bir âyet-i kerime meali:
(Eğer o [Resul] bize atfen, [Kur’ana] bazı sözler katsaydı, biz
onu kuvvetle yakalayıp şah damarını koparır, helak ederdik,
hiçbiriniz de buna engel olamazdı.) [Hakka 44–47]
Şu halde, ben Allah’a inanıyorum diyen kimsenin, kitaplara ve
peygamberlere de iman etmesi ve ibadetlerini yapması,
haramlardan kaçması gerekir. İmanın altı şartından birine bile
inanmayan iman sahibi olamaz. (Ben sadece Allah’a inanıyorum)
demesi kendini aldatmaktan başka bir şey değildir. Allah’ın varlığına
inanmayan kimseyle, (Allah’a inanıyorum ama âhirete inanmıyorum)
diyen kimse arasında, âhiretteki durumu bakımından fark yoktur.
İkisi de sonsuz olarak cehennemliktir. Yaratıcıya inanıyorum dediği
hâlde, ebedî azaptan korkmamak ne büyük ahmaklıktır. Hazret-i Ali,
dirilmeye inanmayan birine diyor ki:
(Biz âhirete inanıyoruz. Diyelim ki, senin dediğin gibi tekrar
dirilmek olmasaydı, inanıp ibadet etmekle bizim hiç zararımız
olmazdı. Ya bizim dediğimiz gerçek meydana çıkarsa ki, elbette
çıkacak, o zaman sen sonsuz olarak azaba maruz kalacaksın.)
Dinsiz kimse ölünce, kendi inancına göre, yok olacak.
İslamiyet’e göre ise, o Cehennemde sonsuz azap görecektir. İnanan
da, sonsuz nimetler içinde yaşayacaktır. Aklı, bilgisi olan bir insan,
bu ikisinden elbette, ikincisini seçer. Sonsuz azapta kalmak, bir
ihtimal bile olsa, bunu hangi akıl kabul eder? Hâlbuki âhiret hayatı,
bir ihtimal değil, apaçık bir gerçektir. O halde aklı, ilmi olanın, Allah’a
ve onun bildirdiklerine inanması gerekir.
İslamiyet’in koyduğu kurallar, sadece âhirette değil, dünyada da
rahat içinde yaşamaya sebep olur. Bir ateist bile, İslam ahlakına
uygun yaşarsa, dünyada rahat ve huzur içinde olur. Mesela, bir
eczanede yüzlerce ilaç vardır. Her ilacın kutusunda tarifesi vardır.
İlacı, tarifeye uygun kullanan, yararını; tarifeye uymayan zararını
görür. Yeni bir makine, cihaz imal edilince, içine prospektüsü
[tanıtım yazısı, tarifesi] konur. O cihazı yapan, aletin sağlıklı
çalışabilmesi için nelere dikkat edilmesi gerektiğini bilir. İnsanları
yoktan yaratan da, onun sağlıklı çalışabilmesi için ne yapması
gerektiğini elbette bilir. Kur’an-ı kerimde, (Yaratan hiç bilmez mi?)
buyuruluyor. (Mülk 14)
Her insanın yaptığı ibadetin faydası kendisinedir. Kur'an-ı
kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Kim, [ibadetlerini yapar ve günahlarından] temizlenirse,
faydası kendisinedir.) [Fatır 18]
(Hiç kimsenin ibadetine Allah’ın ihtiyacı yoktur. İbadet etsek de
etmesek de Allah'a bir faydası ve zararı yoktur) diye, yanlış düşünen
kimse, perhiz yapmayan hastaya benzer. Bu hastasına doktor,
perhiz tavsiye ediyor. Bu ise, (Perhiz yapmazsam doktora hiç zararı
olmaz) diyerek, perhiz yapmıyor. Evet, doktora zararı olmaz, ama
kendine zarar vermektedir. Doktor, kendine faydası olduğu için
değil, onun hastalıktan kurtulması için, perhiz yapmasını tavsiye
etmiştir. Doktorun tavsiyesine uyarsa, şifa bulur. Uymazsa ölür
gider. Doktorun bundan hiç zararı olmaz. Bunun gibi, (Allah’ın benim
ibadetime ihtiyacı yok) diyerek ibadetten kaçanlar da, Cehenneme
gider.
Dinsiz felsefeciler
Sual: Bir arkadaş, (Ben deistim, ateiste göre dinsiz sayılmam)
derken, bir başkası da, (Ben agnostik inanca sahibim, ben de
ateiste göre dinsiz sayılmam) diyor. Bunlar da dinsiz değil mi?
CEVAP
Bunlar Fransızca kelime ve tâbirlerdir. Önce bunlar ne demek
onu açıklayalım:
Athéisme = ateizm, bir yaratıcıya inanmayan felsefe akımıdır.
Bu dinsizlere, athéiste = ateist denir. Bu muazzam düzenli hâlde
olan her şeyin, kendiliğinden tesadüfen yaratıldığını sanan ve
savunan ahmak kâfirlerdir.
Déisme = deizm, bu kâinatın bir yaratıcısının olduğunu kabul
edip, bu kâinattaki insanlara karışmadığını, onları başıboş
bıraktığını zanneden felsefe akımıdır. Hiçbir dine inanmayan bu
kâfirlere déiste = deist diyorlar.
Agnosticisme = agnostisizm, bir yaratıcıya yok denilemeyeceği
gibi, var da denemez, görülmediği için bilinemez diyen felsefe
akımıdır. Bu bataklığa girenlere agnostique = agnostik diyorlar.
Théisme = teizm, bu akım deistler gibi bir yaratıcıya inanırlar.
Bunlara théiste = teist diyorlar. Deistlerden farkı, yaratıcının insanlık
için dinler gönderdiğini söylerler. Brahmanizmin kolu olan budizme
ve ateşe tapan Mecusilik gibi semavî olmayan dinlere de inanıyorlar.
Ateistler, bu teistlere dinci diyorlar.
Müslümanlığın haricindeki bütün yollar, bütün “…izm”ler
dinsizliktir.
Allah'ı hiç unutmamak
Sual: İslam Ahlakı kitabında 54 farzın ilk maddesinde, (Allah'ı
bir bilip, hiç unutmamak) deniyor. Biz, sabahtan akşama kadar
çok unutuyoruz. Bu farzı terk ediyorsak, hep haram mı işlemiş
oluyoruz?
CEVAP
Namaz kılıp haramlardan sakınan bir Müslüman, hiç Allah'ı
unutmuş sayılmaz. Bir vakit namazı kılıp, öteki namazı beklemekle,
hep ibadet etmiş, Allah'ı unutmamış oluyoruz. Sabah namazına
kalkmak niyetiyle akşam yatağa yatınca, sabaha kadar ibadet etmiş,
Allah'ı unutmamış oluyoruz. Hâlbuki uyku tam bir gaflettir. Buna
rağmen, sırf niyetimizden dolayı uykumuz bile ibadet oluyor.
Beş vakit namazı kılıp doğru niyet ederek çalışanın her yaptığı
iş ibadet olur.
Allahü teâlâ çok şefkatli, çok merhametli, çok affedici olduğu
için, namazlar arasındaki hatalarımız silinsin diye beş vakit namazı
emretmiştir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Günde beş kere yıkananın kirleri temizlendiği gibi, beş
vakit namaz kılanın da günahları temizlenir.) [Buhari]
İslam âlimleri, (Beş vakit namazını doğru kılan, bütün
nimetlerin şükrünü eda etmiş olur) buyurmuşlardır. 24 saat
devamlı Allahü teâlâyı anmak, hatırlamak, Ona şükretmek gerekir.
Bu ise, gafletteyken mümkün olmaz. (Kim beş vakit namazı
kılarsa, bir vakitten sonra diğer vakti düşüneceği için, yatarken
sabah namazını düşüneceği için, bütün gün Allah’ı hatırlamış
ve Ona şükretmiş olur) buyuruluyor. Beş vakit namazı kılanlar için
böyle çok müjde verilmiştir.
Allahü teâlâyı hiç unutmamak demek, her şeyi İslamiyet’e
uygun yapmaya çalışmak demektir.
Her sabah, (Kendimin ve ailemin rızkını kazanmak, onları
kimseye muhtaç bırakmamak, Allahü teâlâya rahat ve temiz
ibadet edebilmek, ahiret yolunda yürüyebilmek için işime
gidiyorum) diye niyet eden bir kimse, hep sevab kazanır. Onun her
işi, ibadet olur. (K. Saadet)
Okula giden bir öğrenci, (Okula, eğitimim bitince,
Müslümanlara, insanlara hizmet etmek için gidiyorum. Yâ Rabbi
bana faydalı ilim nasip eyle!) diye niyet ederse, okulda ve evde
ders çalışırken her an, hiç durmadan sevap alır. Allah'ı unutmuş
sayılmaz.
(Şu günahtır) diyerek sakınmaya çalışanın veya (Şu sevabdır)
diyerek yapmak isteyenin Allah'ı unutmadığı anlaşılır.
Konuşan ikizler
Hamile bir kadının karnında ikiz iki bebek konuşuyor, biri imanlı
diğeri imansız.
İmansız:
Doğumdan sonra bir hayat var deniyor. Sen doğumdan sonraki
hayata inanıyor musun?
İmanlı:
Tabiî ki, doğumdan sonra bir hayat olduğunu haber veren oldu,
doğumdan sonra olacaklara hazır olmalıyız, burada iyice
güçlenmeliyiz.
İmansız:
Bunların hepsi saçmalık! Doğumdan sonra hayat falan
yok!...Yani doğumdan sonraki hayati düşünebiliyor musun? Gidip
gelen mi var? Onun bunun söylemesi geçersizdir.
İmanlı:
Her şeyi tam detaylarıyla bilmiyorum, ama orada ışık, sevinç
olacakmış… Mesela kendi ağzımızla yemek yiyebilecekmişiz.
İmansız:
Bu da çok komik! Bizim kendi göbek bağımız var, onun
sayesinde besleniyoruz… ve oradan hiç kimse geri gelmedi!
Buradan başka hayat yoktur.
İmanlı:
Hayır! Ben doğumdan sonraki hayatın tam olarak nasıl
olduğunu bilmiyorum, ama bilinen bir şey var, biz göbek bağı ile
yaşıyoruz. Bu göbek bağının sahibi olmalı. Buna anne deniyor.
Doğumdan sonra anneyi göreceğiz ve o bizimle ilgilenecek.
İmansız:
Anneye mi? Sen anneye mi inanıyorsun? Bunların hepsi hurafe
bırak şu geri kafalı olmayı, modern ol!
İmanlı:
O her zaman, o bizim etrafımızda, biz onunla yaşıyoruz. O
olmasa biz nasıl oluruz ki?
İmansız:
Yeter bu saçmalıklar, ben gözüme inanırım, ben anne falan
görmedim, olmayan görülmeyen şeye nasıl var denilir ki?
İmanlı:
Benim böyle bir hayata inanmış olmamın ne zararı olur ki?
Böyle bir hayat varsa ona hazırlanmış olurum. Sen hazırlanmazsan
orada hazırlıksız yakalanacağın için perişan olursun. Annem
söyledi: Peygamberimiz, (insanlar uykudadır, öldükten sonra
uyanacaklar ve yeni bir hayat başlayacaktır) buyurmuş. Sen
hazırlıklı olmazsan olma, ben o hayata hazırlanıyorum.
Allah'a iman
Allah’ın varlığına ve birliğine iman
Allah’a iman nedir?
Sual: Allah’a iman ne demektir?
CEVAP
İmanın birinci şartı, Allah’a imandır. Amentü’deki, (billahi)
ifadesi, Allahü teâlânın varlığına, birliğine inanmayı, iman etmeyi
bildirmektedir.
Allahü teâlâ birdir, Ondan başka ilah yoktur. Her şeyi yaratan
Allahü teâlâdır. Yerde ve göklerde bulunan bütün varlıkları,
maddeleri, cisimleri, özellikleri, olayları, kuvvetleri, kanunları,
bağlantıları yaratan, yalnız Odur. Ondan başka yaratıcı yoktur.
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Her şeyi yaratan Allah’tır.) [Zümer 62]
(Her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah’tır.) [Mümin 62]
Allah’ı tanımak
Sual: (Allah’ı tanıyan kurtulur) deniyor. Çoğu, dua ediyor. Dua
edenler Allah’ı tanımamış mı oluyor? Allah’ı tanımak ne demektir?
CEVAP
Allah demekle, dua etmekle, Allah tanınmış olmaz. Mesela, Ehli
kitap da Allah diyor veya bid’at fırkaları da Allah diyor. Selefiler,
(Allah gökte) diyor. Bazı kimseler de, tabiatı yaratıcı bilip, sıkışınca
Allah diyorlar. Allahü teâlânın tek yaratıcı ve mutlak kudret sahibi
olduğuna inanmıyorlar. Bunlar Allah’ı tanımış olmuyorlar.
Tanımak, önce Amentü’deki altı esasa dinimizin bildirdiği
şekilde inanmakla olur. İkincisi, sevmek ve itaat etmek şarttır. Onun
emir ve yasaklarına meydan okuyan, inkâr eden, Onu tanımış
olmaz. Söz dinlemeyenin, mesela haramlardan kaçmayıp ibadetleri
yapmayanın, (Ben Allah’ı iyi tanıyorum) demesi, yalancılık olur.
Allah'ı tanımak
Sual: Allah'ı tanımak nasıl olur?
CEVAP
Allahü teâlânın zâtî ve sübutî sıfatları bilinirse mesele kalmaz.
Her bakımdan Allah'ı tanımak mümkün olmaz. Mesela ezelîdir
deniyor. Ezelî olmayı anlayamayız. İhlas suresinde, doğmadı
buyuruluyor. Bunu da anlamak mümkün olmaz. Sadece inanacağız.
Zatı hakkında bir şey düşünmek zararlı olur. Çünkü (O hiç bir şeye
benzemez) buyuruluyor. O zaman bir şeye kıyas yapmak yanlış
olur. Bunun için âlimlerimiz, (Allahü teâlâyı tanımak,
anlaşılamayacağını anlamaktır. Yani akılla anlaşılmaz)
Mutezile, cebriyeci ve ateist
İmam-ı a’zam hazretlerine bir ateist, bir mutezile, bir de
cebriyeci üç kimse gelir. Ateist sorar:
(Allah varsa, var olan görülür. Varsa ispat et.)
Akılcı olan mutezile sorar:
(Cehennemde ateş var. Şeytan ateşten yaratılmıştır.
Şeytana ceza vermek mümkün mü?)
Cebriyeci de sorar:
(Sen irade-i cüziyye var diyorsun. Her şeyin hâlıkı Allah
iken insan ne yapabilir ki?)
İmam-ı a’zam hazretleri, yerden 3 avuç nemli toprağı top gibi
yapıp, her topu birine atar.
Üçü de, durumu kadıya şikâyet eder. Kadı niye çamur topu
attığını sorar.
İmam-ı a’zam hazretleri der ki:
Bunlar bana soru sordu ben de cevap verdim. Ateist, Allah
varsa, var olan şeyin görünmesi gerekir demişti. Toprak başımı
acıttı dedi, madem ağrı var, ağrıyı göstermesi lazımdır. Ağrıyı bile
göremeyen Allah’ı nasıl görebilir ki? Ateist akılsızdır, aklı varsa
göstermesi gerekir. Ruh da akıl gibi görünmez, ama yaptıklarından
anlaşılır. Kâinatın var olması da onun bir yaratıcısının olması
gerektiğini gösterir.
Mutezile olan ise, topraktan yaratılmış olduğu halde, çamur
toptan etkilendi. Toprak topraktan etkilendiğine göre ateş de ateşten
etkilenir. Demir testeresi demiri kestiği gibi, ateş de ateşi yakar.
Cebriyeci ise, (Allah her işi zorla yaptırır) diyordu. O zaman o
toprağı Allah attı, bu beni niye şikayet ediyor? Kendi kendini
yalanlamış oluyor.
Ustasız yapılan kayık
Hazret-i İmamın böyle kısa cevaplar verdiği çoktur. Mesela bir
ateistle saat onda buluşup münazara etmek üzere anlaşırlar.
Hazret-i İmam kasten toplantıya bir saat kadar geç gelir. Gecikince,
ateist, (Bakın imamınız korktu gelemiyor) der, gelince de niye geç
kaldın diye sorarlar. O da, (Kayık yoktu. Irmaktan geçemedim, bir
de baktım ki, ağaçtan kopan dallar kendiliğinden bir kayık
oluverdi, ben de binip geldim, ondan geciktim) der. Ateist,
gülmeye başlar, (Gördünüz mü nasıl yalan söylüyor, hiç
kendiliğinden, bir ustası olmadan kayık yapılır mı?) der. Hazret-i
İmam hemen taşı gediğine koyup, (Bre ateist, bir kayık bile
ustasız kendiliğinden olamazsa, bu koca kâinat kendiliğinden
nasıl var olur?) diyerek ateistle münazara bile etmeden galip gelir.
Sayıların sonu olmaz
Yine bir ateist, (Allah var ise, başlangıcı olmadığı gibi, sonsuz
da olamaz, yani Allah ezeli ve ebedi değildir) der. Hazret-i İmam,
1’den önce sayı var mı? der. O da yok der. (Sayıları sonuna
kadar say bakalım) der. O da, epey saydıktan sonra, bırakır.
Hazret-i İmam, (Devam et, sonuna kadar say) der. Ateist, (Milyon,
milyar, trilyon, katrilyon… Bunun sonu olmaz) deyince, Hazret-i
İmam, (Sayıların bile 1’den öncesi ve sonu olmadığına göre,
kâinatı yoktan yaratan ezeli ve ebedi olmaz mı?) der.
Güvenilen kişi
İmam arkasında niye Fatiha okutturmuyorsun diyenlere de
şöyle der:
Siz kırk kişisiniz, hepinizi ayrı ayrı mı ikna edeyim yoksa en
güvendiğiniz ilim sahibi birini ikna etsem, siz de kabul eder misiniz?
Adamlar kabul ederiz der. O zaman Hazret-i İmam der ki:
Münazara başlamadan daha dava bitmiştir. Siz kırk kişiden
birisine güveniyorsunuz, onu seçtiniz. Ben de imamın okuduğu kâfi
gelir, cemaatin okuması gerekmez diyorum. Siz nasıl bir kişiye
güvenmişseniz ben de imama güvendim.

Tefekkür ne demektir?
Sual: Tefekkürün dindeki yeri nedir?
CEVAP
Tefekkür, dinimizde önemli bir ibadettir. Tefekkür, günahlarını,
mahlukları ve kendini düşünmek Allahü teâlânın yarattığı şeylerden
ibret almaktır. Kur’an-ı kerimde iyiler övülürken buyuruluyor ki:
(Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken hep
Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını inceden inceye
düşünürler. “Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen
[boş, manasız şeyler yaratmaktan] münezzehsin. Bizi Cehennem
azabından koru” derler.) [A. İmran 191]
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Allahü teâlânın azameti, Cennet ve Cehennem hakkında bir
an tefekkür, bir geceyi ihya etmekten iyidir.) [Ebuşşeyh]
(Tefekkür, ibadetin yarısıdır.) [İ. Gazali]
(Tefekkür gibi kıymetli ibadet yoktur.) [İbni Hibban]
(Biraz tefekkür, bir sene [nafile] ibadetten kıymetlidir.) [K.
Saadet]
(“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri
ardından gelişinde [uzayıp kısalmasında] akıl sahipleri için
elbette ibret verici deliller var” [A. İmran 190.] âyeti varken nasıl
ağlamayım? Bu âyeti okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar
olsun!) [İ. Hibban]
(Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde düşünün, zatı
hakkında düşünmeyin!) [Beyheki]
(Sükûtu tefekkür, bakışı ibret olup çok istiğfar eden
kurtuldu.) [Deylemi]
Âlimler buyuruyor ki:
Tefekkür, insanı bilgili eder. Bilgili olan da amel eder. (Vehb bin
Münebbih)
Tefekkür, iyilik ve kötülüğünü gösteren bir aynadır. (Fudayl bin
Iyad)
Allahü teâlânın azametini düşünen insan, Ona isyan edemez.
(Bişr-i Hafi)
Tefekkür zekâyı açar. (İmam-ı Şafii)
Dünyayı düşünmek, ahirete perdedir. Ahireti düşünmek,
gafletten kurtarıp hikmet konuşturur. (Ebu Süleyman Darani)
Her fırsatta Allahü teâlânın yarattıklarını tefekkür etmelidir.
Mesela eline bakmalı. Parmakları olmasaydı, bir şeyi tutup alması
ne kadar zor olurdu. Yahut parmakları hiç kıvrılmasaydı, eller hiç
olmasaydı, gözümüz olmasaydı, gözümüz başka yerde olsaydı,
halimiz nasıl olurdu? Tırnağın devamlı büyüdüğü gibi, dişlerimiz de
büyüseydi ne olurdu? Dişlerimiz kemikle beraber olsaydı, çürüyünce
nasıl çekilecekti? Saç uzadığı halde, kaşın ve kirpiğin uzamadığını
düşünmeli. İnsan kavak gibi büyüyüp gitseydi, ne olurdu? Bitkilerin,
meyvelerin yaratılışını, yıldızların, gezegenlerin bir ahenk içinde
oluşunu düşünmeli. Bunları ne kadar mükemmel yarattığı için Allahü
teâlâya hamd etmeli! Böylece insanın imanı da kuvvetlenir. Fakat
devamlı bunlarla uğraşıp da kendine gereken fıkıh bilgisini ihmal
etmek ise çok tehlikelidir.
Tefekkür, dört türlü olur:
1- Allahü teâlânın mahlûklarındaki güzellik ve faydaları
düşünmek, Ona inanıp Onu sevmeye sebep olur.
2- Onun vaat ettiği sevapları düşünmek, ibadet yapmaya sebep
olur.
3- Onun bildirdiği azapları düşünmek, Ondan korkmaya, kötülük
etmemeye, günahtan kaçmaya sebep olur.
4- Onun nimetlerine, ihsanlarına karşılık, nefsine uyarak günah
işlediğini, gaflet içinde yaşadığını düşünmek, Allah’tan utanmaya
sebep olur. Allahü teâlâ, yerlerde ve göklerde bulunan mahlûkları
düşünerek ibret alanları sever.
Hazret-i Musa’nın ümmetinden biri, 30 sene ibadet eder, bir
bulut kendisini gölgeler. Bir gün bulut gelmez, güneşte kalır. Annesi,
(Bir günah işlemişsindir) der. Çocuk, (Hayır, günah işlemedim) der.
Annesi, (Göklere, çiçeklere bakıp da Yaratanın azametini
düşünmediysen, bundan büyük hata olur mu?) der.
Her şeyi intizamlı yaratmıştır
Sual: İman nasıl kuvvetlenir?
CEVAP
Aşağıdaki hususları öğrenen bir kimse, Ehl-i sünnet itikadını da
biliyorsa, imanı kuvvetlenir. İmanı olmayan bir kimse ise, bunları
incelerse, insafı ve nasibi de varsa, Allahü teâlânın varlığına ve
kudretine inanır. Cenab-ı Hakkın varlığını, kudretini gösteren
olaylardan birkaçı:
İnsanların, büyük bir süratle fezada tek başına dönmekte olan,
içerisi ateş dolu yuvarlak bir gezegen üzerinde, sırf yer çekimi
kuvveti ile kalarak yaşaması ne büyük bir olaydır. Dağlar, taşlar,
denizler, canlı varlıklar, bitkiler nasıl bir büyük kudret sayesinde
meydana gelebilmekte, gelişmekte ve türlü özellikler göstermektedir.
Hayvanların bir kısmı toprak üstünde yürürken, bir kısmı havada
uçar ve bir kısmı da su içinde yaşar.
Güneş, en yüksek ısıyı sağlar ve bitkilerin yetişmesini,
bazılarının içinde ise, kimyevi değişiklikler yaparak, un, şeker ve
daha başka maddelerin meydana gelmesini temin eder.
İnsan, kendi vücudunun ne muazzam bir fabrika ve laboratuvar
olduğunun farkında değildir. Halbuki, yalnız nefes alıp vermek bile
büyük bir kimya olayıdır. Havadan alınan oksijen, vücutta
yakıldıktan sonra, karbondioksit halinde dışarı çıkarılır.
Sindirim sistemi ise sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan gıda
maddeleri ve içecekler, mide ve bağırsaklarda parçalanıp
öğütüldükten sonra, vücuda faydalı kısmı, ince bağırsaklarda
süzülerek kana karışmakta ve posası dışarı atılmaktadır. Bu olay,
otomatik olarak ve büyük bir intizam ile yapılmakta, vücut bir fabrika
gibi işlemektedir.
İnsanın vücudunda çok karışık formüllü maddeler imal eden,
türlü türlü kimya reaksiyonları meydana getiren, analiz yapan,
tasfiye eden ve zehirleri yok eden, yaraları tedavi eden, çeşitli
maddeleri süzen, enerji veren tertibat olduğu gibi, mükemmel bir
elektrik şebekesi, manivela tertibatı, elektronik bilgisayar, haber
verme tesisatı, ışık, ses alma, basınç yapma ve ayarlama tertibatı,
mikroplarla mücadele ve onları yok etme sistemi de mevcuttur.
Kalb ise, hiç durmadan işleyen muazzam bir pompadır. Bütün
bu maddi mükemmellik yanında anlama, düşünme, ezberleme,
hatırlama, hüküm ve karar verme gibi çok muazzam, manevi
kudretler de bulunmaktadır. Bu kudretlerin kıymetini ölçmek,
insanlar için imkansızdır. Demek ki, insanın bedeni yanında bir de
ruhu mevcuttur.
Canlı-cansız varlıklardaki bu nizamı inceleyerek, bir yaratıcının
bulunduğuna inanan, Peygamber efendimizin bildirdiklerinin hepsine
inanmadıkça Müslüman olmaz.
Vücut sarayı
(Aşağıdaki yazı tıp otoritelerince hazırlanmıştır.)
Yaratıkların en mükemmeli olarak yaratılan insanın vücudu,
incelenecek olursa, sayısız odadan meydana gelmiş muazzam bir
saray olduğu görülür. Bu sarayda çeşitli fabrikalar var. Sarayın
bütün cihazları noksansızdır. Muazzam bir gıda deposu, alarm
tertibatı, ısıtma tesisleri, işitme cihazları, hazır kuvvet, askeri üsler,
radarlar, odalar arasında muazzam yollar, modern taşıma vasıtaları,
yemekhaneler, kanalizasyon şebekeleri, rasathaneler, mezarlık gibi
gerekli her teşkilat mevcut. Bu sarayı gezen, sayısız harikalarla
karşılaşır.
İnsan vücudunu tanıyan insanın bir yaratıcıya inanmaması nasıl
mümkün olabilir? Elektron mikroskobunda ancak görülebilen
hücrenin içinde, çok çeşitli fonksiyonlar gören organeller var.Her bir
organel, ayrı bir vazife görmektedir. Bu kadar küçük bir yere, bu
kadar iş görebilen organeller nasıl yerleştirilmiş, tesadüfen olabilir
mi?
Organel, hücre içerisinde bulunan kendi içinde özelleşmiş
organcıklardır. Vücut için organ ne ise hücre için de organel odur.
Bütün hücrelerde 46 kromozom varken, üreme hücrelerinde 23
kromozom vardır. Bunun tesadüf olması mümkün müdür?
Erkek ve dişi hücre birleşince, embriyo meydana geliyor. Bu tek
hücreden daha sonra dokular, organlar, vücut meydana geliyor.
Tesadüf ise niye hep kas, hep kemik, hep kıl, hep aynı organ
olmuyor da, göz, kulak, beyin gibi mükemmel organlar meydana
geliyor? Bir hücrenin içine, bu genetik kodun konmasına tesadüf
denebilir mi? Aşağıdaki bilgiler bu gözle okunursa çok faydalı
olacaktır.
Kan imali:
Kan, sıvı ve organellerden [organcıklardan] meydana gelir,
içinde eritrosit, lökosit, trombosit, elektrolit, antikorlar, pıhtılaşmayı
sağlayan maddeler var. Kısaca insan için gerekli her şey var. Bunlar
nasıl tesadüf olabilir?
Vücuttaki kanın vazifeleri çoktur. Mesela hücrelerde lüzumlu
gıda maddelerini sağlamak, gıdaların enerji haline gelmesine
yarayan oksijeni hücrelere sevk etmek, vücuda dışarıdan girmeye
çalışan hastalık mikroplarına karşı vücudu korumak, hücrelerde
biriken kirli artıkları çeşitli kanallarla dışarı atmak, vücut ısısını
ayarlamak gibi çeşitli vazifeleri vardır. Kandaki bu işleri, ayrı
görevleri bulunan hücreler yapmaktadır. Mesela alyuvarlar oksijen
nakliyle görevlidir. Akyuvarlar ise, vücuda girmeyi başaran
mikropları zararsız hale getirir.
Kanda bunlardan başka, kanın pıhtılaşmasını sağlayarak
kanamaları önleyici trombositler de vardır. Tekniğin ileri olduğu
asrımızda bile, kandaki bir hücre bile yapılamamıştır. Hücreye hayat
sağlayan ruhun yapılması ise imkânsızdır. Bu harikalar nereden
gelmiş, niçin gelmiş, kim yapmıştır? Aklı olanın bunları düşünmesi
lazımdır.
Hareketler:
Uzuvların hareketi kaslarla olmaktadır. Sinirler kasları, kaslar da
uzuvları harekete geçirir. Dışarıdan gelen darbelere karşı koyan
iskelet kaslarından başka isteğimiz dışında çalışan düz kaslar var.
Kalb kası çizgili kas olmasına rağmen isteğimiz dışında çalışır.
Eklem kasları gibi isteğimizle çalışsaydı ufak bir ihmal neticesinde
kalb duruverirdi. Uyurken çalıştıracak bir şeye ihtiyaç olurdu. Kalb
kasının çalışması elektriksel bir harekettir. Kalbimiz, bilmediğimiz bir
elektrikle isteğimiz dışında çalışmaktadır. Bu harikalar nereden
gelmiş, niçin gelmiş, kim yapmıştır? Aklı olanın bunları düşünmesi
lazımdır.
Kaslar hareket sistemindendir. Kendi enerjisini kendi sağlar. İki
kasılma arasında istirahat eder. Hep kasılsa kramp olur. Hep
gevşek dursa insan düşer. Bu kadar mükemmel bir mekanizmaya
nasıl tesadüf denebilir?
Muhabere işleri:
Ayağa bir diken batsa vücuttaki sinir sistemi sayesinde
haberdar oluruz. Bu sistem, beyin, omurilik ve sinirlerden meydana
gelir. Omurilik soğanı, solunum, boşaltım, dolaşım gibi hayati
faaliyetleri idare eder. Omurilik, refleks hareketleri, iç uzuvlarımızın
ve salgı bezlerinin faaliyetlerini idare eder. Bir ikazın nöron denilen
sinir hücreleri tarafından teşekkülü elektrik akımına benzer. Felç
halinde sinir sisteminde bozukluk olduğu için, uzuvlar istekle hareket
edemez. Felçlinin eli ayağı olduğu halde tutmaz. Sinir sistemine
böyle bir kuvveti kim vermiştir?
Duyu organlarından alınan uyarılar, duyu sinirleriyle belirli
merkezlere gider, orada yorumlanıp anında motor sinirleri
vasıtasıyla organlara bilgi verilir, organlar da buna göre çalışır.
Milyarlarca hücrenin hiç aksatmadan görevini yapmasına tesadüf
denebilir mi hiç?
Vücudun direği kemikler:
İnsan vücudunda birbirinden farklı yüzlerce kemik var. Her biri
yerine uygun şekilde, tam oturmuştur. Bu kadar mükemmel bir
yerleşime aklı olan nasıl tesadüf diyebilir ki? Niçin kafatasında
tesadüfen bir uzun kemik yok da, yuvarlak kemik olmuş? Yapıcısı
mükemmel ki, işe de, yaratması da mükemmel oluyor.
Kemikler, vücuda dayanak ve kasların irtibatını sağlar. Omurga,
vücudun ana direğidir. Omurga zedelenirse, felç meydana gelir. O,
üç tabaka sağlam zarlar içinde muhafaza edilmiş, en dışı da kolayca
tahrip olmayan omurgayla kapatılmıştır. İnsan yürüdükçe birbirine
sürten omurlar aşınır. Bu aşınmaya mani olmak için parçalar
arasında conta gibi bir şeyin olması gerekirdi. Kıkırdaklar omurlar
arasındaki aşınmayı önler. Vücudu taşımak gibi mühim bir vazifesi
bulunan kemikler, sağlam olduğu kadar elastikiyet sağlayacak
şekilde yaratılmıştır. El, kol, bacak ve parmak gibi kemikler eklemler
sayesinde oynar, hareket eder. Bu harikalar nereden gelmiş, niçin
gelmiş, kim yapmıştır? Aklı olanın bunları düşünmesi lazımdır.
Trafik işleri:
Vücuttaki taşımacılık işleri, dolaşım sistemi tarafından yapılır.
Dolaşım sisteminin merkezi yürektir. Kalbin muntazam çalışmasıyla
kan, damarlar vasıtasıyla vücut sarayının en ücra köşelerine kadar
ulaşır. Kirlenen kan, akciğerlerde temizlenir. İstek dışında çalışan
kalb, bir müddet dinlense, vücut sarayı yıkılır. Her uzuv, her makine
gibi, yürek de dinlenmeye ihtiyaç gösterir. Yürek çalışırken
dinlenecek şekilde yaratılmıştır. Her kasılıp gevşedikten sonra yarım
saniye kadar istirahata geçer. Yüreğin pompaladığı kan,
atardamarlarla vücuda dağılır, kılcal damarlarla dokulara kadar
ulaşır. Kandaki besin ve oksijen lüzumu kadar dokulara verilmiş
olur. Burada besin maddesi oksijen tarafından yakılır. Meydana
gelen enerjiyle vücut makinesi çalışır. İrademiz dışında her şeyi
intizamlı şekilde çalıştıran kimdir?
Alınan besinler ağızda tükürük ve dişler sayesinde parçalanır.
Unlu gıdaların sindirimi ağızda başlar. Proteinler midede sindirilir,
çok çeşitli enzimler sindirimde rol oynar. Mide asidi betona dökülse
eritir; ama mideye niçin bir şey olmuyor? Çünkü koruyucu enzimler
ve mukus var. Bu kadar ince bilgiler gerektiren bir şey, nasıl tesadüf
olabilir? Mideden on iki parmak bağırsağına geçen gıdalar için
gerekli enzimler pankreastan gelecek, bunu oraya kim bildirdi?
Sonra yağları eritmek için safra lazım, buda karaciğerden safra
kesesine depolanıp oradan on iki parmak bağırsağına akacaktır.
Buna nasıl tesadüf denebilir? Sonra ince bağırsaklara geçen gıdalar
emilip vücuda alınacaktır. Bunu yapan villustur. Villus, İnce bağırsak
üzerinde bulunan, besinlerin emilimiyle kana karışmasını sağlayan
yapıdır. Bunların hepsini tesadüfle açıklamak akıl işi mi?
Yemek ve enerji:
İş yapabilmek için vücudun enerjiye ihtiyacı vardır. Besinleri
parçalamak için Allahü teâlâ, kesici, öğütücü dişler yaratmıştır.
Tükürük bezlerinin salgılarıyla hamur haline gelen lokmalar, kolayca
yutulur. Yutulurken yanlış yola gitmeyip mideye gitmesi için nefes
borusu küçük dille kapanır. Gıdalar mideye gider. Mide duvarını
saran kasların kasılmasıyla gıdalar sindirime hazır vaziyete gelir.
Etten yapılan bir torba içinde etler ve başka gıdalar parçalanmakta
ve dinimizin emrine uyulduğu takdirde ömür boyu bu mide
bozulmadan vücut sarayına hizmet etmektedir. Eğer dinimizin
emrine uyularak mide tıka basa doldurulmazsa, alkol ve daha başka
zararlı maddelerle mide tahrip edilmezse, hayatın sonuna kadar
insana rahat hizmet eder.
Tırnaklar kesilmezse çok uzadıkları halde, neden kirpikler,
kaşlar ve dişler uzamıyor? Dişler uzasaydı, uçlarından kesmek ne
kadar zor olurdu? Kirpiklere, kaşlara ve dişlere, fazla uzatmayıp dur
diyen kimdir? Aklı olanın düşünmesi ve bulması lazımdır.
Dişlerin yaratılışı da bir harika! Ön dişler kalın olsaydı gıdayı
kesemezdi, azı dişler ince olsaydı gıdayı parçalayamazdı. Uçları
canlı olsaydı yemek yerken acırdı. Köklerde sinir olmasaydı
çürüdüğünü fark etmezdik. Bunların hangisi tesadüf olabilir?
Teneffüs sistemi:
Vücuda alınan gıdalar, enerji haline gelebilmesi için yakılır.
Gerekli oksijenin alınıp hücrelerdeki yanma olayından sonra
karbondioksitin dışarı atılmasına teneffüs faaliyeti denir. Alınan
gıdalar, hücrelerde oksijen vasıtasıyla yakılarak enerji haline döner.
Yanmada meydana çıkan karbondioksit teneffüsle dışarı çıkar.
Akciğerde kanın temizlenmesi için vazife gören hava, dışarı
çıkarken nefes borusundaki telleri titreştirerek sesin teşekkülünü
temin eder. Dışarı çıkan kirli hava, içeri giren temiz havayla
karşılaştıkları halde onu kirletmez. Bunlar kendiliğinden mi oluyor?
Neden böyle saat gibi çalışıyor? Bunları idare eden kimdir? Aklı
olanın bunları düşünmesi gerekir.
Nefes almak ne kadar kolaydır. Astım hastasına sorarsan çok
yorucu ve zor. Nefes için hem burun var hem ağız, tek delik olsaydı
nasıl yemek yerdik. Nezle olan bir kimsenin burnu tıkanınca ağızdan
nefes alıyor. Ya olmasaydı? Bu bile ne kadar bir merhamet ve bilgi
işi. Bunlara tesadüf denebilir mi? Karın boşluğunda diafragma kası
bulunmakta ve akciğerlere havanın girişini kolaylaştırmakta. Bu kas
çalışmazsa nefes zor alınır. Bu kas oraya nasıl gelmiş? Akciğerlerde
kan temizlenen alveoller üzüm salkımı şeklinde olup daha fazla
havanın temizlenmesini sağlar. Bu şekilde olmasaydı temizlenen
hava az olur, daha sık soluk alıp vermek zorunda kalırdık. Bu da bizi
çok yorardı, iş yapamazdık. Bunlar nasıl tesadüf olabilir?
Boşaltma sistemi:
Gıdaların posası bağırsak vasıtasıyla dışarı atılırken, kan ve
hücrelerdeki gıda artıkları ve vücuda zararlı maddeler de böbrekler
vasıtasıyla süzülerek dışarı atılır. Bu iki temizleme vasıtası
olmasaydı vücut pislik içinde kalır, uzuvlar zehirlenir, üstelik yeni
gıda alma imkânı da olmazdı. Üre, ürik asit, tuz gibi maddeler kanla
böbreğe gelerek idrar havuzunda toplanır. Bu idrar torbası
olmasaydı devamlı idrar akıp duracaktı. Her uzvumuzu intizamlı
şekilde yaratan kimdir?
Bunlar kendiliğinden mi oluyor? Neden böyle saat gibi çalışıyor?
Bunları idare eden kimdir? Aklı olanın bunları düşünmesi lazımdır.
Temizleme organı olan böbreklerden zararlı maddeler
atılmakta, faydalı maddeler ise geri alınmakta, idrara
verilmemektedir. Bütün kanımız böbreklerden geçerek
arıtı__________lmaktadır. Bir et parçası olan böbrek faydalıyı zararlıyı nasıl
ayırmakta? Niye hep zararlı şeyleri atmakta? Böyle tesadüf olur
mu?
Gıda deposu:
Birçok vazifesi olan karaciğer, erzak deposu olan bir fabrikadır.
İnce bağırsakta emilerek kana karışan gıdalar karaciğerde depo
edilir. İhtiyaç halinde, kullanılmak üzere, şeker ve asitler, glikojen
halinde kullanılmaya hazır vaziyette karaciğere depo edilir.
Karaciğer, yağların sindirimine yardımcı olan safrayı çıkarır. Bu
salgının, karaciğer hücreleri tarafından süzülen zehirli artıkları
bağırsak vasıtasıyla dışarı atılır. Safra kesesi olmasa yağlı gıdaları
sindirmek mümkün olmaz. Karaciğerin bir kısmı alınsa, kalan
kısımdaki hücreler, çoğalarak eksik kısmı tamamlar. Yani kendini
tamir eder.
Karaciğer vücudun deposu ve toksik maddeleri temizleme
yeridir. Vücut için zararlı olan safra asitleri ve zehirli bir gaz olan
amonyak burada temizlenir. Safra asitleri safra kesesinde depolanır.
Amonyak ise üreye çevrilip böbreklerden atılır. Bunları hangi tesadüf
açıklayabilir?
Bunlar kendiliğinden mi oluyor? Bunları idare eden kimdir? Aklı
olanın bunları düşünmesi gerekir.
Konuşma uzvu:
Dil, ağızdaki lokmaları çevirerek sindirime yardımcı olur, tat alır
ve konuşur. Gıdaların tadı, acı, ekşi, tatlı, tuzlu olmak üzere dörde
ayrılır. Dilde yaratılan özelliklerle bu gıdaların tatları bilinir, faydalı
olan zararlıdan ayrılır. Gıdaların kokuları tat alma hassasiyetini
artırır ve iştah meydana getirir. Böylece gıda alma işi bir külfet değil,
bir lezzet olur. Konuşmada da dilin önemi büyüktür. Bu özellikler
nereden gelmiş, niçin gelmiş, kim yapmıştır? Aklı olanın bunları
düşünmesi gerekir.
Dış cephe:
Vücudu örten deri, ırka göre değişir. Bir Japon, bir Zenci, bir
Türk renginden bilinebilir. Deri, dokunma işini yapar, vücudu dış
etkilerden, soğuk ve sıcaktan korur. Derinin dış tabakası ölü
hücrelerden meydana gelmiştir. Derideki kıllar, saç, kaş, kirpik, aynı
dokudan meydana geldiği halde, kaş ve kirpik belli bir uzunluktan
fazla uzamaz. Kirpikler devamlı uzasaydı görmek zorlaşır, her
zaman kirpikleri kısaltmak gerekirdi. Canlı hücrelerden cansız kıllar
meydana getiren Rabbimiz sonsuz hikmet sahibidir. Eğer bu kıllar
canlı olsaydı, tıraş olurken çok acı duyardık. Canlı hücrelerin
besleyip büyüttüğü tırnaklar da cansızdır. Acı duymadan fazlasını
kesip atarız. Canlı vücuttan, saç, tırnak gibi ölü şeyleri kim
yaratmıştır? Tesadüfen mi olmuştur?
Vücudu örten deri olmasaydı insan ne kadar korkunç
görünürdü! İnsana güzellik veriyor. Derinin en üst tabakasında sinir
yoktur, damar yoktur, ölü hücrelerden meydana gelmiştir. Canlı
olsaydı her dokunduğumuz şey canımızı acıtırdı. Bunlar tesadüfle
nasıl açıklanabilir?
Dürbünler:
Görme organı olan göz, üç tabakadan meydana gelmiştir. En
dışta sert tabaka olup kalın liflerden meydana gelmiştir. Bu lifler ön
tarafa gelince saydamlaşıyor ve korneayı meydana getiriyor. Bunu
saydamlaştıran kim? İkinci tabaka damar tabakası, oda arka tarafta
tamamen kapalı iken önde bir delik yani göz bebeği oluşmuş ve
göze rengi veren iris meydana gelmiştir.
Her uzuv önemli ise de, gözlerin önemi daha büyüktür. Gözler
çok hassastır. Kaşlar terlerin göze gitmesini engeller. Göz kapakları
istek dışında çalışır. Kirpikler de dışarıdan gelecek toz ve zararlı
maddelerin göze girmesine mani olur. Gözü meydana getiren
hücrelerde görme kabiliyetini kim yaratmıştır? Diğer hücrelere bu
vasfı niye vermemiştir? Göz olmasaydı, herkes kör olurdu. Kulaklar
olmasaydı herkes sağır olurdu. El olmasaydı herkes çolak olurdu,
ayaklar olmasa herkes kötürüm olurdu. Dil olmasa, herkes dilsiz
olurdu. Her organ yerli yerine yerleştirilmiştir. Artık aklı olan bunlara
nasıl tesadüf diyebilir ki?
İşitme cihazları:
Kulaklar, işitme sinirleri sayesinde sesleri işitir. İşitme sinirleri
gözde, görme sinirleri kulakta olsaydı, fonksiyonunu yapamazdı. Her
hücreyi yerli yerinde en güzel şekilde kim yaratmıştır? Kulak zarının
gergin durması ve ses dalgalarından zarar görmemesi için orta
kulaktan nefes borusuna bir kanal açılmıştır. Ağzımız açık iken top
patlasa kulak zarı patlamaz. Ağız kapalı da olsa burun deliklerinden
giren sesle kulaktan giren ses birbirini dengeler. Kulak küçük ve
büyük frekanslı sesleri işitebilecek vasıfta yaratılsaydı, maddelerin
atomlarındaki sesler, birbirine karışır, hem konuşulanları
duyamazdık, hem de gürültü içinde yaşama imkânı kalmazdı. Her
şey hikmetle yaratılmıştır. Vücutta ve kâinatta tesadüfî ve maksatsız
yaratılmış hiçbir şey yoktur.
Kemik içine yerleştirilen kulaklar da harika organlardır. Kulak
kepçesi sesleri toplar, aynı zamanda estetik görünüm verir. Kulak
yolunun bitiminde zar var. Sesin titreşimini artırıp içeri ilettiği gibi,
kulağın içini de korur. Orta kulakta üç tane kemik var. Küçücük bir
yerde küçücük üç tane şekilli harika kemik, sonra iç kulak, denge
kanalları ve işitmeye yardımcı kanallar… Bunlar nasıl tesadüf
olabilir?
Vücuttaki su:
Vücudun üçte ikisi sudur. İç salgı bezlerinin sıvıları, kana
karışarak hayati faaliyetlerde önemli rol oynar. Gıdaların
sindirilmesi, kan dolaşımı, tuz ve şeker gibi maddelerin dengelerini
ayarlama vazifeleri bezler sayesinde olur.
Hipofiz, kan kaybını önler. Vücuttaki su dengesini korur. Eğer
düzenli çalışmaz, fazla hormon salgılarsa dev hastalığı, az
salgılarsa cücelik meydana gelir. Bu özellikler nereden gelmiş, niçin
gelmiş, kim yapmıştır? Aklı olanın bunları düşünmesi gerekir.
Pankreas bezi, salgıladığı enzimlerle gıdaların vücuda yararlı
hale gelmesine vesile olur. Pankreas, insülin hormonu salgılayarak
kandaki şekeri ayarlar. İnsülin salgısı azalırsa şeker hastalığı
meydana gelir.
Tiroid bezi, iyot ihtiva eden tiroksin hormonu salgılar. Yeterince
iyot alınmazsa guatr meydana gelir. Bu bezi kim niye yaratmış?
Canlı maddesi olan protoplazma, gayet küçük ve mükemmel
tanzim olunmuş bir makine gibidir. Hücre, hayatın ilk müstakil
parçasıdır. Canlılar hücreden yapılmıştır. İnsan hücresi, bir elektrik
makinesine, bir radyoya benzer. İnsan vücudu otuz trilyon hücre
motorundan yapılmış muazzam bir fabrikadır. Bu özellikler nereden
gelmiş, niçin gelmiş, kim yapmıştır? Aklı olanın bunları düşünmesi
gerekir.
Kan: Vücutta 5–6 litre kan bulunur. Plazma denilen kan
suyunun içinde Alyuvarlar ve Akyuvarlar vardır. Bir milimetreküp
kanda beş milyon alyuvar vardır. 30–40 gün çalıştıktan sonra
yaşlanırlar. Dalak, bu yaşlı alyuvarları kandan alarak öldürür. Kan
kaybında ve bazı hastalıklarda kandaki alyuvar sayısı azalır. Kan
azalmadığı halde kandaki alyuvar azaldığından halsizlik ve kalb
çarpıntısı görülür. Buna kansızlık denir.
Saray muhafızları:
Akyuvarlar kanın muhafızlarıdır. Bir milimetreküpte 6–8 bin
kadardır. Vücuda mikrop girince sayıları artar. Mikrop savaşında
akyuvarlar ölür. İrin, bu akyuvar ölülerinin yığınıdır.
Lenf sistemi, vücuda giren mikropları zararsız hale getirir. Lenf
düğümleri akyuvar imal eder. Ayrıca ikinci bir bakteri hücumuna
karşı koymasına yardımcı olan bazı proteinler imal eder. Eskiden
bademciklerin vazifesi bilinmiyordu. Bugün bademciklerin de bakteri
hücumuna karşı protein imal ettiği bilinmektedir. Zamanla başka
vazifeleri de tespit edilebilir. Dalağın da aynı işi yaptığı bilinmektedir.
İlk hücumdan sonra tutularak muhafaza edilen bakteriler, yeni
bir bakteri hücumuna karşı değiştirilip vücudun müdafaasında
muhafız olarak kullanılır. Düşman askerleri olan bakteriler, lenf
düğümlerinde düşmanlık vasfı kaldırılarak yeni bakterilere karşı
savaş açar. Lenf sistemi aynı zamanda sindirilen yağları
toplardamarlara ulaştırır. Lenf sistemi, akyuvar muhafızlarının
müdafaa hattı olduğu gibi, gıdaların hücrelere ulaşmasını sağlar.
Tesadüfî olmayan bu işlerin ne muazzam bir sistem olduğu
meydandadır. Her şeyi intizamlı şekilde yaratan Allahü teâlânın şânı
çok yücedir. Bu özellikleri yerli yerinde, intizamlı şekilde kim
yapmıştır? Aklı olanın bunları düşünmesi lazımdır.
Muntazamdır cümle işlerin senin,
Aklı ermez, hikmetine kimsenin.

Allah’ın isimleri ve sıfatları
Allah’ın isimleri (Esma-i hüsna)
Sual: Esma-i hüsna ne demektir?
CEVAP
Esmâ-ül hüsna, Allahü teâlânın güzel isimleri demektir. Arapça
orijinal yazılışları için buraya tıklayınız!
Allahü teâlânın Tirmizi’de bildirilen 99 ismi şunlardır:
1- Allah: Her ismin vasfını ihtiva eden öz adı. Kendinden başka
ilah bulunmayan tek Allah.
Bu ism-i şerif, Cenâb-ı Hakk'ın has ismidir. Bu itibarla diğer
isimlerin ifade ettiği bütün güzel vasıfları ve İlâhî sıfatları içine alır.
Diğer isimler ise, yalnız kendi mânalarına delâlet ederler. Bu
bakımdan Allah isminin yerini hiçbir isim tutamaz. Bu isim, Allah'tan
başkasına mecazen de verilemez. Diğer isimlerinden bazılarının,
Allah'tan başkasına isim olarak verilmesi caizdir.
2- Er-Rahmân: Dünyada bütün mahlûkata merhamet eden,
şefkat gösteren, ihsan eden.
3- Er-Rahîm: Ahirette, sadece müminlere acıyan, merhamet
eden.
4- El-Melik: Mülkün, kâinatın sahibi, mülk ve saltanatı devamlı
olan.
5- El-Kuddûs: Her noksanlıktan uzak ve her türlü takdîse lâyık
olan.
6- Es-Selâm: Her türlü tehlikelerden selamete çıkaran.
Cennetteki bahtiyar kullarına selâm eden.
7- El-Mü’min: Güven veren, emin kılan, koruyan, iman nurunu
veren.
8- El-Müheymin: Her şeyi görüp gözeten, her varlığın
yaptıklarından haberdar olan.
9- El-Azîz: İzzet sahibi, her şeye galip olan, karşı gelinemeyen.
10- El-Cebbâr: Azamet ve kudret sahibi. Dilediğini yapan ve
yaptıran. Hükmüne karşı gelinemeyen.
11- El-Mütekebbir: Büyüklükte eşi, benzeri yok.
12- El-Hâlık: Yaratan, yoktan var eden. Varlıkların geçireceği
halleri takdir eden.
13- El-Bâri: Her şeyi kusursuz ve mütenasip yaratan.
14- El-Musavvir: Varlıklara şekil veren ve onları birbirinden
farklı özellikte yaratan.
15- El-Gaffâr: Günahları örten ve çok mağfiret eden. Dilediğini
günah işlemekten koruyan.
16- El-Kahhâr: Her istediğini yapacak güçte olan, galip ve
hâkim.
17- El-Vehhâb: Karşılıksız nimetler veren, çok fazla ihsan eden.
18- Er-Razzâk: Her varlığın rızkını veren ve ihtiyacını
karşılayan.
19- El-Fettâh: Her türlü sıkıntıları gideren.
20- El-Alîm: Gizli açık, geçmiş, gelecek, her şeyi, ezeli ve ebedi
ilmi ile en mükemmel bilen.
21- El-Kâbıd: Dilediğinin rızkını daraltan, ruhları alan.
22- El-Bâsıt: Dilediğinin rızkını genişleten, ruhları veren.
23- El-Hâfıd: Kâfir ve facirleri alçaltan.
24- Er-Râfi: Şeref verip yükselten.
25- El-Mu’ız: Dilediğini aziz eden.
26- El-Müzil: Dilediğini zillete düşüren, hor ve hakir eden.
27- Es-Semi: Her şeyi en iyi işiten, duaları kabul eden.
28- El-Basîr: Gizli açık, her şeyi en iyi gören.
29- El-Hakem: Mutlak hakim, hakkı bâtıldan ayıran. Hikmet
sahibi.
30- El-Adl: Mutlak adil, yerli yerinde yapan.
31- El-Latîf: Her şeye vakıf, lütuf ve ihsan sahibi olan.
32- El-Habîr: Her şeyden haberdar. Her şeyin gizli taraflarından
haberi olan.
33- El-Halîm: Cezada, acele etmeyen, yumuşak davranan, hilm
sahibi.
34- El-Azîm: Büyüklükte benzeri yok. Pek yüce.
35- El-Gafûr: Affı, mağfireti bol.
36- Eş-Şekûr: Az amele, çok sevap veren.
37- El-Aliyy: Yüceler yücesi, çok yüce.
38- El-Kebîr: Büyüklükte benzeri yok, pek büyük.
39- El-Hafîz: Her şeyi koruyucu olan.
40- El-Mukît: Rızıkları yaratan.
41- El-Hasîb: Kulların hesabını en iyi gören.
42- El-Celîl: Celal ve azamet sahibi olan.
43- El-Kerîm: Keremi, lütuf ve ihsânı bol, karşılıksız veren, çok
ikram eden.
44- Er-Rakîb: Her varlığı, her işi her an gözeten. Bütün işleri
murakabesi altında bulunduran.
45- El-Mucîb: Duaları, istekleri kabul eden.
46- El-Vâsi: Rahmet ve kudret sahibi, ilmi ile her şeyi ihata
eden.
47- El-Hakîm: Her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratan.
48- El-Vedûd: İyiliği seven, iyilik edene ihsan eden. Sevgiye
layık olan.
49- El-Mecîd: Nimeti, ihsanı sonsuz, şerefi çok üstün, her türlü
övgüye layık bulunan.
50- El-Bâis: Mahşerde ölüleri dirilten, Peygamber gönderen.
51- Eş-Şehîd: Zamansız, mekansız hiçbir yerde olmayarak her
zaman her yerde hazır ve nazır olan.
52- El-Hak: Varlığı hiç değişmeden duran. Var olan, hakkı
ortaya çıkaran.
53- El-Vekîl: Kulların işlerini bitiren. Kendisine tevekkül
edenlerin işlerini en iyi neticeye ulaştıran.
54- El-Kaviyy: Kudreti en üstün ve hiç azalmaz.
55- El-Metîn: Kuvvet ve kudret menbaı, pek güçlü.
56- El-Veliyy: Müslümanların dostu, onları sevip yardım eden.
57- El-Hamîd: Her türlü hamd ve senaya layık olan.
58- El-Muhsî: Yarattığı ve yaratacağı bütün varlıkların sayısını
bilen.
59- El-Mübdi: Maddesiz, örneksiz yaratan.
60- El-Muîd: Yarattıklarını yok edip, sonra tekrar diriltecek olan.
61- El-Muhyî: İhya eden, yarattıklarına can veren.
62- El-Mümît: Her canlıya ölümü tattıran.
63- El-Hayy: Ezeli ve ebedi bir hayat ile diri olan.
64- El-Kayyûm: Mahlukları varlıkta durduran, zatı ile kaim olan.
65- El-Vâcid: Kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, hiçbir şeye
muhtaç olmayan.
66- El-Mâcid: Kadri ve şânı büyük, keremi, ihsanı bol olan.
67- El-Vâhid: Zat, sıfat ve fiillerinde benzeri ve ortağı olmayan,
tek olan.
68- Es-Samed: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herkesin muhtaç
olduğu merci.
69- El-Kâdir: Dilediğini dilediği gibi yaratmaya muktedir olan.
70- El-Muktedir: Dilediği gibi tasarruf eden, her şeyi kolayca
yaratan kudret sahibi.
71- El-Mukaddim: Dilediğini yükselten, öne geçiren, öne alan.
72- El-Muahhir: Dilediğini alçaltan, sona, geriye bırakan.
73- El-Evvel: Ezeli olan, varlığının başlangıcı olmayan.
74- El-Âhir: Ebedi olan, varlığının sonu olmayan.
75- Ez-Zâhir: Yarattıkları ile varlığı açık, aşikâr olan, kesin
delillerle bilinen.
76- El-Bâtın: Aklın tasavvurundan gizli olan.
77- El-Vâlî: Bütün kâinatı idare eden, onların işlerini yoluna
koyan.
78- El-Müteâlî: Son derece yüce olan.
79- El-Berr: İyilik ve ihsanı bol olan.
80- Et-Tevvâb: Tevbeleri kabul edip, günahları bağışlayan.
81- El-Müntekım: Asilerin, zalimlerin cezasını veren.
82- El-Afüvv: Affı çok olan, günahları mağfiret eden.
83- Er-Raûf: Çok merhametli, pek şefkatli.
84- Mâlik-ül Mülk: Mülkün, her varlığın sahibi.
85- Zül-Celâli vel İkrâm: Celal, azamet, şeref, kemal ve ikram
sahibi.
86- El-Muksit: Mazlumların hakkını alan, adaletle hükmeden,
her işi birbirine uygun yapan.
87- El-Câmi: İki zıttı bir arada bulunduran. Kıyamette her
mahlûkatı bir araya toplayan.
88- El-Ganiyy: İhtiyaçsız, muhtaç olmayan, her şey Ona
muhtaç olan.
89- El-Mugnî: Müstağni kılan. İhtiyaç gideren, zengin eden.
90- El-Mâni: Dilemediği şeye mani olan, engelleyen.
91- Ed-Dârr: Elem, zarar verenleri yaratan.
92- En-Nâfi: Fayda veren şeyleri yaratan.
93- En-Nûr: Âlemleri nurlandıran, dilediğine nur veren.
94- El-Hâdî: Hidayet veren.
95- El-Bedî: Misalsiz, örneksiz harikalar yaratan. (Eşi ve
benzeri olmayan).
96- El-Bâkî: Varlığının sonu olmayan, ebedi olan.
97- El-Vâris: Her şeyin asıl sahibi olan.
98- Er-Reşîd: İrşada muhtaç olmayan, doğru yolu gösteren.
99- Es-Sabûr: Ceza vermede, acele etmeyen.
Başka isimler söylemek
Sual: Allahü teâlâya Onun 99 isminden başka bir isim söylemek
caiz olur mu? Mesela Padişah, Sultan, Çalap, Hüda gibi isimler caiz
olur mu?
CEVAP
İbadet olmayan yerlerde kullanmak caizdir. İbadet olarak
kullanılmaz.
Birgivi vasiyetnamesi şerhinde, Allah’ın isimlerinin tevkifi
olduğu, yani dinin bildirdiği isimleri söylemek gerektiği, Esma-i
hüsnâdan başka isim söylenemeyeceği açıklanmaktadır.
Şerh-i mevakıfta da, (Allahü teâlâya yakışan mana ile 99
isminden başka isim söylemek, âlimlerin çoğuna göre caiz
değildir) buyuruluyor. Yani az da olsa, Allahü teâlâya yakışan
başka isimlerle çağırmanın da caiz olduğunu söyleyen âlimler var
demektir.
Esma-i hüsnâdan olmadığı halde, Mevla, Rab, Nasır, Galip,
Ekrem, Allahü teâlânın ismi olarak Kur'an-ı kerimde kullanılmıştır.
Hadis-i şeriflerde ise, Hannan, Mennan, Cemil gibi isimler
kullanılmıştır. (Feraid)
Tasavvuf şairi Kuddusi efendi diyor ki:
Ey rahmeti bol Padişah,
Cürmüm ile geldim sana,
Ben eyledim hadsiz günah,
Cürmüm ile geldim sana.
Yunus Emre de, Çalap ve daha başka isimleri ilah manasında,
ibadet dışında kullanmıştır. Bir çok menkıbede, hükümdar, sultan
kelimeleri ibadet dışında kullanılmıştır. Âlimlerin kullandıkları
isimlerden başka isimleri kullanmamalıdır.
Esma-i hüsna’yı ezberlemek
Sual: Bir arkadaşım dedi ki:
“Ebu Hüreyre’den nakledilen bir hadiste, Peygamberimizin
(Allahü teâlânın şu 99 esma-i hüsnasını ihsâ eden, Cennete
girer, sonsuz saadete ulaşır) dediği iddia edilmiştir. Ancak,
Peygamberimizin, Allah'a böyle bir sınırlama koyması mümkün
değildir. Bu hadis sahih değildir. Peygamberimiz şöyle söylemiş
olabilir: (Allah'ın isimlerinden 99'unu ihsâ eden Cennete girer,
sonsuz saadete erişir.)
Bu arkadaşımın sözünde doğruluk payı var mıdır?
CEVAP
Yoktur. Çünkü o hadis-i şerif, kütüb-i sittenin en kıymetli üç
hadis kitabında, yani Buhari, Müslim ve Tirmizi’de vardır. O hadis-i
şerifi yalan saymak, bu üç büyük âlimi cahil saymak olur.
Din kitaplarında bu husus açıklanmıştır. Herkese Lazım Olan
İman kitabında deniyor ki: Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. Bin bir
ismi var diye meşhurdur. Yani, isimlerinden bin bir tanesini insanlara
bildirmiştir. Bunlardan 99’una Esma-ül hüsna denir.
Demek ki Allah’ın bin bir ismi vardır. Ama bunlardan 99’una
Esma-i hüsna deniyor. Kadı zade Ahmed efendi de, Birgivi
vasiyetnamesi şerhinde, (Allahü teâlânın 99 ismine Esma-i hüsna
denir) diyor.
Arkadaşın dediği gibi, Allah’ın isimlerinden 99 unu değil,
Peygamber efendimizin bildirdiği 99 ismi ihsâ etmek gerekiyor.
Yoksa Allahü teâlânın ismi çoktur. Bunlardan rastgele 99’unu değil,
bildirilen 99 ismi ihsâ etmek gerekir. Burada ihsâ etmek, bu 99 ismi
manaları ile birlikte ezberleyip amel etmek demektir. Böyle yapan
kimse elbette Cennete girer, sonsuz saadete ulaşır.
Birkaç örnek verelim:
Kerim: Lütfu ve ihsanı bol, çok ikram eden. Müslüman da,
cömert ve ihsan sahibi olmalı.
Gaffar: Günahları örten ve çok mağfiret eden. Müslümanlar da
birbirlerinin kusurlarını görmemeli.
Razzâk: Her varlığın rızkını veren ve ihtiyacını karşılayan. Bu
ismi okurken, rızkı için endişe etmemeli.
Mütekebbir: Büyüklükte eşi, benzeri yok. Bu ismi okurken
Allahü teâlânın azametini ve kibriyâsını düşünerek kibirden uzak
durmalı.
Bunlar gibi Esma-i hüsnadaki isimler okunurken, manalarını
düşünmeli ve bunlarla amel etmeli.
Arkadaşınızın, hadis-i şerif okuyup yanlış anlaması da
gösteriyor ki, tefsirden, meal ve hadisten din öğrenilmez. Dinimi
öğreneyim derken, yanlış anlayıp, dinsiz olup çıkabilir. Bu yüzden
doğru yazılmış ilmihal kitaplarından dinimizi öğrenmeye
çalışmalıyız. Ehl-i sünnet âlimlerinin kıymetli eserlerinden tercüme
edilerek derlenmiş olan, nakli esas alan, en kıymetli ilmihal kitabı
Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye son sözünde diyor ki:
“Evliya olan Ehl-i sünnet âlimleri, kalb, ruh mütehassısları olup,
herkesin bünyesine ve hastalığına ve zamanının zulmetine ve
fesadına uygun ruh ilaçlarını, hadis-i şeriflerden seçerek söylemişler
ve yazmışlardır. Resulullah, dünya eczanesine yüz binlerce ilaç
hazırlayan baş tabip olup, Evliya olan Ehl-i sünnet âlimleri de, bu
hazır ilaçları, hastaların dertlerine göre dağıtan, emrindeki yardımcı
tabipler gibidir. Hastalığımızı bilemediğimiz, ilaçları tanımadığımız
için, yüz binlerce hadis içinden, kendimize ilaç aramaya kalkarsak,
(Allergie) aksi tesir hasıl olarak, cahilliğimizin cezasını çeker, fayda
yerine zarar görürüz. İşte bunun için, hadis-i şerifte, (Kur'an-ı
kerimi kendi anladığına göre tefsir eden kâfir olur) buyuruldu.
Mezhepsizler, bu inceliği anlayamadıkları için, (Herkes Kur’an ve
hadis okumalı, dinini bunlardan kendi anlamalı, mezhep kitaplarını
okumamalı) diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarının okunmasını
yasak ediyorlar. Bütün Müslümanları felakete sürüklüyorlar.”
Hakkıyla bilen
Sual: Esma-i hüsnadan olan Alîm ismine tam bilen demek
uygun mudur? Bunun gibi Basîr ismine de tam gören demek uygun
olur mu?
CEVAP
Alîm ismi Kur’an-ı kerimde yüzden fazla geçiyor. Hiçbir tefsirde
tam bilen diye bir ifadeye rastlamadık. Hemen bütün tefsirlerde,
hakkıyla bilen, her şeyin içini ve dışını en mükemmel bilen diye
açıklanıyor. Alîm, bilen demektir. Neyi bilen, her şeyi bilen demektir.
Nasıl bilendir? Hakkıyla bilen, en iyi bilen demektir. Alîm, kısaca her
şeyi hakkı ile, en iyi bilen demektir.
Basîr de gören demektir. Neyi gören? Gizli açık her şeyi gören
demektir. Nasıl görendir? Her şeyin dışını ve içini bir uzuv olmadan
müşahede edendir. Tam gören ifadesi biraz yavan kalmaktadır. Gizli
açık her şeyi en iyi gören demek daha uygun olur.
El Hak ismi
Sual: Bazıları, (Allah’ın Hak diye bir ismi yok, ona hak
demek şirk olur) diyorlar. Biz hep Cenab-ı Hak diyoruz, bu şirk mi
oluyor?
CEVAP
Hayır, şirk değildir. El Hak isminin, Esma-i hüsnadan yani
Allahü teâlânın 99 güzel isminden biri olduğu, Tirmizi’deki hadis-i
şerifte bildiriliyor.
El Hak: Varlığı hiç değişmeden duran, var olan, hakkı ortaya
çıkaran demektir.
El Berr ismi
Sual: Esma-i hüsnadan El Berr kelimesi El Birr olarak mı
yazılır? İkisi arasındaki fark nedir?
CEVAP
Bu kelime BR olarak yazılır. Ber, bir ve bur olarak okunabilir.
Birr, iyilik demektir. Kur'anda çok yerde geçer: Bekara 44, 177,
189; Al-i İmran 92, Maide 2.
Tur suresinin 28. âyetinde ise, el-berr-ür-rahim olarak
geçmektedir. Bu esma-i hüsnadan olan berr'dir. Bu berr olarak
yazılır. Berr, ayrıca kara parçası anlamına da gelir. Maide suresinin
96. âyetinde, sayd-ül bahri = deniz avı, sayd-ül berri = Kara avı
ifadesi geçer. Şu surelerde de kara parçası olarak geçmektedir:
6/59; 6/63; 6/97;10/22; 17/67; 7/68; 17/70; 27/63; 29/65-66; 30/41;
31/32
Burr, buğday demektir. Bir hadis-i şerifte, (Buğdayı buğdaya
satarken birisi fazla olursa faiz olur) buyuruluyor. Vel burru bil
burri ifadesi geçiyor. (Tirmizi)
Şu halde birr, iyilik demektir. Berr, Esma-i hüsnadandır, ayrıca
kara parçası anlamına da geliyor.
Vahid ve Ehad
Sual: Bir anlamına gelen Vahid ve Ehad kelimeleri arasındaki
fark nedir?
CEVAP
Evet Vahid de, Ehad da (Bir) manasına gelir. Birisi sıfat ismi,
birisi zat ismidir. Vâhid, Allahü teâlânın sıfat isimlerindendir, Esma-i
hüsnada bildirilen 99 isminden biridir. Vâhid, zat, sıfat ve fiillerinde
benzeri ve ortağı olmayan, tek olan anlamındadır. Bir âyet meali
şöyledir:
(Elbette ilahınız vahiddir, birdir) [Saffat 4)
Ehad de Onun zat ismidir. Bir âyet meali şöyledir:
(De ki, Allah ehaddir, birdir) [İhlas 1]
Burada zatı bakımdan bir demektir.
Buradaki (Bir) kelimesini sayı bakımından bir gibi anlamamalı.
Öyle anlaşılırsa Allah madde, cisim gibi anlaşılır. Halbuki Allah hiç
bir şeye benzemez, hayal edilen şey mahlûktur, O her hayalden
farklıdır. Mücessime ve Müşebbihe denilen fırkalar, Allah’ı yürüyen,
oturan, madde, cisim gibi görür. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Onun benzeri hiçbir şey yoktur, O hiçbir şeye benzemez.)
[Şura 11]
Allah ismine saygı
Sual: Allah ismini saygı ifadesiz yazmak, söylemek caiz midir?
CEVAP
Selef-i salihin saygı ile söyler ve saygı ile yazardı. Terki bid’attir.
Bir yazıda, bir konuşmada bir defacık olsun saygı ile yazmalı veya
söylemelidir! Onun için dilimizi Allahü teâlâ demeye alıştırmalıyız!
Allahü teâlâ razı olsun
Sual: (Allah razı olsun) denince saygı sözü terkedilmiş olur mu?
CEVAP
Evet. (Allahü teâlâ, razı olsun) demelidir!
Kısaltmalar
Sual: Dini yazılarda saygı kelimelerini her seferinde yazmalı
mı? (CC, S.A.V, R.A) gibi kısaltma yapmak uygun mu?
CEVAP
Din kitaplarında diyor ki:
Allahü teâlânın ismini okuyunca, yazınca, söyleyince, işitince,
sübhânallah, tebârekallah, celle-celalüh veya teâlâ gibi saygı
sözlerinden birini söylemek, yazmak, ilkinde vacip, tekrarında ise
müstehaptır. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin ismini işitenin
ömründe bir defa salevat getirmesi farz, okuyunca, yazınca,
söyleyince, işitince ilkinde söylemek vacip, tekrarında müstehaptır.
(c.c.), (s.a.v) (r.a) gibi kısaltma yapmak uygun değildir. Mirât-i
kâinât kitabında diyor ki:
Cahiller ve tembeller, saygı sözlerini kısaltarak birkaç harf
yazıyorlar. Bu doğru değildir. Çok sakınmalıdır!
Hafife almak tehlikelidir
Sual: Kısaltmalar her tarafta kullanılıyor. Bir metini okurken
(C.C.) geçtiğinde onu harf bazında söylemiyoruz, yüksek sesle Celle
Celalühü diyoruz. Bu konuları konuşmakla vaktimizi boşa geçirmiş
bulunuruz. Bu konular İslam’a göre sivrisinek vızıltılarıdır.
CEVAP
Allahü teâlânın ismini doğru yazalım, C.C. yazmayalım demeyi
sivrisinek vızıltısı olarak görmek çok tehlikelidir, insanın imanını
tehlikeye atabilir. Dinde bir şeyi hafife, basite almak tehlikelidir. Din
kitapları C.C. yazılmamalı diyor. Ama günümüzdeki kimseler
yazıyor. Her tarafta kullanılması ölçü değildir. Ölçü din âlimlerinin
bildirdikleridir. Sinek vızıltısı olsaydı, din âlimleri bunu kitaplarına
yazmazdı. Bir söz ile insan küfre düşer, bir söz ile imana gelir. Bir
söz ile hanım boş olur, bir söz ile elin kızı elin erkeğine hanım olur.
Küçük harfle yazmak
Sual: Lafzatullahı yani Allah kelimesini allah diye baş harfini
küçük yazmak küfür mü, yoksa haram mı? Çünkü Allah’tan başka
büyük yok.
CEVAP
Ne küfür, ne haram, ne de mekruhtur. İslam harflerinde zaten
büyük harf yok. Dolayısıyla, Kur'an-ı kerimde Allah ismi küçük
harfle yazılır. Türkçe’de özel isimlerin büyük harfle yazılması âdet
olduğu için, büyük harfle yazıp, yadırganmaya sebep olmamalıdır.
Yalnız Allah demek
Sual: Konuşurken, vaaz ederken, (Allah diyor ki) demek uygun
mu?
CEVAP
Uygun değildir, saygısızlık olur. Allah teâlâ demek de uygun
değildir. Allahü teâlâ demelidir. Allahü teâlânın ismini söyleyince,
işitince, yazınca, celle-celalüh, teâlâ gibi saygı sözlerinden birini
söylemek, yazmak birincisinde vacib, tekrarında ise müstehabdır.
Resulullah efendimizin ismini işitince salevat söylemek de böyledir.
(Redd-ül-muhtar)
Hazret-i Yezdan
Sual: Yezdan, Zerdüştlerin iyilik tanrısına verdikleri isimmiş. Bu
durumda mehter marşında geçen, (Kur’anda zafer vaat ediyor,
Hazret-i Yezdan!) ifadesi uygun mu?
CEVAP
Mahzuru yoktur.
Eski İran’ın en büyük dini olan ateşe tapınmayı kuran Zerdüşt,
putların arasından Yezdan ve Ehremen isminde iki uknum tayin etti.
Yezdan iyilik tanrısı, Ehremen ise, kötülük tanrısı veya Yezdan’ın
nur, aydınlık; Ehremen’in de zulmet, karanlık olması gibi, misli
görülmemiş bâtıl bir itikad [inanç] ortaya koydu. (Cevap Veremedi
kitabı)
Yezdan; ilah, mevlâ demektir. Onlar bu güzel ismi taptıkları
şeye koymuşlar. Bundan dolayı Yezdan isminin kötü olması
gerekmez. Putlarına Mevlâ ismini de koyabilirlerdi. Bu durumda
Mevlâ isminin de kötü olması gerekmezdi.
Kâinat, bir sanat eseridir
Sual: Tabiattaki varlıklar ve kâinat için, sanat eseri demek,
Allah için de, sanatçı demek caiz mi?
CEVAP
Bütün kâinat, tabiattaki her varlık, birer sanat eseridir. Böyle
söylemenin mahzuru olmaz. Bir yaprak parçası, muazzam bir
fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz
anlayabildiği ince sanatların birer sergisidir. Bugün, fennin buluşları,
başarıları diye övündüklerimiz, bu tabiat sanatlarından birkaçını
görebilmek ve taklit edebilmek sonucu ortaya çıkmıştır.
Her sanat eserinin, bir sahibi olur. Allahü teâlâ da, bütün
kâinatın sahibidir. Onun yaratması, bir sanatçının bir şey yapması,
bir eser ortaya çıkarması gibi değildir. Bir sanatçının yaptığı eseri de
yaratan, yine Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, bir şeyi yaratmak istediği
zaman, ona sadece (Ol) der, o şey hemen var olur.
Allahü teâlâ için sanatçı demek ise, caiz olmaz. İmam-ı
Rabbani hazretleri de, buyuruyor ki:
Allahü teâlânın isimleri, tevkîfîdir, yani dinin sahibinin
bildirmesine bağlıdır. İslamiyet’in söylediği ismi söylemeli.
İslamiyet’in bildirmediği isim ne kadar iyi, güzel isim olsa da
söylenemez. (2/67)
Allah’a sanatkâr demek
Sual: Allahü teala için sanatkâr, mühendis demek caiz midir?
CEVAP
Değildir; çünkü Allahü tealanın isimleri tevkifiyyedir. Yani
dinimizin bildirdiği isimler kullanılır. Manası ne kadar güzel olsa da
dinin bildirmedikleri kullanılmaz. Mesela (İnsanoğlunun mühendisi,
kalbini çok muhteşem şekilde yerleştirmiştir) veya (Kâinatın
sanatkârı gezegenleri yerli yerine yerleştirmiştir) demek caiz olmaz;
fakat Allahü tealanın sanatı veya Allahü tealanın mühendisliği denir.
İkisi farklıdır. Birinde, dinin bildirmediği isim söylenmiş oluyor ki, caiz
değildir. Diğerinde ise, bizzat Onun yaptığı iş söyleniyor. Onun
sanatı, mühendisliği deniyor. Bu caiz oluyor. Sun-i ilahi veya
sunullah da denir. Allahın eseri, sanatı demektir. San’i de denir.
San’i, yapan, yaratan anlamındadır.
Âlim ve Alîm isimleri
Sual: S. Ebediyye’de, (Allahü teâlâya âlim denir, fakat âlim
demek olan fakîh denmez, çünkü İslamiyet Allahü teâlâya fakîh
dememiştir) deniyor. Esma-ül-hüsna’da Âlim diye bir isim yok, el-
Alîm ismi var. Allahü teâlânın Âlim ismi de mi vardır?
CEVAP
Evet, vardır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Gaybı ancak Allah bilir. O, Âlim-ül-gayb [gaybı bilen]dir.)
[Haşr 22]
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de buyuruyor ki:
Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. İnsanlara bildirilen bin bir
ismi var diye meşhurdur. Bunlardan doksan dokuzuna Esma-ülhüsna
denir. (İtikadname)

Allahü teâlânın sıfatları
Sual: Allah’ın sıfatları hangileridir?
CEVAP
Allahü teâlânın Sıfat-ı zatiyye’si altıdır:
1- Vücûd: Allahü teâlâ vardır. Varlığı ezelidir. Vacib-ül
vücûddür, yani varlığı lazımdır.
2- Kıdem: Allahü teâlânın varlığının evveli, başlangıcı yoktur.
3- Bekâ: Allahü teâlânın varlığının âhiri, sonu yoktur. Hiç yok
olmaz. Ortağı olmak muhal olduğu gibi, zat ve sıfatları için de yokluk
muhaldir.
4- Vahdaniyyet: Allahü teâlânın zatında, sıfatlarında ve
işlerinde ortağı, benzeri yoktur.
5- Muhalefetün-lilhavadis: Allahü teâlâ, zatında ve sıfatlarında
hiçbir mahlûkun zat ve sıfatlarına benzemez.
6- Kıyâm bi-nefsihi: Allahü teâlâ zatı ile kâimdir. Mekana
muhtaç değildir. Madde ve mekan yok iken O var idi. Zira her
ihtiyaçtan münezzehtir. Bu kâinatı yokluktan varlığa getirmeden
önce, zatı nasıl idi ise, sonsuz olarak, hep öyledir.
Allahü teâlânın Sıfat-ı sübûtiyye’si sekizdir.
1- Hayat: Allahü teâlâ diridir. Hayatı, mahlûkların hayatına
benzemeyip, zatına layık ve mahsus olan hayat, ezeli ve ebedidir.
2- İlm: Allahü teâlâ her şeyi bilir. Bilmesi mahlûkatın bilmesi gibi
değildir. Karanlık gecede, karıncanın, kara taş üzerinde yürüdüğünü
görür ve bilir. İnsanların kalbinden geçen düşüncelerini, niyetlerini
bilir. Bilmesinde değişiklik olmaz. Ezeli ve ebedidir.
3- Sem’: Allahü teâlâ işitir. Vasıtasız, cihetsiz işitir. İşitmesi,
kulların işitmesine benzemez. Bu sıfatı da, her sıfatı gibi ezeli ve
ebedidir.
4- Basar: Allahü teâlâ görür. Âletsiz ve şartsız görür. Görmesi
göz ile değildir.
5- İrade: Allahü teâlânın dilemesi vardır. Dilediğini yaratır. Her
şey Onun dilemesi ile var olur. İradesine engel olacak hiçbir kuvvet
yoktur.
6- Kudret: Allahü teâlâ, her şeye gücü yeticidir. Hiçbir şey Ona
güç gelmez.
7- Kelam: Allahü teâlâ söyleyicidir. Söylemesi alet, harfler,
sesler ve dil ile değildir.
8- Tekvîn: Allahü teâlâ yaratıcıdır. Ondan başka yaratıcı yoktur.
Her şeyi O yaratır. Allahü teâlâdan başkası için yaratıcı
dememelidir.
Allahü teâlânın sıfat-ı sübûtiyyesi de, sıfat-ı zatiyyesi gibi
kadimdir. Bu sıfatları da, zatından ayrılmazlar. Yani sıfatları zatının,
kendinin aynı da değildirler, gayrı da değildirler.
Allahü teâlânın sıfatlarının hakikatlerini anlamak da muhaldir.
Hiçbir kimse ve hiçbir şey Allahü teâlânın sıfatlarına ortak ve benzer
olamaz.
Sual: Allah’ın zati ve sübuti sıfatları arasındaki fark nedir?
CEVAP
Zati sıfatları, Allahü teâlânın zatına mahsus olan sıfatlardır. Bu
sıfatlar, mahlûkların hiçbirinde yoktur. Bunların mahlûklara, hiçbir
şekilde bağlantıları da yoktur.
Sübuti sıfatları ise, mahlûklarla bağlantılı olan sıfatlardır.
Bunlardan, yaratmak sıfatı hariç, diğerlerinden kullarına da sını__________rlı
olarak ihsan etmiştir. Bu sıfatlarında da, hiç değişiklik olmaz. Bunlar
da, zati sıfatlar gibi kadim yani ezelidirler. Mahlûklar sonradan
yaratıldığı için, mahlûklara olan bağlantıları ise hâdistir, yani ezeli
değildir. Onun diri olması, bilmesi, işitmesi, görmesi, kudreti,
dilemesi ve söylemesi kullarınkine hiç benzemez, bunların sadece
isimleri benzer. Onun zatını ve sıfatlarının hakikatini anlamak
mümkün değildir.
Hiç bir mahlûk, asla yaratıcısını anlayamaz, kavrayamaz.
Peygamber efendimiz, (Allahü teâlânın yarattıklarını düşününüz,
Onun zatını düşünmeyiniz. Çünkü siz Onun kadrini takdir
edemez, Onu anlamaya güç yetiremezsiniz) buyuruyor. Bir başka
hadis-i şerifte de buyuruldu ki, (Allahü teâlâ, hatıra gelen her
şeyden uzaktır.) [C.Veremedi]
Aynı da, gayrı da değildir
Sual: Sıfatları Allah’ın aynı da, gayrı da değildir ne demektir?
CEVAP
Allahü teâlânın sıfatları, kendisi gibi ezeli ve ebedidir, yani
zatından ayrılmazlar. Eğer sıfatlar, Allahü teâlânın gayrıdır, yani
kendisinden ayrıdır, başkadır denirse; sonradan oldukları söylenmiş
yani ezeli oldukları inkâr edilmiş olur. Allahü teâlânın aynıdır, yani
kendisidir denirse de, sıfatların varlığı inkâr edilmiş olur.
Sıfatları saymak
Sual: Allah’ın sıfatlarını teker teker saymasını bilmeyene kâfir
denir mi?
CEVAP
Sıfatları sayamayıp ama anlamlarını bilirse kâfir olmaz. Mesela
Allahü teâlânın her şeyi yarattığını, her şeyi bildiğini, işittiğini,
gördüğünü v.s. bilen kimse Allah’ın sıfatlarını biliyor demektir.
Tekvin sıfatı
Sual: "Basar, sem' ..." gibi insanlarda da sınırlı olarak bulunan
sıfatları insanlar için kullanmak elbette caizdir. İnsanın görmesi,
Allah’ın ki gibi sınırsız değildir diye, hiç kimse "insanlar görebilir,
demek caiz değildir" diyemez. "Tekvin" de bu tür sıfatlardan biridir.
Tekvin, yaratmak demektir. Görmek sıfatını insanlar için
kullanabildiğimiz gibi, yaratmak kelimesini de "yeni bir şey, fikir
oluşturmak, keşfetmek, ortaya çıkarmak" manalarında insanlar için
kullanmak caiz midir?
CEVAP
Caiz değildir. Benzetme yanlıştır. Allahü teâlâ diridir, bilir, işitir,
görür, diler, güçlüdür, konuşur. Bu sıfatlarda insan sınırlı da olsa
ortaktır. Yani sınırlı da olsa, insan da diridir, bilir, işitir, görür, diler,
gücü vardır, konuşur. Fakat yaratma sıfatında ortaklık yoktur. Allah
her şeyi yaratır, fakat insan bir karıncayı, bir hücreyi bile yaratamaz.
Yaratmak, yoktan var etmektir. Maddeyi, elemanı yok iken var
etmektir. Yaratıcı, yalnız Allahü teâlâdır. Kur’an-ı kerimde mealen
buyuruluyor ki:
(Yaratmak Allah’a mahsustur.) [Araf 54]
(Her şeyi yaratan ancak Allah’tır.) [Rad 16]
Beka sıfatı
Sual: Öldükten sonra dirileceğimiz, imanımız var ise Cennete
gireceğimiz ve ebedi hayata geçeceğimiz Kur'anda bildirilmiştir. Bu
durumda Allah’ın Beka sıfatını taşıyor olmayacağız mı?
CEVAP
Ezeli ve ebedi olan yalnız Allah’tır. Diğer her şey fanidir, yani
ölümlüdür yani yok olucudur. Yok olucu olan bir şey, ezeli ve ebedi
olan Allah ile mukayese olur mu? O sıfatı insanlar nasıl taşır? Ama
Allah’ın kudretiyle bu iş devam edecektir. Ahiret beka yurdudur.
Yoksa Allah’ın sıfatını kazanmış olmuyoruz. Bizi ayakta tutacak olan
Odur. Yine kendiliğimizden durmayacağız. Devamlı sonsuza kadar
yaşamamız da yine Allahü teâlâya bağlıdır.
Kıyas edilemez
Sual: Hâlık mahlûk ile kıyas edilir mi? Mesela, (Allah,
insanlardan daha kuvvetli) denir mi?
CEVAP
Allahü teâlânın sıfat-ı zatiyyesi altı olup birisi de, muhalefetün lil
havadistir. Yani hiç bir şeyde, hiç bir bakımdan, hiç bir mahlûka
benzemez demektir. Allahü teâlânın insanlardan daha şefkatli, daha
kudretli olduğunu bildirmekte mahzur yoktur. Kur'an-ı kerimde
mealen buyuruluyor ki:
(Allah’ın eli, onların ellerinin fevkindedir.) [Fetih 10]
Yani, (Allahü teâlâ, hepinizden daha çok kudret ve kuvvet
sahibidir) demektir. Halbuki bütün insanların kuvveti, Cenab-ı
Hakkın kudreti yanında nedir ki? Allahü teâlâ, hiç bir mahlûkla kıyas
edilemeyen, sonsuz kudret sahibidir.
Buna benzer âyet-i kerimeler çoktur. Hazret-i Ömer’in rivayet
ettiği hadis-i şerif şöyle:
Esirler içinde, çocuğunu arayan bir kadın, onu bulunca, hemen
bağrına basıp emzirmeye başladı. Resulullah efendimiz bize
buyurdu ki:
- Şu kadın, çocuğunu hiç ateşe atar mı?
Eshab-ı kiram asla atmayacağını söyleyince, Peygamber
efendimiz buyurdu ki:
(Allahü teâlâ da, kullarına, bu kadının çocuğuna olan
şefkatinden elbette daha şefkatli, daha merhametlidir.) [Buhari]
Müşebbihe veya mücessime
Sual: Müşebbihe nasıl bir fırkadır?
CEVAP
Allahü teâlâyı bir cisim olarak kabul eden ve Ona insanlardaki
gibi uzuvlar isnat eden, Kur’andaki müteşabih âyetlere yanlış mana
verip, Allah’ın el, yüz gibi organlarının olduğunu iddia eden sapık
fırkadır.
Allahü teâlâyı başka varlıklara benzeten teşbih ve tecsim fikrini
ilk defa ortaya atan yahudi Abdullah ibni Sebe ile, hicri birinci asrın
sonunda ve ikinci asrın başlarında yaşayan Hişam bin Salim-el-
Cevaliki ve Hişam bin el-Hakem gibi kimselerdir.
Bu fikirleri hicri ikinci asır boyunca savunan sapıklar oldu. Bu
kimselere cevap veren imam-ı Malik hazretleri, bir defasında teşbih
fikrini savunanlara; “Sizi bid’atlerden ve bid’atçilerden sakındırırım”
buyurdu. “Bid’atçiler kimlerdir?” denilince, cevaben; “Bid’atçiler o
kimselerdir ki, Allahü teâlânın isimleri, sıfatları, kelamı, ilmi ve
kudreti konusunda söz ederler. Sahabenin ve iyilikte onlara tâbi
olanların sustuğu konularda sükut etmezler” buyurdu.
İmam-ı Zühri, imam-ı Sevri gibi Ehl-i sünnet âlimleri de, teşbih
ve tecsim fikrini savunanlara cevap vermişler, Müslümanları onlara
aldanmaktan sakındırmışlardır. Bu akım, üçüncü hicri asır boyunca
devam etti. İmam-ı Ahmed bin Hanbel ile Yahya bin Main, İshak bin
Raheveyh gibi Ehl-i sünnet âlimleri mücessime ve müşebbiheye ait
fikirleri reddedip mücadele yaptılar.
Bugün, kendilerine selefiyim diyenlerin aynı yolu tuttuğunu
görüyoruz. İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki:
Cehalet ve dalalet fırkaları, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatı
hakkında, Cenab-ı Hakkın münezzeh olduğu şeyleri Ona isnat
ediyorlar. Bu dalaletlerine de "Selefin yolu" diyerek selefi salihine,
[yani Eshab-ı kirama ve Tabiin-izama] iftira ediyorlar. Selefin
itikadını sana beyan edeyim. Yedullahtaki yed kelimesini el gibi
düşünmemelidir. Mesela "Falanca şehir, falanca valinin elinde"
denilince, o şehrin valinin elinin içinde değil, onun idaresi altında
olduğu anlaşılır. Bu bakımdan yedullah ifadesini Allah’ın kudreti
olarak anlamalıdır. (İlcam-ül-avam)
Yine, İmam-ı Gazali hazretlerinin bildirdiği gibi, diğer ifadeleri de
böyle açıklamak gerekir. Mesela (Zıllullah) ifadesine de "Allah’ın
gölgesi" demek doğru değildir. Bu husustaki hadis-i şerifi açıklarken,
(Kendisinden başka himaye edenin bulunmadığı bir günde Allahü
teâlâ, yedi sınıf insanı kendi himayesine alır) demelidir. Yoksa
"Kendi gölgesinde gölgelendirir" dememelidir. Çünkü bu ifadeden,
Cenab-ı Hakkın cisim olduğu gibi bir mana çıkaranlar olabilir. Nasıl
"Beytullah" yani "Allah’ın evi" kelimesini, hâşâ Allah’ın barındığı bir
ev olarak anlamıyorsak, hadis-i şeriflerde geçen "Yedullah",
"Zıllullah" kelimelerini de zahir manaları gibi anlamayıp, tevil
etmemiz gerekir. Bir bid’at ve dalalet olan selefiye sapıklığını
önlemek için, İslam âlimleri müteşabih âyet ve hadisleri tevil
etmişlerdir. Ancak bu tevil işinde haddi aşıp İslam âlimlerinin
bildirdiklerine uymayan mana verenler de sapıtmışlardır. İslam
âlimlerinin bildirdiklerine uymayan bütün kitaplar, muteber değildir.
Abdülaziz bin Baz ismindeki vehhabi bir yazar (Akidet-üssahiha)
kitabında, Ehl-i sünnet itikadındaki müslümanlara müşrik
yani kâfir damgasını vuruyor, her müslümanın "Necdi" yani vehhabi
olmasını istiyor.
İstiva, Yed, Vech gibi müteşabih kelimelere, oturmak, el yüz gibi
manalar vererek -hâşâ- Allahü teâlâyı cisim olarak bildiriyor.
Müşebbihe fırkası gibi inanıyor. (Üstadımız İbni Teymiye de böyle
söyledi) diyerek onun da Müşebbiheden olduğunu gizlemiyor.
Kitapta imam-ı Malik hazretlerinin hocasının (İstivanın keyfiyeti
bilinemez) dediğini yazıyor. Doğrusu da budur. Fakat Necdi hemen
birkaç satır sonra, (Allah göklerin üstünde bulunan Arş üzerinde
oturuyor) diyor. Keyfiyeti bilinmeyen şey üzerinde nasıl böyle kesin
konuşulur. Selef-i salihin denilen önceki âlimler, İstiva, Yed gibi
kelimeleri tevile lüzum görmezlerdi. Çünkü bu kelimelerin mahiyeti
bilinirdi. Mesela (İstanbul, valinin elindedir) denilince, bunun
açıklanması istenmez, herkes buradaki el kelimesinin hakiki el ile
ilgisi olmadığını bilirdi. (Allah Arşı istiva etti) denince de, Allah’ın
Arşa hükümran olduğunu anlarlardı. Fakat Müşebbihe denilen
bozuk fırka, (Allah’ın bizim gibi eli var. Allah Arşın üstünde oturur)
gibi manalar verince sonraki âlimler bu kelimeleri açıklamak zorunda
kalmışlardır. Kur’an-ı kerimde böyle tevil edilmesi gereken çok âyet-i
kerime vardır. Hakiki manası ile alınırsa acayip manalar ortaya
çıkar. Mesela Kur’an-ı kerimde (Köye sor) buyuruluyor. Köyden
maksat, köydeki insanlardır. Yine Kur’an-ı kerimde kâfirlerin sağır,
dilsiz ve kör olduğu bildiriliyor. (Bekara 18)
Kâfirler sağır, dilsiz ve kör değildir. Bunlara, hakikati
duymadıkları için sağır, hakkı söylemedikleri için dilsiz, doğru yolu,
gerçekleri göremedikleri için kör denilmiştir. Bilen için bunları izaha
lüzum yoktur. Eskiden de istiva, yed, vech gibi kelimeler tevil
edilmeden bilinirdi. Müşebbihe fırkası ve sonra necdiler, bu
kelimeleri hakiki manası ile alınca, hâşâ Allah’a mekan ittihaz etmiş
oldular. Onu cisim zannettiler. Necdi Abdülaziz Baz da, (Allah gökte
Arşın üstünde oturuyor) diyerek küfre giriyor. (S.8-10)
Allah’ın rahmeti ve gazabı
Sual: Ne kadar iyilik ederse etsin, kâfirin hiç sevap
alamayacağını biliyoruz. İyilikleri olan bir kâfir Müslüman olunca,
iyilikleri geçerli hâle gelir mi? Ateist iken, Müslüman olanın tevbesi
kabul olur mu?
CEVAP
Ateist, kâfir demektir. İmana gelen bir kâfir, imana gelmeden
önce yaptığı iyiliklerin karşılığına kavuşur. Hâkim bin Hazam, imana
gelince, (Önceki iyiliklerim ne oldu) diye sordu. Peygamber
efendimiz buyurdu ki:
(Önceki iyi işlerin makbul olmak üzere Müslüman oldun.)
[Buhari]
İman eden kâfirin, kâfir iken yaptığı iyilikler boşa gitmediği gibi,
yaptığı bütün günahları affolur, hatta sevaba çevrilir. Kur’an-ı
kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allahü teâlâ, kâfirken tevbe edip iman eden ve salih amel
işleyenlerin seyyiatını hasenata [günahlarını sevaplara] çevirir.
Allah çok affedici ve çok merhamet sahibidir.) [Furkan 70]
Kâfirin günahları sevaba çevrildiği gibi, Müslümanın günahları
da sevaba çevrilir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Rıza-i ilahi için Allah’ı ananların günahları sevaba çevrilir.)
[İ. Ahmed]
(Recep ayında dokuz gün oruç tutanın günahları sevaba
çevrilir.) [Gunye]
Allah bire yedi yüz verir
Allah rızası için yapılan iyiliklerin, sadakanın, zekâtın karşılığı,
verenin ihlâs derecesine göre, bire ondan bire yedi yüze kadar,
hatta daha fazla olur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Malını Allah yolunda harcayanın hali, her başağında yüz
tane bulunan yedi başaklı bir tohuma benzer. Allah dilediğine
daha fazla da verir.) [Bekara 261]
(Bir iyilik yapana on misli verilir; bir kötülük ise ancak misli
ile cezalandırılır; hiç kimseye haksızlık yapılmaz.) [Enam 160]
(Allah, [kötülüğün cezasını adaletle verir] zerre kadar haksızlık
etmez, zerre kadar iyiliğin sevabını da kat kat artırır ve ayrıca
büyük mükâfat verir.) [Nisa 40]
Hadis-i şeriflerde ise buyuruldu ki:
(Her iyilik için on mislinden yediyüze kadar sevap yazılır.
Her kötülük ise, bir misli yazılır. Allah onu affederse hiç
yazılmaz.) [Buhari, Müslim]
(Allah, dilerse, bir haseneyi [iyiliği] iki milyon hasene yapar.)
[İbni Cerir]
(Cihad edenin bir iyiliğine 700 misli sevap verilir.) [Bezzar]
(Hac için harcanan mala, 700 misli sevap verilir.) [Beyheki]
(Rabbiniz, rahimdir. Bir iyilik yapmak isteyip de
yapamayana, bir sevap yazar. Yapana on mislinden 700 misli
veya daha fazla sevap yazar. Kötülüğü isteyip de yapmayana
bir sevap, yapana ise bir günah yazar, dilerse onu affeder.)
[Taberani]
(Malını Allah yolunda harcayana, mükâfatı 700 misline
kadar artırılır. Oruç tutana verilecek sevabı, Allahü teâlâdan
başka kimse bilemez.) [Beyheki]
(Zilhiccenin ilk on günündeki amele 700 misline kadar
sevap verilir.) [Tergib]
(Zilhiccenin bir günü fazilette bin, Arefe günü ise onbin
güne eşittir.) [Beyheki]
(Arefe günü oruç tutana, Âdem aleyhisselamdan, Sura
üfürülünceye kadar yaşamış bütün insanların sayısının iki katı
kadar sevap yazılır.) [R. Nasıhin]
Allahü teâlânın rahmeti, ihsanı boldur. Zerre kadar bir iyiliğe dağ
kadar sevap verir. Mülk Onundur. Dilediğine dilediği kadar ihsan
eder.
Mekândan münezzehtir
Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir. Düşünülen her şey O
değildir. Hiçbir şeye benzemez. İnsanların kolay anlaması için
mecazi teşbihlerde bulunarak hadis-i kudsilerde buyuruyor ki:
(Ey Âdemoğlu, bana gelmek için ayağa kalkarsan, ben de
sana doğru yürürüm. Bana doğru yürürsen, ben de sana doğru
koşarım.) [İ. Ahmed]
(Sevdiğim kulumun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli,
yürüyen ayağı, konuşan dili olurum. İstediğini veririm.)
[Beyheki]
(Bana bir karış yaklaşana, ben bir arşın yaklaşırım. Bir arşın
yaklaşana, bir kulaç yaklaşırım. Yürüyerek gelene, koşarak
yaklaşırım.) [Buhari]
Demek ki, Allahü teâlâ, affetmek ve bol sevap vermek için, bir
vesile arıyor. Bir kere inanarak kelime-i şehadet söyleyene, bunu
muhafaza edip Müslüman olarak ölene sonsuz olarak Cennetini
veriyor. Kelime-i şehadet söyleyen kimse, haramlardan kaçmaz ve
ibadetleri yapmazsa, imanlı ölmesi çok zordur. İmansız ölen de
ebedi olarak Cehennemliktir. İmanlı ölen de, günahlarının cezasını
çektikten sonra Cennete girer. Yahut affa uğrayarak Cennete girer.
İmanlı ölmek için de, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riayet
etmek gerekir.
Mümin, orta yolda olmalıdır. Yani Allahü teâlânın rahmetinden
ümidini kesmemeli, azabından da emin olmamalıdır!
Rahmeti gazabını aşmıştır
Sual: İnsanların çoğu Müslüman değildir. Müslüman
olmayanların hepsi de Cehenneme gideceğine göre, Allah’ın
rahmetinin gazabını aştığı nasıl söylenebilir?
CEVAP
(Rahmetim gazabımı aştı) diye bizzat kendisi bildiriyor. İmam-ı
Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Kâfirlere Allahü teâlânın zatı [kendisi] düşmandır. Bütün putlar
ve bunlara tapanlar, Allahü teâlânın zatının düşmanlarıdır.
Cehennemde sonsuz azap, bu küfrün cezasıdır. Günahlar böyle
değildir. Bunlara, Allahü teâlânın düşmanlığı, zatından değil
sıfatlarındandır. Günahkârlara gazap etmesi, zatıyla değil gazap
sıfatıyladır. Bunlara azap etmesi hep sıfatları ve fiilleriyledir.
Günahkârlar, bunun için Cehennemde sonsuz kalmayacaktır. Allahü
teâlânın kâfirlere düşmanlığı zatından olduğu için, ahirette rahmet
sıfatı, zatın düşmanlığını ortadan kaldıramaz. Zatın düşmanlığı,
sıfatın acımasından daha kuvvetlidir. Sıfatla yapılan şey, zatın
yaptığını değiştiremez. Hadis-i kudside buyuruldu ki:
(Sabekat rahmeti alâ gadabî = Rahmetim gazabımı aştı.)
[Deylemi]
(Rahmet sıfatım, gazap sıfatımı aştı. Yani, müminlerin
günahkârlarına karşı olan, gazap sıfatımı aştı) demektir. Yoksa
(Rahmet sıfatı, kâfirlere karşı olan, zatın gazabını aşar) demek
değildir. (1/266)
Muhammed Masum Faruki hazretleri de aynı şeyi bildiriyor:
Allahü teâlânın kâfirlere düşmanlığı, zatındandır. Lat ve Uzza
gibi putlara ve bunlara tapanlara kendisi düşmandır. Cehennemde
sonsuz yanmak, bu çirkin işin cezasıdır. Günahlar böyle değildir;
çünkü Allahü teâlânın bunlara gazabı, zatından değildir. Gazabı
sıfatlarından, azabı fiillerindendir. Bunun için, günahların cezası
sonsuz olmadı. (3/55)
Allah intikam alır
Sual: (Allah intikam alır) demek caiz midir?
CEVAP
Allahü teâlânın intikam alması, suçluların cezalandırılması
demektir. Allahü teâlânın intikam alacağını söylemek caiz ve
gerekir. Herkesin ettiği kötülüklerin yanına kalmayacağını bildirmek
gerekir.
Allahü teâlânın 99 "Esma-i hüsna"sından biri de Müntekimdir.
İntikam alıcı demektir. Allahü teâlâ intikam sahibidir. (A.İmran 4,
Maide 95, İbrahim 47, Zümer 37)
Allahü teâlâ, intikam alacağız veya alırız buyuruyor. (Secde
22, Zuhruf 41, Duhan 16) ve intikam aldık da buyuruyor. (Araf 136,
Hicr 79, Zuhruf 25, 55)
Kur'an-ı kerimde ve din kitaplarında geçen (Allahü teâlânın
intikam alması), suçluyu cezalandırması demektir. Mazlumların
hakkını zalimlerden alacaktır. İnsanları Cehenneme sürükleyen
hainlerden intikam alacak, cezalandıracaktır. Dilediklerinden kendi
hakkını da alacaktır.
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Allahü teâlânın halk arasında evliyası, açlık ve susuzluk
ehlidir. Allahü teâlâ onlara eza edenden intikamını alır ve ona
Cenneti haram eder.) [İbni Neccar]
(Allah’tan korkun. Bir mümin, bir mümine zulmederse,
kıyamette Allahü teâlâ mutlaka mazlumun intikamını zalimden
alır.) [A.b.Hamid]
(Ana-babaya asi olan ve zalimle beraber gezen mücrimdir
[suçludur]. Allahü teâlâ buyurur ki, mücrimlerden mutlaka
intikam alırız.) [Taberani]
(Allahü teâlâ buyurur ki: İzzetim ve celalim hakkı için
zalimden intikam aldığım gibi, gücü yettiği halde, mazluma
yardım etmeyenden de intikam alırım.) [Hâkim]
Onun için hiçbir günahı küçük görmemeli; çünkü Allahü teâlâ,
intikam alıcıdır. İstediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez.
Gazabını günahlar içinde gizlemiştir. Küçük sanılan bir günah,
intikamına, gazabına sebep olabilir. Yüz bin yıl ibadet eden bir
kulunu, bir günah için, sonsuz olarak reddedebilir ve hiçbir şeyden
çekinmez. Bunu Kur'an-ı kerim bildiriyor ve iki yüz bin yıl itaat eden
şeytanın, kibirlenip secde etmediği için, ebedi melun olduğunu
haber veriyor. Hazret-i Âdem’in oğlunu, bir adam öldürdüğü için,
ebedi tard eyledi.
Hazret-i Musa zamanında, Belam bin Baura isimli bir zat, ism-i
a'zamı biliyordu. Her duası kabul olurdu. İlmi o derecede idi ki,
sözlerini yazmak için, ikibin kişi yanında bulunurdu. Bu Belam,
Allahü teâlânın bir haramına, meylettiği için, imansız gitti. (Onun
gibiler köpek gibidir) diye dillerde kaldı.
Karun, Hazret-i Musa’nın akrabası idi. Hazret-i Musa buna dua
etti, kimya ilmi öğretti. O kadar zengin olmuştu ki, yalnız
hazinelerinin anahtarlarını kırk katır taşırdı. Zekât vermediği için,
bütün malı ile birlikte, yer altına sokuldu.
Allahü teâlâ bunlar gibi daha nice kimselerden, bir günah
sebebi ile, böyle intikam almıştır. O halde, her mümin günah
işlemekten çok korkmalıdır. Ufak bir günah işlediğinde tevbe, istiğfar
etmelidir.
Yağmurların yağması, yıldırımların zarar vermesi, depremler,
her ne kadar tabiat kanunu denilen olaylar içinde cereyan ediyorsa
da, bunların asıl yaratıcısı Allahü teâlâdır; çünkü imanın altı
şartından biri de hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmaktır. Şair
ne demiş:
Cümle eşya Hâlıkındır, kul eliyle işlenir,
Emr-i Bari olmayınca, sanma bir çöp deprenir!
Trafik kazası olsa, birisi birini öldürse, bunları yaratan yine
Allahü teâlâdır. O kişinin veya o kişilerin ölümüne o şeyleri sebep
kılmıştır. Yine şair diyor ki:
Hak intikamını yine kul eli ile alır,
Ledün ilmini bilmeyen, bunu kul yaptı sanır.
Allah dünyada da ceza verir
Sual: Bir arkadaşın iddiası şöyle: (Allah kullarını yaptıklarıyla
cezalandıran konumundan münezzehtir. O cezalandırıcı değil,
rahmet edicidir, yoksa hangimiz bir saniye göz açabiliriz.) Allah
dünyada insanları cezalandırmaz mı, sadece öldükten sonra mı
cezalandırır?
CEVAP
Elbette dünyada da cezalandırır ve cezalandırdığı da Kur’an-ı
kerimde bildiriliyor. Azap âyetleri, rahmet âyetlerinden daha çoktur.
Kâfirler, Hazret-i Nuh’a (Madem Allah cezalandırıyor, haydi bizi
cezalandırsın) demişlerdir. (Hud 32) Daha sonraki âyetlerde ise,
inananların gemiye alındığı, inanmayanları ise Allahü teâlânın suda
boğduğu bildiriliyor.
Allahü teâlâ ibret olsun diye birçok milletleri cezalandırıp helak
ettiğini bildirmiştir. Bu konudaki bazı âyet-i kerime mealleri:
(O kâfirleri dünyada da, ahirette de en şiddetli azap ile
cezalandıracağım.) [Al-i İmran 56]
(Kendilerine yapılan öğütleri unutunca, biz kötülükten men
edenleri kurtardık ve zalimleri, Allah'a karşı gelmelerinden
ötürü şiddetli azaba uğrattık.) [Araf 165]
(Melekler dediler: Ey Lut, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar
sana dokunamaz. Gece ailenle yola çık. Azap emrimiz gelince
oranın altını üstüne getirdik; üzerlerine taş yağdırdık.) [Hud
81,82]
(Onlara kendilerinden öncekilerin, Nuh, Ad ve Semud
kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olan
şehirlerin haberi ulaşmadı mı?) [Tevbe 70]
(Seni yalancı sayıyorlarsa bil ki, onlardan önce Nuh milleti,
Ad, Semud, İbrahim milleti, Lut milleti ve Medyen halkı da
peygamberlerini yalancı saymış ve Musa da yalanlanmıştı. Ama
Ben, kâfirlere önce bir süre tanıdım, sonra da onları
yakalayıverdim. Beni tanımamak nasılmış görsünler. Nice
beldelerin halkını haksızlık yaparken yok ettik. Artık çatıları
çökmüş, kuyuları yıkık, sarayları bomboş kalmıştır.) [Hac 42-45]
(Ad’ı, Semud’u, Res halkını ve daha birçok kâfirleri yerle bir
ettik.) [Furkan 38]
(Eyke halkı ve Tübba kavmi de, resullerini yalanladılar da,
azabım gerçekleşti.) [Kaf 14]
(Önce Ad milletini, Semud milletini yok eden, pek azgın
olan Nuh kavmini helâk eden, Lut milletinin beldelerini yere
batıran Odur.) [Necm 50-53]
(Rabbin onları azap kırbacından geçirdi. Çünkü Rabbin hep
gözetlemededir.) [Fecr 13-14]
(Cumartesi günü [balık avından men edilmişken] içinizden [bu
emri çiğneyerek] azgınlık edenleri biliyorsunuz. Onlara “Aşağılık
birer maymun olun” dedik; [Maymuna çevrilenler üç gün sonra
öldü] Bu olayı önündekilere [o zamankilere] ve ardındakilere
[sonra geleceklere] ibret verici bir ceza örneği ve Allah’a karşı
gelmekten sakınanlara bir ders olsun diye yaptık.) [Bekara
65,66]
(Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklık ve ürün
kıtlığına uğrattık.) [Araf 130]
Diğer peygamberlere inanmayanlar dünyada çeşitli belaya
maruz kaldıkları halde, Peygamber efendimizin rahmet olması
sebebiyle, cezalar genelde ahirete tehir edilmiştir. Onun hürmetine
bu ümmete dünyada hemen ceza verilmiyor. Bir âyet meali şöyledir:
(Sen aralarında bulundukça, o kâfirlere azap etmem.) [Enfal
33]
Kâfirler Resulullah ile alay ederek, (Rabbine söyle de, bize
çabuk azap göndersin) diyorlardı.
Allahü teâlâ, kâfirlerden müminler dünyaya getirmeyi ezelde
takdir buyurduğu için, (O kâfirlere azap etmem) buyurdu. Enfal
suresinin, (İstiğfar ettikleri için Allah onlara azap yapmaz)
mealindeki 33. âyeti için, (onlardan, istiğfar edecek olan çocuklar
dünyaya geleceği için, onlara azap etmem demek) olduğunu,
âlimler bildiriyor. Bu ümmet seçilmiştir. Bir âyet meali:
(Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz.) [Al-i İmran 110]
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Allahü teâlâdan gafil olmayın. Huşulu gençler, rüku eden
ihtiyarlar, otlayan hayvanlar, emzikteki çocuklar olmasaydı,
üzerinize azap üstüne azap yağardı.) [Beyheki, Taberani]
(Ümmetim, merhamete kavuşmuştur, onlara ahirette azap
yoktur. Dünyadaki depremler, belalar, fitneler günahlarına
kefaret olur.) [Hâkim]
(Allahü teâlâ, bir ümmeti [müstahak oldukları] azaba
uğratmamışsa, gıda maddeleri pahalanır, ömürleri kısalır,
tüccarları ticaret edemez, yağmurları azalır ve başlarına şerli
kimseler musallat olur.) [Deylemi]
(Allahü teâlâ özel bir kesimin kötü ameli yüzünden genel bir
azap vermez. Şayet toplum, gücü yettiği halde, özel kesime
aldırmaz ise, hepsine azap eder.) [Taberani]
(Depremler olur. 10, 20 veya 30 bin kişi ölür. Allahü teâlâ bu
ölümü müminlere rahmet, kâfirlere ise azap kılar.) [İ.Asakir]
Peygamber efendimiz, (Ümmetimde günahlar zuhur
ettiğinde, Allahü teâlâ onlara genel bir azap verir) buyurunca, “O
zaman onların içinde salihler olmaz mı?” diye soruldu. Buyurdu
ki:
(Evet olur. Azap herkese isabet eder. Fakat salihler Allahü
teâlânın affına ve rızasına kavuşur.) [İ. Ahmed]
(Allahü teâlâ, kullara bela murat ettiğinde, çocuklar ölür.
Kadınlar doğurmaz ve içlerinde rahmete şayan biri yoksa,
başlarına bela gelir.) [Şirazi]
(Müminin kendine, çocuğuna ve malına, hiç günahı
kalmayıncaya kadar bela gelir, bu Allah’a mülaki oluncaya
[ölünceye] kadar devam eder.) [Tirmizi]
(Kul, ameliyle kendisine takdir edilen mertebeye
ulaşamıyorsa, Allahü teâlâ ona, ailesine veya malına bela verir
ve o belalara sabretmeyi de verir ki ezelde onun için takdir
ettiği dereceye nail olsun.) [Buhari]
(Şüphe edilen altın, ateşle muayene edildiği gibi, insan da
bela ile imtihan olur.) [Taberani]
Bela günahsız olanlara da gelir. Allah indinde derecesi daha
yüksek olana daha çok, daha şiddetli bela gelir. Bir hadis-i şerif
meali şöyledir:
(En şiddetli belaya düçar olanlar, Peygamberler, sonra
fazilet derecesine göre onları takip edenlerdir. Kişi dindarlığı
derecesinde belaya düçar olur. Eğer kişi dininde kuvvetli ise
onun belası da şiddetli olur. Eğer dini gevşek ise belası da ona
göre olur. Bela, kula öyle yapışır ki, günahı kaldığı müddetçe
onu bırakmaz.) [Tirmizi]
Allah’ın azabı şiddetlidir
Sual: Bazı kimseler, hırsızların, hainlerin, ırz düşmanlarının,
hatta gayrimüslimlerin bile affa kavuşacağını bildirip, azap
âyetlerinden hiç bahsetmiyorlar. Allah’ın azabından bahsetmek
yanlış mı?
CEVAP
İslamiyet, ifrat ve tefritten [aşırılıklardan] uzak bir dindir. Allah’ın
rahmetini de azabını da bildirmek gerekir. Çünkü Allahü teâlâ
Kur’an-ı kerimde kendi bildiriyor. Bunu gizlemek, örtbas etmek
ihanet olur.
Ahirette kâfire af ve merhametin zerresi yoktur. Ebedi azap
içinde kalacaklardır. Cennete girme şartı Müslüman olmaktır.
Müslüman da havf ve reca arasında olmalıdır. Havf, Allah’tan
korkmak, reca da Allah’ın rahmetini ümit etmek demektir. Hadis-i
şerifte buyuruldu ki:
(Havf ve reca arasındaki mümin, umduğuna kavuşur,
korktuğundan emin olur.) [Tirmizi]
Hep Allah’ın azabından bahsedip insanları korkutmak doğru
olmadığı gibi, hep Allah’ın rahmetinden bahsedip azabından hiç
bahsetmemek de Kur’an-ı kerime aykırıdır. Mümin yaşarken havfı,
ölürken recası daha fazla olmalıdır! Allahü teâlânın rahmeti çoktur.
Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Kötülük edip, nefsine zulmeden, mağfiret dilerse, Allah’ı
gafururrahim bulur.) [Nisa 110]
İki hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Hak teâlâ buyurdu: Kulun günahı göklere kadar yükselse,
tevbe ederse affederim.) [Tirmizi]
(Allahü teâlâ, kullarına bu kadının çocuğuna olan
merhametinden daha merhametlidir.) [Buhari]
Allahü teâlânın rahmeti böyle çok olduğu gibi azabı da
şiddetlidir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Elbette azabım çok şiddetlidir.) [İbrahim 7]
(Allah’ın kahrı da pek şiddetlidir.) [Nisa 84]
(Allah’a ve Resulüne itaat edip Allah’tan korkup sakınanlar,
kurtuluşa erenlerdir.) [Nur 52]
(İşlediklerinin cezası olarak, artık az gülüp, çok ağlasınlar.)
[Tevbe 82]
(Kullarıma haber ver! Gafururrahim olduğum gibi, azabım
da çok şiddetlidir.) [Hicr 49-50]
(O gün gerçek hükümranlık Rahmanındır. Kâfirler için de
pek çetin gündür.) [Furkan 26]
(Rablerinin huzuruna çıkacaklarından kalbleri korku ile
çarpar) [Müminun 60]
Bu âyette bildirilenlerin hırsız mı, zani mi olduğu sorulunca,
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Bunlar, namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerini yerine
getirdikleri halde “acaba ibadetlerimiz kabul olmadı mı” diye
korkan kimselerdir.) [Tirmizi]
Allah kerimdir diyerek günah işlemek
Sual: Bazı kimseler, Allah kerim diyerek günah işliyorlar. Bu
yanlış değil mi?
CEVAP
Şeyh Yahya Müniri hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, kerim, rahim olduğu gibi, azabı da şiddetlidir. Bu
dünyada, çoklarına fakirlik ve sıkıntı veriyor. Çok kerim ve rezzak
olduğu halde, çiftçilik sıkıntısı çekmeyene mahsul vermiyor. Herkesi
yaşatan O olduğu halde, yiyip içmeyen kimseyi yaşatmıyor, ilaç
kullanmayan hastaya şifa vermiyor.
Yaşamak ve mal sahibi olabilmek gibi dünya nimetlerinin hepsi
için sebepler yaratmış, sebebine yapışmayana hiç acımayıp dünya
nimetlerinden mahrum bırakmıştır. Ahiret nimetlerine kavuşmak da
böyledir. Kâfirliği ve cahilliği, ruhu öldüren zehir yapmıştır. Tembellik
de, ruhu hasta yapar. İlaç kullanılmazsa, ruh hastalanır, ölür. Küfrün
ve cahilliğin tek ilacı, ilimdir. Tembelliğin ilacı da, namaz kılmaktır.
Bir kimse, zehir yer ve (Allah rahimdir, rahmeti her şeyi kuşatmıştır,
beni korur) derse, hastalanır, ölür. İshal olan müshil içerse, şeker
hastası tatlı yerse, hastalık artar.
Gayret-i ilahiyye
Sual: Gayret-i ilahiyye ne demektir? Gayret kıskançlıksa, Allah
kıskanç olur mu?
CEVAP
Gayret, hasetten, kıskançlıktan, çekememekten farklıdır.
Gayret, bir kimsede olan hakkına, onun başkasını ortak etmesini
istememektir. Mesela, bir kimsenin, hanımıyla başkalarının beraber
olmasını istememesi, gayrettir.
İlmini, mal, mevki ele geçirmek, günah işlemek için kullanan din
adamından, ilmin gitmesini istemek gayret olur. Malını haramda,
zulümde, İslamiyet’i yıkmakta, bid’atleri ve günahları yaymakta
kullananın, malının yok olmasını istemek de, haset olmaz, din
gayreti olur. Birisinde bulunan kötü, zararlı şeyin gitmesini istemeye
de gayret denir. Bir hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ, mümin kullarına, mümin de, mümine gayret
eder.) [Müslim]
Allahü teâlânın gayret etmesi, kulunun kötü, çirkin şey
yapmasına razı olmaması demektir. Kulun vazifesi, dilediğini
yapmak değil, Rabbine kulluk etmektir. Onun emirlerine ve
yasaklarına uymaktır. Her dilediğini yapmak, Allahü teâlâya
mahsustur, yalnız Onun hakkıdır. Kendi dilediğini yapması, günah
işlemesi, zina etmesi Allahü teâlânın hakkına ortak olmak olur. İki
hadis-i şerif meali:
(Kulunun zinasına gazaplanmakta Allah’tan gayretlisi
yoktur.) [Buhari]
(Allahü teâlâ, gayretinin çokluğundan dolayı zinayı
yasakladı.) [Buhari]
Namusu için gayret etmek kıskançlık değil, takdir edilecek bir
hâldir. Bir hadis-i şerif meali:
(Namus gayreti imandandır.) [Deylemi]
Allahü teâlânın bazı kullarına gayret etmesi çok vaki olmuştur.
Birkaç örnek verelim:
1- Davud aleyhisselam, dua ederken, (Yâ Rabbi! Evlatlarımdan
birkaçının namaz kılmadığı hiçbir gece yoktur ve oruç tutmadığı
hiçbir gün geçmemiştir) demişti. Buna karşılık Allahü teâlâ, (Ben
dilemeseydim, kuvvet ve imkân vermeseydim, bunların hiçbiri
yapılamazdı) buyurdu. Davud aleyhisselamın bu sözü gayret-i
ilahiyyeye dokundu, birçok sıkıntıların başına gelmesine sebep oldu.
2- Yusuf aleyhisselamın, (Sultanın yanında benim ismimi
söyle!) demesi gayret-i ilahiyyeye dokunarak, senelerce zindanda
kalmasına sebep oldu.
3- İbrahim aleyhisselamın, oğlu İsmail aleyhisselamın dünyaya
gelmesine sevinmesi, gayret-i ilahiyyeye dokunarak, bunu kurban
etmesi emrolundu.
4- Bir hadis-i şerifte, (Önceki ümmetlerde, kibirli birinin
eteklerini yerde sürüyerek yürümesi gayret-i ilahiyyeye
dokunarak yer bunu yuttu) buyurulmuştur. (Berika)
5- İmam-ı Rabbani hazretlerinin büyüklüğüne inanmayanlardan
biri, onun bir talebesini yemeğe davet etti. Yemekte, İmam-ı
Rabbani hazretlerini kötüledi. Talebenin canı çok sıkılıp yemekten
kalkacağı sırada, gayret-i ilahiyyeden o kişinin azaları felç oldu. (M.
Ahmediyye)
Allah’ın huzuruna durmak
Sual: Felsefeci bir yazar, (Namazda Allah’ın huzuruna
çıkıyorum diyen müşrik olur, çünkü her an Allah’ın huzurundayız.
Allah’ın huzuruna çıkmak tabiri şirktir. Miracı kabul etmek, Allah’a
mekân tayin etmek olur ki, bu da şirktir) diyor. Ahirette de Allah’ın
huzuruna çıkmayacak mıyız? Mirac hak değil mi? Bu hususta âyet
ve hadis yok mudur?
CEVAP
Felsefeciler de, diğer sapık gruplar gibi Müslümanları şirkle
damgalamaya çalışıyorlar. Müslümana müşrik diyenin kendisi küfre
düşer. Allah’ın huzurundan maksat, manevi huzuruna çıkmaktır.
Madde, cisim olarak çıkmak değildir. Kur’an-ı kerimde Allahü teâlâ,
(Ben kuluma şah damarından daha yakınım) buyuruyor. (Kaf 16)
Peygamber efendimiz de, (Kulun Allah’a en yakın olduğu an,
secdede olduğu zamandır) buyuruyor. (Müslim, Taberani)
Bunlar da huzura çıkmak gibi manevi yakınlıktır.
Allahü teâlâ, Musa aleyhisselam ile Tur dağında konuşmuştur.
Tur dağı Allah’ın mekânı mıdır? Elbette değildir. Cennete giren
müminler de Allahü teâlâyı nasıl olduğu anlaşılmayarak görecektir.
Cennet de Allahü teâlânın mekânı değildir. Allahü teâlâ mekândan
münezzehtir. Mutezile ve bazı felsefeciler, Cennete giren
müminlerin, Allahü teâlâyı göreceklerini de inkâr etmiştir. Nakli değil
de, aklını ölçü alan böyle sapıklara itibar etmemelidir!
Allah’ın huzuruna çıkmak tabiri Peygamber efendimizin birçok
hadis-i şerifinde geçmektedir. Birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Güzelce abdest alıp, kalbiyle Allah’ın huzuruna çıkarak, iki
rekât namaz kılan hiçbir kimse yoktur ki, ona Cennet vacib
olmasın.) [Ebu Davud
(Allahü teâlâ şöyle buyurur: Benim huzurumda durmaktan
korkan kullarıma, rahmet ederim, sevablarını veririm ve
korktuklarından da emin ederim.) [Deylemi]
(İnsanların şiddetli hüsrana uğrayanı, dünyadan azıksız
ayrılıp Allahü teâlânın huzuruna iyi amelsiz çıkan kimsedir.) [İ.
Neccar]
(Bir Müslüman, “Lâ ilâhe illallah” dediği zaman, o tevhid
gökleri yarıp geçer ve Allah’ın huzurunda durur. Cenab-ı Hak
ona, “Sakin ol” buyurur. O tevhid, “Beni söyleyen kulu mağfiret
etmedikçe sakin olamam” der. Allahü teâlâ da, “Sen o kulumun
dilinden çıktığın anda, ben onu affettim” buyurur.) [Deylemi]
(Kim ki Allahü teâlânın huzuruna varmayı severse, Allah da
onun kendi huzuruna gelmesinden hoşlanır. Kim de Allah’ın
huzuruna varmayı istemezse, Allah da onun kendi huzuruna
gelmesini istemez.) [Buhari]
(İnsanlar, kıyamette Allah’ın huzurunda, Cuma günü camiye
gidiş sıralarına göre, birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü olarak
sırayla otururlar. ) [Taberani]
(Cennet ehli Allah’ın huzuruna iki defa girer. Allah onlara
Kur’an okur.) [Hakîm]
(Öldükten sonra bizi dirilten ve mahşerde huzurunda
toplayacak olan Allah’a hamdolsun.) [Buhari, Müslim, Tirmizi, İbni
Mace]
(Ödememek niyetiyle borçlanan, Allah’ın huzuruna hırsız
olarak çıkar.) [İ. Mace, İ.Ahmed]
(Borcunu ödemek için mal bırakmadan ölen kimse, Allah'ın
huzuruna en büyük günahla çıkmış olur.) [Ebu Davud]
(Babanın duası, hiçbir engelle karşılaşmadan Allah’ın
huzuruna çıkar.) [İ. Mace]
Uzun zaman Resulullah efendimize hizmetle şereflenen Enes
bin Malik, kendisi ile beraber bir sakal-ı şerifin defnolunmasını
vasiyet etti. Allahü teâlânın huzuruna sakal-ı şerifle birlikte çıkmak
istedi. (Buhari)
İmam-ı Şâfiî hazretleri, (Kulun Allah’ın huzuruna büyük
günahlarla çıkması, kendisini saptıran kelam ilmiyle
çıkmasından daha hayırlıdır) buyuruyor. (Redd-ül muhtar)
Allah’ın huzuruna veya katına çıkma tabirinin mekân tayin
etmekle hiç alakası yoktur. Ahirette de Allah’ın mekânı olmaz, ama
mahşerde ve Cennette de huzura çıkacağız. Kendi tercüme ve
yorumları denmemesi için, kasten piyasadaki Kur’an-ı kerim
meallerinden örnek veriyoruz. Birkaç âyet-i kerime meali şöyledir:
(Huzuruna toplanacağınız Allah’tan korkun!) [Maide 96,
Diyanet meali]
(Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman, onları bir
görsen!) [Enam 30, H. B. Çantay meali]
(Allah’ın huzuruna çıkmayı yalan sayanlar, gerçekten en
büyük ziyana uğramıştır.) [Enam 31, H. B. Çantay meali]
(Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye
çağırdığı zaman icabet edin! Allah’ın kişiyle kalbi arasına
girdiğini ve sonunda O’nun katında toplanacağınızı bilin.) [Enfal
24, Diyanet meali]
(Allah’ın huzuruna çıkacaklarına inanmamış ve doğru yolu
tutmamış olanlar, hiç şüphesiz en büyük ziyana uğramış
olacaklar.) [Yunus 45, Elmalı meali]
(Allah’tan korkun ki, [âhirette] O’nun huzurunda
toplanacaksınız.) [Mücadele 9, A. Fikri Yavuz meali]
Görüldüğü gibi Kur’an-ı kerimde de, hadis-i şeriflerde de,
Allah'ın huzuruna çıkmak tabiri kullanılıyor. Bu felsefeci ise, kendi
anlayışını âyet ve hadisten üstün tutup, kendi felsefesini esas
alarak, Müslümanlara müşrik damgası basıyor.

Allah ismi
Sual: Allah ismi de, Esma-i hüsna’dan mıdır, bu ismin anlamı
nedir?
CEVAP
Evet, Allah ism-i şerifi, Esma-i hüsna’nın yani Allahü teâlânın
isimlerinin birincisidir.
Bu ism-i şerif, Allahü teâlânın her isminin vasfını ihtiva eden öz
ismidir. Cenab-ı Hakk’ın has ismidir. Bu itibarla diğer isimlerin ifade
ettiği bütün güzel vasıfları ve ilâhî sıfatları içine alır. Diğer isimler
ise, yalnız kendi mânâlarına delâlet ederler. Bu bakımdan Allah
isminin yerini hiçbir isim tutamaz. Bu isim, Allah’tan başkasına
mecazen de olsa verilemez. Diğer isimlerinden bazılarının ise,
Allah’tan başkasına isim olarak verilmesi caizdir.
Allahü teâlânın 99 ismine Esma-i hüsna denir. Onun isimleri,
İslamiyet’in bildirmesine bağlıdır. Sadece İslamiyet’in bildirdiği
isimlerle çağrılır ve onlarla zikredilir. Bunlardan başka isimlerle
çağırmaya ve zikretmeye, İslamiyet izin vermemiştir. (Birgivi
vasiyetnamesi şerhi)
Allahü teâlâya Tanrı demek, Tanrı diye zikretmek günah olur.
Allah ismini kullanmak istemeyip, bunun yerine, Tanrı demek veya
99 isimden birini bile kullanmak istemek, çok büyük ve çirkin suç
olur. (S. Ebediyye) Yani, Allah ismini kasten kullanmak istemeyip
de, başka bir isim kullanmak caiz değildir. Mesela Allah ismini
söylememek için, kasten Rab, Rahman, Hak gibi isimleri bile
söylenmez. Yani burada suç olan, Allah ismini kullanmayı
istememektir. Allah ismini kullanmamakta ısrar edip, Esma-i
hüsna’daki diğer isimleri kullanmak suçtur. Yoksa Allah ismini
kullanırken, Esma-i hüsnayı da, kullanmakta mahzur yoktur.
Allahü teâlânın ismini söyleyince, işitince, yazınca,
Sübhanallah, Tebarekallah, Celle-celalüh, Azze-ismüh, Cellet
kudretüh veya Teâlâ gibi saygı sözlerinden birini söylemek,
yazmak birincisinde vacib, tekrarında ise müstehabdır. C.C. diye
kısaltarak yazmak zaten uygun değildir.
Rahman ve Rahîm isimleri
Sual: Allahü teâlânın Rahman ve Rahîm isimlerinin anlamı
nedir?
CEVAP
Rahman ism-i şerifi, dünyada, dost olsun düşman olsun, layık
olsun olmasın, mümin olsun kâfir olsun, bütün yaratıklara rızık ve
sayısız nimetler veren demektir. Rahîm ism-i şerifi ise, ahirette
yalnız Müslümanlara merhamet eden demektir. Bir âyet-i kerime
meali:
(Ey günahı çok olan kullarım, Allah’ın rahmetinden
ümidinizi kesmeyin! Allah günahların hepsini affeder. O,
Gafûr’dur, Rahîm’dir.) [Zümer 53]
Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyada müminlere ve kâfirlere,
herkese birlikte ulaştığı ve herkesin çalışmasına, iyiliklerine dünyada
karşılığını verdiği hâlde, ahirette kâfirlere merhametin zerresi bile
yoktur. (S. Ebediyye)
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
İnsan ve cin şeytanları, (Allahü teâlâ Rahîm’dir, affeder) diyerek
insanı günah işlemeye sürükler. İyi bilmeli ki, bu dünya imtihan
yeridir. Bunun için, burada dostlarla düşmanları karıştırmışlar,
hepsine merhamet etmişlerdir. Kıyamette, düşmanları, dostlardan
ayıracaklardır. O gün, yalnız dostlara merhamet olunacak,
düşmanlara hiç acınmayacaktır. Evet, Müslümanların zerre kadar
imanı olanların hepsi sonunda, hattâ çok zaman Cehennemde
kaldıktan sonra bile, merhamete kavuşacaktır, fakat rahmete
kavuşabilmek için, ölürken imanla gitmek şarttır. Hâlbuki günahları
işlemekle kalb kararınca ve Allahü teâlânın emirlerine, haramlara
önem verilmeyince, son nefeste iman nuru, sönmeden nasıl
geçebilir? (Küçük günaha devam etmek, büyük günaha sebep
olur. Büyük günaha devam etmek de, insanı kâfir olmaya
sürükler) buyuruluyor. (1/96)
El-Melik ismi
Sual: Esma-i hüsnadan olan El-Melik isminin mânâsı nedir?
CEVAP
Mülkün, kâinatın sahibi, mülk ve saltanatı devamlı olan
demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah’tan başka ilah yoktur. O Melik’tir, mülkü hiç yok
olmaz.) [Haşr 23]
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İnsanların kullandığı, övündükleri mallar, mülkler, gerçekte
onların değil, hepsi Allahü teâlânındır. Bizim bunlara el uzatmamız,
karışmamız, gerçekte zulümdür. Allahü teâlâ, bu dünyanın düzeni
için ve bazı faydalara yol açması için, bunları bize mülk kılmışsa da,
gerçekte hepsi Onundur. O halde, bizim bunları, asıl sahibinin
mubah ettiği, izin verdiği kadar kullanmamız yerinde olur. (1/266)
Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki:
Her şeyin gerçek mâliki yani sahibi Odur; fakat görünüşte kendi
kullarından her kimi bir şeye malik eylediyse, o, bunlardan hesaba
çekilecektir. (2/53)
Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri de buyuruyor ki:
Hepimiz, eşi, ortağı bulunmayan bir hâkim ve başlı başına bir
mâlik olan Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve ortak vazifeler
alan, birer memuruz. Onun koyduğu ahkâm ve nizamla, Onun tayin
ettiği mevkilerimiz ve yaratıp emanet olarak verdiği yetki nispetinde
vazife yaparız. Âmir ancak O, hâkim yalnız O, mâlik yine sadece
Odur. Ondan başka âmir, Ona benzer hâkim, Ona ortak mâlik
yoktur. (Bir üniversiteliye cevap)
El-Kuddüs ismi
Sual: Esma-i hüsnadan olan El-Kuddüs isminin mânâsı nedir?
CEVAP
Her türlü takdîse, övmeye, yüceltmeye lâyık olan; azamet ve
celâline, büyüklüğüne lâyık olmayan, noksanlık getiren şeylerden,
his organlarının anladığı, hayal gücünün hayal ettiği, hatıra gelen ve
düşünülebilen her türlü vasıftan ve özellikten münezzeh, pak ve
temiz olan demektir. Bir âyet-i kerimede mealen, (Allah'tan başka
ilah yoktur. O Melik'tir, Kuddüs'tür) buyuruluyor. (Haşr 23)
İmam-ı Kurtubi hazretleri buyuruyor ki: El-Kuddüs ism-i şerifi,
(Her türlü eksiklikten münezzeh, her türlü kusurdan arınmış)
demektir. El-Kades, Hicaz şivesinde kova demektir, onunla
temizlenilir. Kuyudan kendisiyle su çıkarılan kaplardan birisini ifade
etmek üzere kullanılan kelime de, buradan gelmektedir. Süheylî de,
İsa aleyhisselamın dünyaya gelmesi için Hazret-i Meryem'e yapılan
üflemenin, her türlü eksiklikten uzak, El-Kuddüs olan Allahü
teâlânın emriyle, Ruh-ül-kuds yani Cebrail aleyhisselam tarafından
yapıldığını bildirmiştir. (Cami'u li-Ahkâm)
Es-Selâm ismi
Sual: Esma-i hüsnadan olan Es-Selâm isminin mânâsı nedir?
CEVAP
Es-Selâm ismi, eksikliklerden uzak olan demektir. Birkaç âyet-i
kerime meali şöyledir:
(O gün Cennetlikler, gerçekten nimetler içinde safa
sürerler. Onlar ve eşleri, gölgeler altında tahtlara kurulurlar.
Orada onlar için her çeşit meyve vardır. Bütün arzuları yerine
getirilir. Onlara merhametli Rabb’in söylediği “Selam” vardır.)
[Yasin 55–58]
(Allah, kullarını Dar-üs-selam’a [Cennete] çağırıyor. O,
dilediğini doğru yola iletir.) [Yunus 25]
İmam-ı Kurtubi hazretleri, bu âyet-i kerimelerin tefsirinde
buyuruyor ki:
Âlimler, Es-Selâm isminin, (Eksikliklerden uzak, kullarına
esenlik veren) anlamına geldiğini bildirmiştir. Bu isim aynı zamanda
(Selâm sahibi) anlamındadır. Yani Allahü teâlâ, Cennette kullarına
selam verecektir.
Dar-üs-selam yani Selam yurdu da, Cennet demektir.
Cennete, selam yurdu denmesinin sebebi, oraya girenin her türlü
âfet ve musibetten selamete ermesinden dolayıdır. Nitekim Es-
Selâm, Allahü teâlânın isimlerindendir. (Câmi’ul ahkâm)
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Allahü teâlâya kavuşmak, âhirette vaat edilmiştir ve Allahü
teâlânın kulundan rızası, ahirette belli olacaktır. Hak teâlâ, dünyayı
sevmez, âhireti sever. Sevilmeyen, sevilen ile hiçbir şeyde bir
tutulamaz, çünkü sevilmeyenden yüz çevrilir, beğenilene dönülür.
Beğenilenden yüz çevirmek, Allahü teâlânın davet etmesine ve
beğenmesine karşı gelmektir. (Allahü teâlâ, Dar-üs-selama
çağırıyor)
El-Mü’min ismi
Sual: Esma-i hüsnadan olan El-Mü’min isminin mânâsı nedir?
CEVAP
Mümin kelime olarak, inanan demektir. Bu mânâ kullar içindir.
Allah için olan mânâ, gönüllere iman veren, kendisine güvenenlere
emniyet sağlayan ve ferahlık bahşeden demektir. Mümin ismi, kulun
en seçkin ve en şümullü ismidir. Cenab-ı Hak kulunu o kadar
seviyor ki, kendine mahsus olan ismi kuluna vermiştir. Tam
anlamıyla müminlik sıfatlarını taşıyan insan için, dünyada ve âhirette
sıkıntı yoktur. Sırat köprüsünden geçerken, Cehennem seslenerek,
(Geç ey mümin, senin nûrun, benim nârımı söndürüyor)
diyecek. Müminin derecesi bu kadar yüksek olacaktır. (Mecmuat-ülahzâb)
İmam-ı Kurtubi hazretleri buyuruyor ki:
El-Mü’min ismi, dostlarını azaptan, kullarını zulümden emin
kılan demektir. Kur'an-ı kerimde mealen, (Allah onları korkudan
emin kılandır) buyurmuştur. (Kureyş 5)
Bu ismin bir mânâsı da, Resullerine mucizeler vermek suretiyle
onları tasdik eden, müminlere vaat ettiği mükâfatı, kâfirlere de tehdit
ettiği azabı vermek suretiyle, vaat ve tehdidini doğru olarak
gerçekleştiren demektir.
İmam-ı Mücahid buyurdu ki:
El-Mü’min, kendi zatını, kendisinden başka hiçbir ilah
olmadığını bildirerek tevhid edendir.
İbni Abbas hazretleri de buyurdu ki:
El-Mü’min, kıyamette tevhid ehlini ateşten çıkaracak olan
demektir. Allahü teâlâ onlara, (Sizler Müslümanlarsınız, ben de
es-Selâm’ım. Sizler müminlersiniz, ben de el-Mü’min’im)
buyuracak ve bu iki ismin bereketiyle onları Cehennem ateşinden
çıkartacaktır. (Cami-ul-ahkâm)
El-Azîz ismi
Sual: Esma-i Hüsna’dan olan El-Azîz isminin mânâsı nedir?
CEVAP
Azîz, (Her zaman izzet ve şeref sâhibi, galip, benzeri olmayan,
karşı gelinemeyen) demektir.
Kur’an-ı kerimde 91 yerde geçmektedir, fakat hiçbir yerde tek
başına zikredilmemiş, daima Esma-i Hüsna’dan diğer bir isimle
beraber söylenmiştir. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Bilin ki, Allah Azîz’dir, Hakîm’dir [hikmet sâhibidir].) [Bekara
209]
Rahman, Kuddus, Müheymin ve Hâlık gibi yalnız Allahü
teâlâya mahsus olan isimleri insanlara isim yapmak haramdır.
Reşid, Azîz gibi, Allahü teâlânın sıfatları olan isimleri, mecaz
mânâlarıyla insanlar için de kullanmak caiz ise de, edebe yakışmaz.
(Müslim şerhi, Hadika, S. Ebediyye)
El-Müheymin ismi
Sual: Esma-i hüsnadan olan El-Müheymin isminin mânâsı
nedir?
CEVAP
Her mahlûkun ömrünü, amelini, rızkını, ecelini, nefeslerini,
sözlerini bilen, gören, onların bütün hâllerinden haberdar olan
demektir. Allahü teâlânın ismi olarak Kur’an-ı kerimde bir yerde
geçmektedir. O âyet-i kerimenin meali:
(Allah’tan başka ilah yoktur. O, Melik’tir, Kuddûs’tür,
Selâm’dır, Mü’min’dir, Müheymin’dir, Azîz’dir, Cebbâr’dır,
Mütekebbir’dir. O, müşriklerin şirkinden de münezzehtir.) [Haşr
23]
Abdülganî Nablüsî hazretleri, (Müheymin yalnız Allahü teâlâya
mahsus isimlerden olup, bunu insanlara isim olarak koymak
haramdır) buyuruyor. (Hadika)
Ahsen-ül-hâlıkîn ne demek?
Sual: Kur’an-ı kerimdeki (Ahsen-ül-hâlıkîn) ifadesine istinaden,
bazı kimseler, insanlar için yaratmak, yaratıcı tabirini kullanıyorlar.
Böyle kullanmak uygun mudur?
CEVAP
Kur'an-ı kerimde geçen (Ahsen-ül hâlıkîn) ne demektir?
Sözlüğe bakılırsa, Yaratıcıların en güzeli demek olduğu, birçok
yaratıcı bulunduğu zannedilir. Piyasadaki Kur’an tercümeleri de
bundan pek farklı sayılmaz. Onun için sözlükten, Kur'an
tercümesinden din öğrenilmez. Muteber tefsirlere, akaid ve fıkıh
kitaplarına bakmak gerekir.
İmam-ı birgivi, Vasiyetnamesinde, (Bir kimse, rızık Allah’tandır;
fakat, kulun da hareket etmesi gerekir dese, kâfir olur) diyor. Bursalı
İsmail Hakkı hazretleri de, Huccet-ül-baliga’da (Hâlık, yalnız Allahü
teâlâdır. İnsana yaratıcı demek ilhaddır) diyor. [İlhad, dinden çıkmak
demektir.]
Allahü teâlânın, hiçbir işinde, ortağı yoktur. Her varlığın
yaratıcısı yalnız Odur. Yaratmak, yoktan var etmektir. Maddeyi,
elemanı yok iken var etmek ve var ettikten sonra, başka bir varlığa
çevirmek de yaratmaktır. Mesela, insanı, nutfeden, cinleri ateşten
yarattığını bildiren âyet-i kerimeler böyle olduğunu bildirmektedir.
(Rahman 15, Müminun 12-14)
Hâlık kelimesinin birkaç manası vardır. Esma-i hüsnadan olan
Hâlık, yoktan yaratan anlamına gelir. Bu kelimenin şekil veren
anlamı da vardır. Bu bakımdan insanlar için yaratıcı tabiri
kullanılmaz. Beydavi tefsirinin Şeyhzade haşiyesinde buyuruluyor ki:
Ahsen-ül-hâlıkîn, takdir edenlerin [tasvir edenlerin, şekil
verenlerin, suret verenlerin, düzene koyanların yeni tabirle dizayn
edenlerin] en güzeli, en iyisi demektir. Çünkü halketmenin hakiki
manası, ihtira, inşa ve ibdadır. Bu kelime yani hâlık, bu âyet-i
kerimede takdir eden manasında kullanılmıştır. Çünkü ihtira
manasındaki halketmek, Allahü teâlâdan başkası için düşünülmez
ki, Allah onların en güzeli densin. (C.4/68)
Hâlık-ul-hâlıkîn = Hâlıkların hâlıkı, şekil verenlerin şekil vereni
anlamında kullanılsa da uygun olmaz. Çünkü Allah’ın isimleri
tevkifidir, yani dinin bildirdiği isimler söylenir. Herkes bir tabir
uyduramaz. İnsanlar için yaratıcı tabiri kullanılmaz. Allah’tan başka
yaratıcı yoktur.
İnsanlara, yarattı yaratıcı demek asla caiz değildir. Allah’tan
başkasına, her ne maksatla olursa olsun, yaratıcı demek küfürdür.
Yaratıcı, yalnız Allahü teâlâdır. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen
buyuruluyor ki:
(Gökleri ve yeri yoktan yaratan Odur. Her şeyi O
yaratmıştır.) [Enam 101]
(Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, benzerlerini de yaratmaya
kadir olduğunu düşünmezler mi?) [İsra 99]
(Her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah’tır. Ondan başka
ilah yoktur. Nasıl aldatılıp döndürülürsünüz?) [Mümin 62]
Cenab-ı Hak, tek yaratıcı kendisi olduğunu ve başka yaratıcı,
başka ortak bulunmadığını bildirirken, yaratıcının çok olduğu nasıl
söylenebilir?
En güzel şekilde yarattık
Sual: Ateist bir genç, (Kur’anda, biz insanı en güzel şekilde
kusursuz yarattık deniyor. Sakat doğanlar olduğuna göre demek ki
Kur’an yalan yazıyor) diyor. O âyetin doğru tercümesi nasıldır?
CEVAP
Allahü teâlânın yaratması iki türlüdür. Birincisi, (OL) der hemen
o şey oluverir. İkincisi ise sebeplerle yaratır. Bu ikisinin arasındaki
farkı elbette ateist bilemez. Her ikisini de Allahü teâlâ yarattığı halde
bunlar farklı şeylerdir. Çocuk olması için ana ve babayı sebep
kılmıştır. Ama Hazret-i İsa’yı babasız, Hazret-i Âdem’i ise hem
anasız, hem de babasız yaratmıştır. Mucize ve kerametlerde
sebepler ortadan kaldırılabilir. Allahü teâlâ, çok şeyi de sebeplerle
yaratmaktadır. Mesela rızkı Allah verir, ama çalışmayı sebep
kılmıştır. Çalışmadan rızık bekleyen açlıktan ölebilir. Hastalıklara
şifayı veren de Allahü teâlâdır. Ancak doktoru, ilacı sebep kılmıştır.
Doktora gitmeyen, tedaviyi ilacı kabul etmeyen hastalıktan ölebilir.
Alkol ve zararlı ilaçlar almak, röntgen ışınlarının etkisinde kalmak
veya yakın akraba ile evlenmek, iyi beslenememek gibi sebeplerle
doğan çocuk kör de, sakat da olabilir. Sebeplerle yaratmak âdetidir.
Bu ön bilgiden sonra sualin cevabına geçelim:
Ateist genç, önyargılı olarak okuyor, inançsız olarak okuyor,
yanlış tercümelerden okuyor, yanlış anlıyor. Suçu da Kur’an-ı
kerime buluyor. Âyetin açıklamasından önce tercümesine bakalım:
(Biz insanı ahsen-i takvim üzere [en güzel surette, yani boylu
boslu, sureti güzel, organların yeri, sayısı, en iyi kullanmaya müsait
tarzda, kâinatın bütün özelliklerini içine alacak şekilde] yarattık.)
[Tin 4 Beydavi]
Ahsen-i takvim = en güzel suret ne demektir? Kurtubi
tefsirinde diyor ki:
Allahü teâlâ kâinatta büyük âlemde yarattığı her şeyinden küçük
âlem olan insanda da örneğini yaratmıştır. Bu âyet buna işaret
etmektedir.
Bir âyet meali de şöyledir:
(Gerçeklere inananlar için, yeryüzünde [dağlarda, denizlerde,
ağaçlarda, bitkilerde, madenlerde, hayvanlarda, Cenab-ı Hakkın
mutlak kudretine, iradesine, rahmetine delalet eden] ve kendi
vücudunuzda [Yaratılışınızın başlangıcından sonuna kadar ve
insanı hayret içinde bırakan organların ve salgı bezlerinin
işleyişinde] Allah'ın varlığına nice deliller vardır; bunları görmez
misiniz? [Görüp de bununla bir yaratıcısının bulunduğunu
anlamıyor musunuz?]) [Zariyat 20,21]
İnsanın duygu organları, ışık saçan gezegenler gibidir. Kulak ve
göz idrak edilebilenleri anlamakta, Güneş ve Ay yerindedir. İnsanın
uzuvları çürüdüğünde toprağa karışır, Su, bedende bulunan kan ve
rutubettir. Hava, ruh ve nefesidir. Ateşi safrasıdır. Damarları
ırmaklar gibidir. Irmaklara kaynak derecesinde olan karaciğer pınar
gibidir. Çünkü damarlar karaciğerden beslenir. Aynı zamanda deniz
gibidir. Çünkü bedenin bütün damarları oraya bağlıdır. Irmakların
denize dökülmesi gibidir. Kemikleri dağlara benzer. Dağlar, yerin
direkleridir, uzuvlar ağaç gibidir. Nasıl ki ağacın yaprakları ve
meyveleri varsa, her uzvun da bir işi ve eseri vardır. Vücuttaki kıllar,
yeryüzündeki otlar gibidir. İnsan diliyle her türlü hayvanın ve diğer
yaratıkların seslerini çıkarabilir. İşte koca kâinatta bulunan her şeyin
bir örneği küçük âlem denilen insanda bulunur. (Kurtubi 4/95)
Demek ki, küçük âlem olan insan, kâinattaki varlıklara
benzemektedir. Bu bakımdan en güzel surette yaratıldığı
bildirilmiştir. Doğarken her uzvu sağlam doğuyor denmiyor. Hilkat
garibesi olarak ne sakatlar doğabiliyor. Bu da yine Allahü teâlânın
kudretini göstermektedir.
Sual: Tin suresinde, insanın ahsen-i takvîm üzere yani en
güzel şekilde yaratıldığı bildiriliyor. Kâfir olan insanlar da olduğuna
göre, kâfire niye güzel deniyor?
CEVAP
Kâfire güzel denmiyor. İnsan, diğer mahlûklara, hayvanlara göre
daha mükemmel yaratılmıştır. Hayvanlara verilmeyen akıl ve
konuşma kabiliyeti, insanlara verilmiştir. Organlar birbirine uygun
şekilde yaratılmıştır. Vücutta ne fazla, ne eksik organ var. Mesela üç
kol olsa fazla olur, üç bacak olsa fazla olur, tek kol ve tek bacak olsa
eksik olurdu.
Buradaki uygunluk ve güzellik, şeklî güzelliktir, imanlı veya
imansız olmakla ilgisi yoktur. Her çocuk günahsız doğar, sonra ya
mümin veya kâfir olur. Günahsız doğan bir Hristiyan’ın kızı, büyüyüp
dünya güzeli olsa, ona çirkin denmez. Kâfir, inanç yönünden
çirkindir.
Çok güzel bir bıçak yapılsa, o bıçakla insan öldürülse, bıçak
yine aynı bıçaktır, zararlı işte kullanılmıştır. Günahsız doğup dünya
güzeli olan kız da, kâfirliği seçmişse, yanlış iş yapmış olur. Sonsuz
azaba maruz kalır.
O âyet-i kerimedeki ahsen-i takvîm ifadesi şöyle açıklanmıştır:
Biz insanı ahsen-i takvim üzere yarattık demek, en güzel
surette, boylu boslu, sureti güzel, organların yeri, sayısı, en iyi
kullanmaya müsait tarzda, kâinatın bütün özelliklerini içine alacak
şekilde yarattık demektir. (Beydavi)
Ebu Bekir bin Tahir, (Akılla süslü, ilâhi emri yerine getirebilen,
ayırt etme gücü olan bir varlık olarak yaratılmıştır) demiştir. İbni
Arabî de, (Allahü teâlânın insandan daha güzel bir mahlûku yoktur.
Allah, onu canlı, bilgi, kudret, irade sahibi, konuşan, işiten, gören,
işini çekip çeviren ve hikmetli bir şekilde davranan bir varlık olarak
yaratmıştır. Bütün bunlar ise yüce Rabbin sıfatlarıdır) demiştir. Kimi
âlimler de, (İnsan küçük evrendir. Zira yaratılmışlarda bulunan her
ne varsa, onda toplanıp bir araya getirilmiştir) demişlerdir. (Kurtubi)
İşte bu kadar güzel yaratılıp akılla da süslenen insan, Rabbini
inkâr eder, yaratılış gayesini unutursa, o zaman çok aşağı dereceye
düşmüş, hatta hayvanlardan bile aşağı olmuş olur.
Kadına yaratıcı demek
Sual: Mevlana ve Kadın konulu bir panelde konuşan bayan bir
ilahiyatçı, (Mevlana, “Kadın, sadece sevgili değil, sanki Hâlıktır,
mahlûk değil” sözüyle meseleye son noktayı koymuştur. Kadın,
Allah'ın yaratıcı kudretinden vasıflar taşımaktadır) diyor. Hazret-i
Mevlana, (Kadın mahlûk değil, Hâlık’tır) demiş midir? Kadına
yaratıcılık vasfı verilir mi?
CEVAP
Bir ilahiyatçının böyle söyleyeceğine asla ihtimal vermiyoruz.
Yanlış duyulmuş olabilir. Ne hazret-i Mevlana, ne de başka İslam
âlimi hâşâ (Kadın mahlûk değil, Hâlıktır) dememiştir, demelerine de
imkân yoktur. Çünkü böyle söylemek küfürdür. Bunu Müslüman
söylerse kâfir olur. Yaratmak iki türlüdür:
1- Hiç yoktan var etmek: Mesela yerleri, gökleri; göklerdeki
gezegenleri, yıldızları, ayı, güneşi, suyu, havayı, dağları, denizleri,
madenleri, atomları, elektronları, molekülleri ve hareketlerini yani
yoktan var edilen her şeyi Allahü teâlâ yaratmıştır. (Enam 101)
Mucize, keramet, sihir de yoktan yaratmaktır. Allahü teâlâ, bir
şeyi yaratmak istediği zaman ona (OL) der, hemen o var olur.
(Yasin 82)
2- Yarattığı bir şeyden, başka bir şey yaratmak: Öğeleri,
oksitleri, asitleri, bazları, tuzları birbiri ile birleştirerek, parçalayarak
milyonlarla organik ve inorganik cisimler meydana getirmek suretiyle
yaratmak. Bugün bilinen 105 basit cisim [element = eleman] yoktu.
Bunların hepsini sonradan var etti. Yaratıcı, yalnız Allahü teâlâdır.
İki âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Yaratmak Allah’a mahsustur.) [Araf 54]
(Yaratıcı ancak Rabbindir.) [Hicr 86]
Allahü teâlâ diridir, bilir, işitir, görür, diler, güçlüdür, konuşur. Bu
sıfatlardan, sınırlı da olsa, insanlara da ihsan etmiştir. Yani sınırlı da
olsa, insan diridir, bilir, işitir, görür, diler, gücü vardır, konuşur, fakat
yaratma sıfatında ortaklık yoktur. Allah her şeyi yaratır, fakat insan
bir karıncayı, bir buğday tanesini veya bir hücreyi bile yaratamaz. İki
hadis-i şerif meali şöyledir:
(Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Benim yarattığım gibi bir şey
yapmaya kalkandan daha zalim kim vardır? Haydi, bir habbe,
bir zerre veya bir arpa yaratsınlar.”) [Buhari, Müslim]
(Allah, her sanatkârın ve sanatının yaratıcısıdır.) [Buhari]
Demek ki, sanatkârın yaptığı şeyleri yaratan da Allah’tır.
Yaratmak, Allahü teâlâya mahsustur. İcat etmek de yoktan
yaratmaktır. Bilim adamları, yoktan bir şey meydana getiremezler,
sadece Allahü teâlânın yarattığı mevcut şeyleri, yine Allah’ın
koyduğu fizik, kimya ve biyoloji kanunları ile bir araya getirerek yeni
şeyler bulurlar. Buna da yaratmak veya icat etmek denmez,
keşfetmek, bulmak denir.
Hazret-i Mevlana sözlerinin değiştirileceğini kerametiyle anlamış
ve bunun için de kitaplarını nazım şeklinde, yani şiir olarak
yazmıştır. Böylece kimsenin değiştirmesine fırsat vermemiştir. Buna
rağmen, bu zata böyle asılsız isnatlar, iftiralar yapılıyor. Çalgı çaldığı
iftirası da yapılıyordu. Şimdi de, kadına Hâlık dediği iftirası yapılıyor.
Böyle şeylere aldanmamalıdır.
Sebeple yaratmak
Sual: İmamı- Rabbani hazretleri, ikinci cildin 62. mektubunda,
(Allahü teâlâ, birçok düzen ve fayda için, her şeyi sebeple
yaratmaktadır. Eğer, her şeyi sebepsiz olarak, hemen
yaratsaydı, âlemde nizam, düzen kalmaz, karmakarışık olurdu)
buyuruyor. Bu ifade örneklerle biraz açıklanabilir mi?
CEVAP
Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, her şeyi sebeplerle
yaratmaktadır. Böylece, madde âlemine ve sosyal hayata düzen
vermektedir. Sebepsiz yaratsaydı, âlemdeki bu nizam, bu düzen
olmazdı. Mikroplar hastalığa, bulutlar yağmura, güneş hayata,
katalizörler birçok kimya reaksiyonlarının hızlanmasına ve
hayvanlar, bitkisel maddelerin et, süt, bal hâline gelmelerine,
yapraklar organik maddelerin sentezine sebep oldukları gibi,
insanlar da, uçak, otomobil, ilaç, elektrik motorlarının ve daha nice
şeylerin yapılmasına sebep olmaktadır. Bütün bu sebeplere kuvvet,
tesir veren Allahü teâlâdır. İnsanlara fazla olarak akıl ve irade de
vermiştir. Sebeplere, vasıtalara yaratıcı denmez. (S. Ebediyye)
Canlı cansız bütün varlıkların bir düzen içinde olduklarını
görüyoruz. Her maddenin yapısında, her olayda, her reaksiyonda,
hiç değişmeyen nizam, matematik bağlantılar olduğunu öğreniyoruz.
Bu düzenleri, bağlantıları, fizik, kimya, astronomi ve biyoloji
kanunları diye isimlendiriyoruz. Bu değişmez düzenden
faydalanarak, sanayii, fabrikalar kuruyor, ilaçlar yapıyor, aya gidiyor,
yıldızlarla, atomlarla bağlantı kuruyoruz. Radyolar, televizyonlar,
bilgisayarlar ve internet siteleri yapıyoruz. Mahlûklarda, bu düzen
olmasaydı, her şey rastgele olsaydı, bunların hiçbirini yapamazdık.
Her şey çarpışır, bozulur, felaketler olurdu. Her şey yok olurdu.
Varlıkların düzenli, bağlantılı, kanunlu olmaları, bunların
kendiliklerinden, rastgele var olmadıklarını, her şeyin bilgili, kudretli,
gören, işiten, dilediğini yapan bir varlık tarafından var edildiklerini
göstermektedir. O, dilediklerini var etmekte ve yok etmektedir. Her
şeyi var etmeye ve yok etmeye, başka şeyleri sebep yapmıştır.
Sebepsiz yaratsaydı, varlıkların birbiri arasında bu düzen olmazdı.
Her şey karma karışık olurdu. Onun varlığı da belli olmazdı. Hem
de, fen, medeniyet hâsıl olamazdı. (İ. Ahlakı)
Allahü teâlâ varlıkları sebeplerle yaratmasaydı, dünyada hiç
düzen olmazdı. Mesela yer çekimi kanunu yaratmasaydı, hiçbir şey
yerde duramaz, hepsi havada uçardı. Rabbimiz, suya kaldırma
kuvveti vermeseydi, gemiler, balıklar yüzemezdi. Biyoloji kanunlarını
yaratmasaydı, çocuk olmazdı. Kimya kanunlarını yaratmasaydı
ilaçlar olmazdı, ineğin yediği ot, et ve süt hâline gelmezdi, arı bal
yapamazdı. Bunlar gibi daha yüzlerce, binlerce örnek verilebilir.
Depremi kim yapıyor?
Sual: Bir ateist, (Yağmurların karların yağması, tsunami,
deprem gibi bütün doğa olayları kendiliğinden meydana gelir.
Depremi Allah'ın yaptığını söylemek yanlıştır) diyor. Kâinat başıboş
mudur, tesadüfen bir olay olur mu?
CEVAP
Dünyanın dönüşü, eğimi, yaz ve kışların meydana gelmesi,
yağmurun ve karın yağması hep bir plan dâhilinde meydana
gelmektedir. Dünyanın dönüşünde, yavaşlanma, hızlanma veya
eğilme gibi bir olay, yıldırımın çarpması, yangınların çıkması, selde,
denizde boğulmalar, trafik kazaları, Allah dileyip yaratmadıkça
olmaz. Deprem kuşakları, faylar, yer altındaki soğuk ve sıcak sular,
madenler, petrol, rastgele değil, bir plan dâhilinde yerleştirilmiştir.
Her olay, kaza ve kaderle meydana gelir. Kanseri ve diğer
hastalıkları meydana getiren, her ilaca şifa tesirini veren de,
vermeyen de, Allah’tır.
Her şeyi sebeplerle yaratmak, Allahü teâlânın âdetidir. Böylece,
madde âlemine ve sosyal hayata düzen vermektedir. Sebepsiz
yaratsaydı, âlemdeki bu düzen olmazdı. Bütün bu sebeplere kuvvet,
tesir veren Allahü teâlâdır. Elektrik, ısı, mekanik, ışık ve kimya
enerjilerini ve tepkimeleri hâsıl eden çeşitli kuvvet şekillerini sebep
olarak yaratmıştır. Bu sebepleri, cisimleri yaratmasına vasıta kıldığı
gibi, insan aklını, insan gücünü de, kendi yaratmasına vasıta
kılmıştır. Meselâ, kömürün, 500 derece üstüne, yani tutuşma
sıcaklığına kadar ısınarak yanma olayının başlamasına, kibritin alevi
sebep olmaktaysa da, kömürün oksitlenmesini, yanmasını yaratan
Odur. Kibrit, yanma olayının yaratıcısı değildir. Ne kendinin, ne de
kullandığı şeylerin birçok inceliklerinden haberi olmayan bir
vasıtaya, bir sebebe yaratıcı denilir mi? Yaratıcı, bunların en ufağını,
en incesini, hepsini bilen, hepsini yapandır ki, bu da ancak Allahü
teâlâdır. Sebeplere, vasıtalara yaratıcı denmez. (S. Ebediyye)
İşte her şey gibi, depremler de, fay kuşakları da sebeplerle
yaratılır. Kader demek, kişinin işleyeceği işleri, başına neler
gelecekse Allahü teâlânın bilmesi ve Levh-i mahfuza yazması
demektir. Mesela şu günahları, şu sevabları veya şu işleri işleyecek
ve şu sebeplerle ölecek diye yazılıdır. Depremden mi ölecek, trafik
kazasından mı ölecek, hastalanarak mı ölecek, denizde mi
boğulacak, uçaktan mı düşecek, nasıl ölecekse hepsi yazılıdır.
Zamanı gelince bunlar oluyor. Trafik kazasının da sebepleri vardır.
İçkili araç kullanmıştır veya çok hızlı kullanmıştır yahut yavaş
giderken birisi gelip arkadan vurmuştur. Araçtaki günahkâr da
günahsız da ölür. Deprem de böyledir. Birisi çeşitli günahlar
işlemiştir. O kişi deprem bölgesine yerleşir. Günahları sebebiyle
depremde ölür. Deprem bölgesindeki günahsızlar da, çocuklar da
ölür. Onlar da şehid olur, sonsuz Cennet nimetlerine kavuşurlar.
Fay hatları, diğer olaylar, buna sebep olurlar. Ateistler sebepleri
yaratan yaratıcıyı görmedikleri, tanımadıkları için, her şey kendi
kendine oluyor zannediyorlar. Hâlbuki o sebepleri yaratan da, o
sebeplere iş yapma gücünü veren ve yaptıkları her işi yaratan da
sadece Allahü teâlâdır. Yarasa güneşi göremiyorsa, güneş yok
denemez.
Cümle eşya Hâlıkındır, kul eliyle işlenir.
Emr-i Bari olmayınca, sanma bir çöp deprenir.
Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Sizi de, işlerinizi de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]
Bu âfetlerin hepsi genelde günahlarımızın karşılığıdır. Bir âyet-i
kerime meali:
(Başınıza gelen bir bela, kendi ellerinizle işledikleriniz
yüzündendir. [Bununla beraber] Allah çoğunu affeder.) [Şura 30]
Demek ki bela, günahlarımız yüzünden gönderiliyor. Zulüm ve
zina depremlere sebep olur buyurmuşlardır. Beş hadis-i şerif meali
de şöyledir:
(Zina yayılınca depremler ve kargaşa çoğalır.) [Deylemi]
(Zina ve faizin yaygınlaştığı toplum, azabı hak etmiş olur.)
[Hâkim]
(Zekât verilmezse yağmurlar yağmaz olur.) [Beyheki]
(Günahlar açıktan işlenince, iyi kötü herkes genel bir azaba
maruz kalır.) [Taberani]
(Eski milletlerden bir kısmına depremle azap yapıldı. İyiler
de helak oldu. Çünkü günah işlenirken susmuşlar,
önlememişlerdi.) [Taberani]
Günahı olmadan bu belalara maruz kalıp ölenler zaten şehiddir,
en büyük mükâfatı almış olurlar. Ölmeyenler de, bu çektikleri
sıkıntılara karşılık âhirette çok büyük nimetlere kavuşurlar. Bunlara
verilen sevabların büyüklüğünü görenler, (Keşke bizim de dünyada
vücutlarımız makaslarla doğransaydı da, biz de böyle büyük
nimetlere kavuşsaydık) derler, deprem altında kaldıklarına veya
başka belalara uğradıklarına çok sevinirler. Günahkâr olanların da,
çektikleri her sıkıntı günahlarına kefaret olur. Özetle depremlerin
olması kâfirler için bir ceza, suçsuzlar için bir mükâfattır.
Kâinatın idaresi
Sual: Allahü teâlâ, kâinatın idaresini kutup denilen kimselere
nasıl bırakır?
CEVAP
(Nasıl bırakır) sözü çok yanlıştır, sanki kendisi hiç karışmıyor
gibi anlaşılır. Her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâdır. Bütün işleri idare
eden Odur. Her işi sebeplerle yaratmak âdetidir. Dilerse, mucize ve
kerametlerde olduğu gibi sebepsiz de yaratır.
Ol demekle her şey olduğu hâlde, (Niye böyle sebeplerle
yaratıyor?) demeye kimsenin hakkı yoktur. Birkaç örnek verelim:
Naziat suresinin, (İşleri tedbir eden, yöneten melekler…)
mealindeki beşinci âyeti açıklanırken şu hadis-i şerif bildiriliyor:
(Dünya işlerini dört melek idare eder: Cebrail, Mikail, İsrafil
ve ölüm meleği Azrail.) [Kurtubi]
Dört büyük meleğin vazifeleri şöyledir:
1- Cebrail aleyhisselamın vazifesi, Peygamberlere vahiy
getirmek, emir ve yasakları bildirmektir. Dileseydi, Cebrail
aleyhisselama bildirdiği gibi peygamberlerine de direkt bildirirdi.
Cebrail aleyhisselamı bu işle vazifelendirmiştir. Niye böyle yaptığını
bilemeyiz.
2- İsrafil aleyhisselam Sur’a iki defa üfürecektir. Birincisinde,
Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde, hepsi tekrar
dirilecektir. Bu işi de Cebrail aleyhisselama verebilirdi yahut hiç
kimseye vermez, Ol demekle olurdu.
3- Mikail aleyhisselama, yağmur, kar, rüzgâr gibi hava olayları,
ekonomik nizamı, yani ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak,
ferahlık ve huzur getirmek ve her maddeyi hareket ettirmek
vazifesini vermiştir. Bunu da Cebrail aleyhisselama verir yahut hiç
kimseye vermez, Ol demekle bu işler rahatça olurdu.
4- Azrail aleyhisselamı insanların ruhunu almakla
vazifelendirmiştir. Eceli gelenleri öldüren Allah’tır, ama bu işi Azrail
aleyhisselam yapıyor. Çocukları yaratan da O. Ama ana babayı
sebep kılıyor. Ana babasız da yaratırdı elbette.
Kâinatı da idare eden Allahü teâlâdır. Yukarıda açıklandığı gibi
bir kısmını melekler vasıtasıyla yapıyor. Kutup denilen evliya zatlara
da görev vererek sebeplerle idare ediyor.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Kutb-i irşad, kayyum-i âlemdir. Herkese rüşd ve iman, bunun
vasıtasıyla gelir. (3/3)
Kutb-i ebdal yani kutb-i medar âlemde, dünyada her şeyin var
olması ve varlıkta durabilmesi için feyz gelmesine vasıta olur. Kutb-i
irşad ise, âlemin irşadı ve hidayeti için feyzlerin gelmesine vasıta
olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin,
belaların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette
olması, kutb-i ebdalin feyzleriyle olur. İman sahibi olmak, hidayete
kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tevbe etmek ise, kutb-i
irşadın feyzleriyle olur. Her zamanda, her asırda kutb-i ebdalin
bulunması lazımdır. Hiçbir zaman, bunsuz olamaz, çünkü âlem
bununla nizam bulur. (Mearif-i ledünniyye)
Süper sapık bir mezhepsiz, âyet-i kerimeleri anlayamadığı için
bunu kabul edemiyor. (Allah idareyi kimseye vermez) diyor. Süper
mezhepsiz, aşağıdaki iki âyet-i kerimeyi ileri sürerek Azrail
aleyhisselamın canları almadığını söylüyor:
(Dirilten ve öldüren yalnız Odur.) [Yunus 56]
(Ölüm zamanında insanı, Allah öldürüyor.) [Zümer 42]
Peki, şu iki âyet-i kerimeyi inkâr mı ediyor:
(Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor.)
[Secde 11]
(Âdem aleyhisselamın oğlu, kardeşini öldürdü.) [Maide 30]
Demek ki, öldüren ve dirilten Allahü teâlâ olduğu hâlde, bu işleri
sebeplerle, vekillerle yapıyor.
Kutb-i irşada da hidayete vesile olma yetkisini vermesi böyledir.
Allah sevgisi ve Allah korkusu
Allah sevgisi nedir?
Sual: Sevgi nedir, Allah sevgisi nedir?
CEVAP
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
Sevgi, gönlün zevk aldığı şeye meyletmesi demektir. Bu meylin
kuvvetlisine aşk denir.
Sevginin deyim anlamı ise şöyledir:
Sevgi, hiçbir karşılık beklemeden sevgiliye [Allahü teâlâya] tâbi
olmak, Ona itaat etmek, Onun her işini güzel, her eziyetini, her
iyilikten daha tatlı görmek ve Onun dostlarını dost, düşmanlarını
düşman bilmek, kısacası Onun rızası için yaşamaktır.
Sevgi, sevgilinin dostlarını sevmeyi, düşmanlarına düşmanlık
etmeyi gerektirir. Bu sevgi ve düşmanlık, sadık olan âşıkların elinde
ve iradesinde değildir. Çalışmaksı__________zın, zahmet çekmeksizin
kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları güzel görünür ve
düşmanları çirkin ve fena görünür. Dünyanın güzel görünüşlerine
kapılanlara hâsıl olan sevgi de, bunu gerektiriyor. Seven, sevgilisinin
düşmanlarından kesilmedikçe, sözünün eri sayılmaz.
İki zıt şey sevilmez
Sevgi, sevgilinin her şeyini sevmeyi gerektirir. Ona yakından
uzaktan ilgili olan her şeyi sevgili kılar. Bunun için, "Sevgilinin
kapısındaki köpek, sevenin kalbinde, diğer köpeklerden üstündür ve
ayrı bir yer tutar" demişlerdir.
Şeyh-ül-İslam Abdullah-i Ensari hazretleri buyuruyor ki:
(Biri, çok sevdiğim bir zatı incitmişti. O andan beri, kalbimde ona
karşı soğukluk duyuyorum.) Büyüklerin, (Sevdiğini incitene darılmaz,
gücenmez isen, köpek senden daha iyidir) sözü meşhurdur.
Sevginin şartı olan hubb-i fillah, buğd-i fillah, Kur'an-ı kerimde
ve hadis-i şerifte bildiriliyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek,
insanı Allah’tan uzaklaştırır. Teberri etmedikçe, tevelli olmaz. Yani
düşmanlarından uzaklaşmadıkça, sevgiliye dost olunmaz. (4/29)
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
Muhammed aleyhisselama tam ve kusursuz tâbi olabilmek için,
Onu tam ve kusursuz sevmek gerekir. Tam ve olgun sevginin
alameti de, onun düşmanlarını düşman bilmektir. Onu
beğenmeyenleri sevmemektir. Sevgiye müdahene [gevşeklik]
sığmaz.
Aşıklar, sevgililerinin divanesi olup, onlara aykırı bir şey
yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıt şeyin sevgisi bir
kalbde, bir arada yerleşemez. Cem-i zıddeyn muhaldir. Yani iki
zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı icap ettirir. (1/165)
Abdullah-i Dehlevi hazretleri de buyuruyor ki:
Allahü teâlâyı seven, bilmediği bir aşk ile şaşkın haldedir.
Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Her işinde Allah’tan korkar, titrer.
Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır.
Sabreder, affeder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda, kusuru kendisinde
görür. Her nefeste Allahü teâlâyı düşünür, gafletle yaşamaz.
Kimseyle münakaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri
Allahü teâlânın evi bilir. (m. 85)
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ya Rabbi, kendi sevgini, sevdiklerinin sevgisini, sevgine
kavuşturacak işlerin sevgisini nasip et ve sevgini [susuzluktan
yananın arzuladığı] soğuk sudan benim için daha kıymetli kıl!)
[İ.Gazali]
Bir kimse, Allah’ı seviyorsa, bilsin ki Allahü teâlâ da onu seviyor
demektir. Büyüklerden biri buyurdu ki:
(Ben Allahü teâlâyı sevdiğimi zannediyordum. Hâlbuki O beni
seviyormuş.)
Sevginin sebepleri
Bilip anlamadan sevgi gerçekleşmez. Ancak bilinen sevilir.
Sevgi, cansızların değil, canlı ve anlayışlı olanların özelliğidir.
İnsanın anladığı, zevk ve rahatlık duyduğu her şey, sevimli; acı
duyduğu, nefret ettiği her şey sevimsizdir. Zevk alınan her şeyin,
zevk alan için sevimli olması, gönlün ona meyletmesi demektir.
Her duyu, ancak anladığı şeyden zevk alır, ona meyleder, onu
sever. Mesela gözün zevki, görüp hoşlandığı şeylerdir. Kulağın
zevki, duyduğu güzel seslerdir. Burnunki güzel kokulardır. Dilin
zevki, yiyip içtiği şeylerin tadıdır. Dokunma duygusunun, tutmanın
zevki, yumuşaklık ve zevki okşayan şeylerdir. İşte duyularla
anlaşılan bu şeyler, hoşa gittikleri için sevilir.
Beş duyunun hiçbiri ile anlaşılmayan sevgi de vardır. Altıncı bir
duyu ile bilinir. Beş duyu ile elde edilen zevkte hayvanlar da ortaktır.
İnsanın kalb gözü, baştaki gözden daha kuvvetlidir. Aklın
anladığı güzellik, gözün gördüğünden daha büyüktür.
Sevginin sebepleri üçtür:
1- Her canlı kendini sever. Kendini sevmek, varlığının devam
etmesini istemek ve yok olmaktan hoşlanmamak demektir. İşte
bunun için insan, yaşamayı sever ve ölümden hoşlanmaz.
Varlığımızın devamı gibi, her şeyimizin mükemmel olması da sevilir.
İnsan, önce kendi zatını, sonra uzuvlarının selametini sever. Daha
sonra malının, evladının, akraba ve dostlarının selametini sever.
Bunları, vücudunun devam ve kemaline sebep oldukları için sever.
Mesela evladından bir fayda görmese de sever. Çünkü kendinden
sonra neslini devam ettirecek odur.
2- İnsan, ihsanı sever. İnsan, ihsanın kölesidir. Gönül, kendine
iyilik edeni sever, kötülük edenden nefret eder. İnsan, ister istemez
iyilik edene karşı sevgi duyar.
Sağlık sevilir. Sağlığının devamı için doktor da sevilir. Doktoru
da kendimizi sevdiğimiz için severiz. Bunun gibi ilmi de, öğretmeni
de severiz. Öğretmeni ilme sebep olduğu için severiz.
Para, çeşitli ihtiyaçları karşılamaya ve yiyip içmeye vasıta
olduğu için sevilir. Yemeğin kendisi de yenmek için sevilir. Biri
bizatihi, diğeri ise vasıta olduğu için sevilir. İyilik edeni sevmek, onun
şahsını değil, iyiliğini sevmektir. İyilik kalkınca, sevgi de kalkar. İyilik
azalırsa, sevgi de azalır.
3- Bir kimseyi, ettiği iyilikten dolayı değil, bizzat zatından dolayı
sevmek, yok olup tükenmeyen gerçek sevgidir. Bu da güzeli sevmek
demektir. Güzelliği anlayan güzeli sever. Güzelliği sevmek,
güzelliğin zatındandır. Çünkü ondaki güzelliği anlamak, zevkin
kendisidir. Güzeli anlamak da bir zevktir. Akarsu, yeşillik, tabiattaki
güzellikler yiyip içildikleri için değil, sırf güzel oldukları için sevilir. Bu
insanın elinde olmayan sevgidir. Allahü teâlânın güzel olduğu
bilinirse, Onu da sevmemek imkânsızdır. O ise, güzeller güzelidir.
Sevgi ve üstün zevk
Zevkler anlayışlara bağlıdır. Herkes her şeyden aynı zevki
alamaz, yaratılışına uygun şeylerden zevk alır. Mesela, gazap ehli,
intikam almak ve galip gelmekten zevk alır. Her organın zevki de
ayrıdır.
Kalb, beş duyunun bilemediği manaları anlar. Mesela, âlemin
yaratıldığını, yani sonradan meydana geldiğini ve bunu yaratan bir
Halıka muhtaç olduğunu anlar. Bunlar beş duyu ile bilinmez.
Akıl, insanı hayvandan ayıran bir kuvvettir. Eşyanın hakikati
akılla bilinir. Akıl da marifet ve ilimden zevk alır. Bu, âdi, faydasız,
hatta zararlı bir ilim bile olsa, bunu başkasına öğretmekten zevk alır.
Mesela, bir kumar oyununu bilen, onu başkasına öğretmek ister. Bu
da her çeşit bilginin zevkli olduğunu gösterir.
İlmin zevki, ilmin şerefi nispetinde kıymetli olur. İlmin zevki de
bilinen şeylerin kıymetine göre değer kazanır. Mesela insanların gizli
hallerini bilip onu anlatmak zevklidir. Bir valinin sırlarını bilip
açıklamak daha zevklidir. Hele dünyanın en büyük hükümdarının
sırlarını bilip açıklamak çok daha zevklidir. Görüldüğü gibi ilmin
şerefi, malumun [bilinen şeylerin] şerefine bağlıdır.
Kâinatı yoktan yaratan, süsleyen, devam ettiren Allahü teâlânın
ilminden daha yüce, daha şerefli, daha büyük, daha olgun ilim
olamaz. O halde en çok arzu edilen bu ilimdir. Bu ilmin zevki;
şehvet, gazap ve diğer duyulardan elde edilen zevklerden çok daha
fazladır. Allahü teâlâyı tanımak, Onun cemalini temaşa etmek,
emirlerindeki sırları anlamak, zevklerin en büyüğüdür. Zevk veren
öyle şeyler var ki, hayal etmek bile mümkün değildir. Allahü teâlâ,
(Salihler için, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve
insanların hatırından geçmeyen şeyler hazırladım) buyurdu.
Evliya, üst olmanın sıkıntılarla dolu olduğunu ve ölümle de sona
ereceğini bildiği için, baş olmaya değer vermez. Ahiret nimetleri
sonsuz ve sıkıntısız olduğu için hep onlarla meşgul olur. Ölüm de
buna mani değildir. Çünkü Allahü teâlâyı bilen yok olmaz. Ölüm
onun halini değiştirir. Ruh, beden kafesinden kurtulur. Beden ölür,
fakat ruh ölmez. Ölüm yok olmak değildir.
Bâtıni olan baş olma zevki, zahiri olan 5 duyunun zevkinden
daha üstündür. Bâtıni zevkleri, hayvan ve bunak anlayamaz. Allahü
teâlânın işlerinin sırlarını bilmek, baş olmak gibi bütün zevklerden
çok üstündür.
Manevi zevkler anlatılmakla bilinmez, tatmayan anlayamaz.
Çocuk, önce oyundan, oyuncaktan zevk alır. Sonra süslenmek,
vasıtalara binmekten zevk alır. Erginlik çağına girince evlenmek
ister. Daha sonra da baş olma sevdasına düşer. Bir çocuk,
oyuncakları bırakıp da, makam sevdasına düşenlere güler. Makam
sevdasında olanlar da, marifetullah ile uğraşan evliyaya güler. Kişi
bilmediğinin düşmanıdır.
Ahiret nimetleri, sevginin kuvvetiyle ölçülür. Sevgi ne kadar
kuvvetli olursa, zevk de o nispette artar. Her müminde sevgi
bulunur. Çok sevebilmek için iki sebep vardır:
1- Bir bardaktaki hava çıkmadıkça içine su girmez. İçine su
koyunca da, bu suyu çıkarmadan başka şey konulmaz. Kalb de
bardak gibidir. Kalbi Allah sevgisiyle doldurmak için, başka her şeyi
temizlemek gerekir. İhlâs, kalbde Allah sevgisinden başka şeye yer
bırakmamak, başka şeyleri temizlemek demektir. Kalbi başka
sevgilerden temizleyenin imanı kuvvetlenir.
2- Kalbi masivadan [yani Allah sevgisinden başka her sevgiden]
temizledikten sonra, Allah sevgisini kalbe iyice yerleştirmek gerekir.
Toprağı sürüp yabancı otlardan temizledikten sonra temiz tohum
atmaya benzer. Bu tohumdan sevgi ağacı büyür. Bunun için de salih
amel gerekir. Amel için de ilim gerekir. Demek ki, istenilen sevgiye
kavuşabilmek için ilim, amel ve ihlâs şarttır.
Sevgide farklı olmak
Müslümanlar, imanın aslında müşterek olduğu gibi, sevginin
aslında da müşterektir. Her mümin, imanın altı esasına inandığı
halde, kiminin imanı çok parlak, kimininki ise çok sönüktür. İnsanlar,
Allah’ı tanımakta farklı olduğu için, sevgide de farklıdır. Bunu bir
misalle açıklayalım:
İmam-ı Gazali hazretlerini her Müslüman sever. Çünkü hepsi
onun büyük bir âlim olduğunu bilir. Onun ilmini bilen âlimler, onu
halk tabakasından daha çok sever. Âlimi, âlim olan anlar. Âlimin
güzel bir eseri okununca, ona karşı sevgi duyulur. Ondan daha
güzel bir eseri okununca, bu sevgisi artar. Eserini tetkik edip, orada
bulunan ince bilgilere vakıf olunca, ona karşı olan hayranlık ve sevgi
daha da artar.
Kâinatta bulunan her şey Allahü teâlânın eseridir. Halk, her şeyi
Allah yarattığı için Onu sever. Fakat âlimler, basiret sahipleri, Allahü
teâlânın eserindeki, sanatındaki inceliklere, harikalara vakıf
olduğundan, halktan daha çok sever. Mesela bir doktor, insan
vücudundaki harikaları ve akıllara durgunluk veren incelikleri
görürse, sevgisi kat kat fazlalaşır. Bu sevgi, Onun eserindeki
incelikleri bildiği ölçüde fazlalaşır. Onun için âlimlerin, âriflerin
sevgisi fazla olur. Çok bilen çok sever.
Allahü teâlâyı zatı için değil de, verdiği nimetleri için sevenin,
ihsanındaki değişiklik sebebiyle sevgisi de değişir. Bolluk ve
refahtaki sevgisi ile, darlık ve beladaki sevgisi aynı olmaz. Fakat zatı
için, sırf her şeyin maliki, Rabbi olduğu için sevenin sevgisi, ihsanın
azalıp çoğalması ile değişmez. Zenginlik-fakirlik, hastalık-sağlık
onun sevgisini etkilemez. Müslüman, Allahü teâlâya olan sevgisi
nispetinde, ahirette nimetlere kavuşacaktır.
İbrahim bin Edhem hazretleri, (Ya Rabbi, seni seven bu kulunun
kalbini huzura kavuştur) diye dua edince, rüyasında, (Ey İbrahim,
bana kavuşmadan nasıl huzur istersin? Sevgiliye kavuşmadan
huzura hiç erilir mi?) buyuruldu.
Hazret-i Musa, (Ya Rabbi, sevdiğin ve buğzettiklerini nasıl
ayırabiliriz) diye sual edince, Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Sevdiğim kulun iki alameti vardır. O beni anar ve
günahlardan sakınır. Ben de onu, meleklerin yanında anar ve
günah işlemekten muhafaza ederim. Buğzettiğim kulun da iki
alameti vardır. Beni unutup, hiç anmaz, günah, isyan içinde
yüzer. Buğzettiğim kimsenin gönlü kibirli, dili kötü söyler, gözü
kötülüktedir, eli de cimridir. Böyle kimseye gazaplanır, azap
ederim.)
Beni seveni severim
Yine Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Beni sevenin sevgilisiyim. Beni gerçekten seveni,
herkesten üstün tutarım. Beni arayan bulur; başkasını arayan
ise beni bulamaz. Öyle kullarım vardır ki, ben onları severim,
onlar da beni sever. Onlar bana müştak, ben onlara müştakım.
Onlar beni anarlar, ben de onları anarım. Onların yolunda olanı
severim. Onların yolundan ayrılana buğzederim. O kullarım,
gece olup, herkes sevdiği ile baş başa kaldığı zaman, onlar
yatıp uyumaz, bana münacâtta bulunur, namaz kılar,
nimetlerime şükreder, gözyaşı dökerler. Bütün sıkıntılara beni
sevdikleri için katlanırlar. Onlara büyük ihsanlarda bulunurum.)
Ömer bin Abdülaziz’in bir hizmetçisi vardı. Gündüz hizmet eder,
gece olunca bir köşeye çekilir, dua eder, gözyaşları içinde Allahü
teâlâdan bir şeyler isterdi. Ömer bin Abdülaziz hazretleri hizmetçinin
neler söylediğini merak etti. Bir gün dinledi. Hizmetçi, (Ya Rabbi,
bana olan sevgin hürmetine, beni mağfiret eyle, bana rahmet et)
diyordu. Hizmetçinin duasına hayret edip, (Ey hizmetçi, bu ne cüret)
diye sordu. Hizmetçi, (Allahü teâlâ beni sevmeseydi, sen uykuda
iken, beni uyanık tutar, kendisiyle meşgul eder miydi? Kur’an-ı
kerimde, (Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever) buyuruyor.
Önce kendi sevgisini bildiriyor. Sonra da sevdiğinin sevgisini
bildiriyor. Sevmek için sevilmek gerekir) dedi.
Sevgi ve aşkın kuvveti
Bazı kimseler, (Allah bazı şeyleri yasak ettiği, çeşitli haramlar
koyduğu için, Onu sevmek mümkün olur mu) diyorlar. Bu çok
yanlıştır. Çünkü bir annenin, ateşe elini uzatan çocuğunu ikaz
etmesi, onun eline vurması, çocuğun annesini sevmesine mani
değildir.
Akıllı insan, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerde, kendisi için
çok faydalı hikmetler olduğunu bilir. Yasak edilen şeyleri yapmamayı
nimet olarak görür. Mesela, (İçki yasak edilmemiş olsaydı, alkolik
olabilirdim) der, içkinin haram edilişini nimet olarak görür. Bu
bakımdan, Allahü teâlânın emrettiği şeylerde olduğu gibi,
yasakladığı şeylerde de sayısız hikmetler vardır.
Emirlere uyup, yasaklardan kaçmak bir nimet olduğu için, nimeti
gönderen Rabbimizi sevmeye hiçbir şey engel olamaz.
Allahü teâlânın lutfettiği nimetlerden istifade ederken, bazı
sıkıntılara katlanmak gerekir. Gülü koklamak için yanına gitmek
külfetine katlanmak gerekir.
(Külfetsiz nimet, dikensiz gül ve engelsiz yâr olmaz)
demişlerdir. Bir nimet külfetsiz ele geçerse, kıymeti olmaz. Mirasyedi
gibi harcarız, şükrünü düşünmeyiz. Allahü teâlâdan gül isteyen aşık,
dikenine de katlanmalıdır.
Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki:
(Zavallı aşığa, sevgilinin kendisini aradığını bilme saadeti
yetişir. Ayrılık hasretini çektiğini gördüğünü bilmesi yeter; çünkü
Allahü teâlâ onu elbette görüyor.)
Yusuf aleyhisselamdan sonra Allah’a âşık olan Hazret-i Zeliha,
(Bugün Yusuf’u gördüm) diyen herkese bir kolye verir. Sevgisi
uğruna, malını, mülkünü, güzelliğini, hatta 70 deve yükü cevahir ve
gerdanlık feda eder. Hazret-i Yusuf ile evlenince, yanına gitmez.
Hazret-i Yusuf sebebini sorunca, (Allah sevgisi bana yeter) der.
Gülün kadrini ancak bülbül bilir.
Leyla’nın uğruna deliren Mecnun’a, (Adın ne) diye sorarlar. O
da, Leyla der. (Leyla ölmedi mi) derler.
(Hayır ölmedi. Kalbimde... Ben Leyla’yım) der.
(Leyla’nın evine doğru bak) derler. O da, (Leyla’nın evini
gören yıldıza bakmak bana yeter) diyerek ağlar.
Gül, demişler bülbüle,
Ağlamış feryat ile.
Büyükler, (Aşktan maksat, dert ve gam çekmektir. Kavuşmak,
hiç hatıra bile gelmez) demişler, aşkı böyle tarif etmişlerdir.
Gerçek sevgi üç şeyle belli olur:
1- Seven, sevdiğinin sözünü, başkasının sözüne tercih eder.
2- Sevdiğinin yanında bulunmayı, başkalarının yanında
bulunmaktan üstün tutar.
3- Sevdiğinin kendisinden razı olmasını, başkalarının hoşnut
olmasından çok kıymetli bilir.
Allah aşkı
Sual: Dört delilden sadece ikisini kabul eden mezhepsiz bir
yazar, başka bir sapıktan nakil yaparak, (Dinde Allah aşkı diye bir
şey yoktur) diyor. Bu yanlış değil mi?
CEVAP
Elbette yanlıştır. Bu, lisanın özelliğini iyi bilmemekten
kaynaklanan bir husustur. Türkçedeki abi [ağabey], abla gibi
kelimeler, Arapça, Fransızca, İngilizce, Almanca gibi dillerde yoktur.
Abi için büyük kardeş, abla için kız kardeş veya büyük kız kardeş
derler. Bazı kelimeler o dile mahsustur.
Günümüz Türkçesinde aşk, sevgi veya aşırı sevgi
manasındadır. Aşkım demek, sevgilim demektir.
Arapçada da aşk, hubb demektir. Habîbî = sevgilim, aşkım
demektir.
Arapçada Allah aşkı, Muhabbetullah veya Hubbullah olarak
bildirilir. Aşkullah demezler. Onların aşkullah dememesi, Allah aşkı
olmadığı anlamına gelmez. Abi kelimesini başka türlü ifade ettikleri
gibi, Allah aşkını da başka türlü ifade ediyorlar. Çok sevmek âşık
olmak demektir. Aşırı sevgiye aşk deniyor.
Mevahib-i ledünniyye gibi kıymetli bir eserde geçen bir hadis-i
şerif meali şöyledir:
(Ey Resulüm, İbrahim’i halil [dost], seni de habib [sevgili]
edindim. Senden daha sevgili hiçbir şey yaratmadım. Senin,
benim indimdeki yüksek derecenin bilinmesi için, dünyayı ve
dünya ehlini yarattım. Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım.)
[Mevahib-i ledünniyye]
Allahü teâlâ da (Habibim) diyor. Türkçesi, aşkım demektir.
Nitekim Mevlid-i şerifte, Allahü teâlâ, Resulünü kast ederek, (Sana
âşık olmuşam) yani (Seni çok seviyorum) diyor.
Günümüzde nefsin şehvanî isteklerine aşk dendiği için,
Mevlid’deki bu ifade yadırganıyor.
Dinimizde Allah aşkı vardır. Allah'ı çok seven, Ona çok itaat
eder. Sevgi itaatle, söz dinlemekle ölçülür. Namaz kılmayan veya
haram işlemekten çekinmeyen bir kimsenin, (Ben Allah'ı çok
seviyorum) demesi elbette ciddiyetten, samimiyetten uzaktır.
Allah’ı sevmenin sebepleri
Sual: Allah’ı niye sevmek gerekir?
CEVAP
Allahü teâlâyı sevmenin beş sebebi vardır:
1- Herkes, kendisinin olgunlaşmasını ve hiç yok olmadan
devam etmesini ister. Kendini ve Rabbini bilen, varlığının devam
etmesinin kendi elinde olmadığını, ancak Allahü teâlânın dilemesiyle
var olduğunu anlar. Varlıkların hepsi Allahü teâlânın kudretiyle
vardır. Hiç kimse, kendi kendini yaratıp, hayatını devam ettiremez.
O halde, kişinin, kendini yaratan, çeşitli nimetler veren, yaşatan
Rabbimizi sevmemesi mümkün değildir. Eğer sevmiyorsa, kendi
yaratılışını bilmediğinden, cehaletindendir. Çünkü sevgi, marifetin
[bilmenin, anlamanın] meyvesidir.
Bir şey önce bilinip anlaşıldıktan sonra sevilir. Yani marifet
olmadan sevgi olmaz. Sevgi marifete göredir. Marifet ne nispette
ise, sevgi de o nispette olur.
Rabbini bilen Onu sever. Çünkü kendisini seven bir kimsenin,
kendisini yaratıp çeşitli nimetler vereni sevmemesi düşünülemez.
Güneşin yakıcı sıcağına maruz kalan, gölgeyi sever. Gölgeyi
seven de ister istemez, gölge veren ağaçları sever. Kâinatta ne
varsa, Allah’a nispetle, gölgenin ağaca nispeti gibidir. Gölgenin
varlığı ağacın varlığına bağlı olduğu gibi, her şey Allah’ın eseri olup,
hepsinin varlığı, Onun varlığına bağlıdır.
2- Bir kimse, kendine iyilik edeni sever.
Bir zengin, bütün mallarını sana verse, Bunların hepsi
senindir. Dilediğin gibi tasarruf et dese, bu ihsanı zenginden
bilmek yanlış olur. Zengini ve o malı yaratan, seni zengine sevdiren,
sana mal vermesinin, zengin için hayır olduğu düşüncesini veren
kimdir?
Eğer zengin, seni sevmeseydi, malı sana vermekle, dünya ve
ahirette hiçbir kazancının olmayacağını bilseydi, sana malının
zerresini verir miydi?
Şu halde, cenab-ı Allah bu sebepleri yarattı. Demek ki, sana
asıl ihsanda bulunan, bu işe zengini vasıta edendir. Zengin, o malı
sana vermekle peşin veya ilerisi için bir menfaat düşünmüştür. Seni
minnet altına almak, kendini övdürmek, cömertlikle meşhur olmak,
gönülleri kendine bağlamak, herkesi kendine sevdirmek ve
saydırmak gibi peşin menfaati vardır. Ayrıca, ahirette çok sevap
kazanmak üzere ilerisi için yatırım yapmaktadır. Yoksa hiç kimse,
malını boşu boşuna vermez, bir maksat için verir. Maksadı sen
değilsin. Sen onun maksadını yerine getirmek için bir vasıtasın.
Demek ki, sana iyilik eden, sana değil, kendine iyilik etmiş olur.
Sonra o, verdiğinden fazlasını beklemektedir. Çünkü o, Allah’ın en
az bire on veya bire yediyüz, hatta daha fazla vereceğini biliyor.
Böyle bir ümidi olmasa sana bütün malını verir miydi?
3- İnsan, kendine faydası dokunmasa bile, iyilik edenleri sever.
Kendine zararı dokunmasa bile kötülük edenlerden de nefret eder.
O halde, bütün mahlûkatı yaratıp, onlara çeşitli nimetler ihsan eden
yalnız Allahü teâlâdır. Herkese iyilik eden de sevilir.
4- Kendine hiçbir faydası olmasa da insan, güzeli, güzelliğinden
dolayı sever. Beş duyu ile de anlaşılmayan; fakat kalb gözü ile
görülen güzellikler de vardır. Güzel ahlak böyledir. İmam-ı a’zam
hazretlerini güzel vasıflarından dolayı severiz.
Demek ki güzel sevilir. Mutlak güzel, ortağı eşi, benzeri
olmayan, dilediğini yapan yalnız Allahü teâlâdır.
5- İnsan, benzediği şeye meyleder. Çocuk çocukla, büyük
büyükle arkadaşlık kurar. Âlim âlimi, bir sanatkârdan daha çok
sever. İlim sahibi olan da, her şeyi bilen Allah’ı sever. Basiret
sahipleri gerçek sevgiye layık olanın yalnız Allah olduğunu
bildirmişlerdir.
Allah’ı sevmek ve tanımak nasıl olur?
Sual: Allahü teâlâyı sevmek nasıl olur?
CEVAP
Allahü teâlâyı sevmek ikiye ayrılır:
1- Farz olan sevmek,
2- Farz olmayan sevmek.
Farz olan sevmek, Allahü teâlânın emirlerini yapmak,
yasaklarından sakınmak, kaza ve kaderine razı olmaktır. Haram
işlemek ve farzları yapmamak, bu sevginin gevşek olduğunu
gösterir.
Farz olmayan sevgi, nafileleri de yapmaktır. Şüphelilerden
sakınmaya sebep olur. Hadis-i kudside Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında bana en sevgili
olanlar, ona farz kıldığım şeyleri yapmasıdır. Kulum nafile
ibadetleri yapmakla bana o kadar yaklaşır ki, onu çok severim.
Onu sevince, onun duyan kulağı, gören gözü ve tutan eli ve
yürüyen ayağı olurum. Her istediğini veririm. Benden yardım
isteyince, imdadına yetişirim.) [Buhari]
Şu halde, Allahü teâlânın en çok sevdiği ibadet, farzları
yapmaktır. Burada bildirilen nafile ibadetler, farzlarla birlikte
yapılanlardır.
Ömer bin Ali Fakihani hazretleri buyuruyor ki:
Bu hadis-i kudsi gösteriyor ki, farzlarla birlikte nafile ibadetleri
yapan, Allahü teâlânın sevgisini kazanır.
Ebu Süleyman Hattabi hazretleri buyuruyor ki:
Bu hadis-i kudsi gösteriyor ki, bunların duaları kabul olduğu gibi
dua ettikleri kimseler de, muratlarına kavuşur. (Mevahib)
Marifetullah
Sual: Marifetullah ne demektir?
CEVAP
Marifetullah, Allahü teâlânın zatını ve sıfatlarını tanımak
demektir. Zatını tanımak, anlaşılamayacağını anlamaktır. Sıfatlarını
tanımak ise, mahlûkların sıfatlarına benzemediklerini anlamaktır. Bir
âyet-i kerime meali şöyledir:
(Onun benzeri hiçbir şey yoktur, O hiçbir şeye benzemez.)
[Şura 11]
Allah sevgisinin alameti
Sual: Allah sevgisinin alameti nedir, Allah sevgisini kimler
anlayamaz?
CEVAP
Allah sevgisinin alameti yedi şeyde belli olur:
1- Allahü teâlâyı seven, ölümden korkmaz. Seven, daima ölüme
hazır bekler. Çünkü ölümle, aşık maşuka, garip öz yurduna
kavuşmuş olur. Dinimize bir müddet daha hizmet edeyim
düşüncesiyle, ölümün hemen gelmesini istememek Allah sevgisine
zıt değildir.
2- Seven, sevdiğinin sevdiklerini, kendi sevdiklerine tercih eder.
3- Seven, her an sevdiğini düşünür, onu anar.
4- Seven, sevgilisinin sevdiği her şeyi sever.
5- Seven, bütün engellerden sıyrılır, sevdiğini çok anar.
Uykusundan fedakârlık eder. Allahü teâlâ, Hazret-i Davud’a buyurdu
ki:
(Beni sevdiğini söyleyip de, sabaha kadar yatan, yalancıdır.
Zira dost, dostla sohbet ister. Gafleti bırakıp beni anar,
sohbetime kavuşur.) [M. Name]
6- Sevene, bütün ibadetler kolay gelir. İbadetlere zevkle sarılır.
7- Seven, sevgilisinin dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilir.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(İmanın en sağlam temeli, Allah için sevmek Allah için
buğzetmektir.) [Ebu Davud]
İman eden ve imanın tadını bulan, Allahü teâlâyı çok sever.
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(İman edenlerin Allah sevgisi çok sağlamdır.) [Bekara 165]
Allahü teâlâya tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, Onu tam ve
kusursuz sevmek gerekir. Tam ve olgun sevginin alameti de, onun
düşmanlarını düşman bilmektir. Onu beğenmeyenleri sevmemektir.
Sevgiye gevşeklik sığmaz.
Âşıklar, sevgililerinin divanesi olup, onlara aykırı bir şey
yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıt şeyin sevgisi bir kalbde
bulunamaz. iki zıttan birini sevmek, diğerine düşmanlığı gerektirir.
İnsan sevgisi, hayvanlarda olduğu gibi beş duyuya bağlı
değildir. Altıncı hissi inkâr eden, insanı hayvan derecesine indirmiş
olur. İnsan, akıl, nur, kalb gibi özellikleriyle hayvandan ayrılır.
İnsanın kalb gözü, baştaki gözden daha kuvvetlidir. Aklın anladığı
güzellik, gözün gördüğünden daha büyüktür. İşte bunun için, beş
duyu ile anlaşılamayan ve ancak kalb ile idrak edilen, şerefli şeylerin
zevki daha büyüktür. Beş duyudan başka şey olmadığını sanıp,
insanı hayvan derecesine düşürenler, Allah sevgisini anlayamaz.
Peygamber efendimizin, (Ya Rabbi, kendi sevgini,
sevdiklerinin sevgisini, sevgine kavuşturacak işlerin sevgisini
nasip et ve sevgini susuzluktan yanan kimsenin arzuladığı
soğuk sudan benim için daha kıymetli kıl!) duası, Allah sevgisinin
önemini bildirmektedir. Allah’ı seven, bilmediği bir aşk ile şaşkın
haldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Her işinde Allah’tan
korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak
için çırpınır. Sevgi kuvvetli ise buna aşk denir. Allah’ı aşkla sevmek
gerekir.
Bu konuda Yunus Emre diyor ki:
Bilmeyenler bilsin ki aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misâl-i taşa benzer.
Taş gönülden ne biter dilinde ağı tüter
Çok yumuşak söylese sözü savaşa benzer.
Aşk dolu gönül yanar yumuşar muma döner
Kararır taş gönüller sarp katı kışa benzer.
Sevmenin alameti
Hazret-i Sehle, Allah’ı sevmenin alameti nedir diye
sorduklarında buyurur ki:
Allahü teâlâyı sevmenin alameti, Kur'an-ı kerimi sevmektir.
Kur'an-ı kerimi sevmenin alameti Peygamberi sevmektir.
Peygamberi sevmenin alameti, sünnete uymaktır. Sünnete uymanın
alameti, ahireti sevmektir.
Ahireti sevmenin alameti, dünya sevgisini kalbden çıkarmak,
dünyaya buğzetmektir. Dünyaya buğzetmenin alameti de, kendisini
ahirete götürecek kadar mal ile yetinmek ve ahirete hazırlanmaktır.
Allah korkusunun alameti
Sual: Allah korkusunun alametleri nelerdir?
CEVAP
Allah korkusunun sebebi, ilim ve marifettir. İlim ve marifet
sahipleri, kendi ayıplarını, günahlarını ve ibadetteki kusurlarını
görerek, bunun yanında Allahü teâlânın kendisine verdiği sayısız
nimetleri düşününce, yaptıklarından utanıp, kalbinde korku başlar.
Hadis-i şerifte de buyuruluyor ki:
(Her hikmetin başı Allah korkusudur.) [Taberani]
Hikmetin birçok manası vardır. Faydalı ilim, fen ve sanat,
manevi ilim gibi manalara gelir. Şu halde Allah’tan korkup
haramlardan kaçan ve ibadetleri yapan kimsenin hikmet sahibi, akıllı
biri olduğu anlaşılır. Hadis-i şerifte, (En akıllınız, Allah’tan en çok
korkandır) buyuruldu. (İbni Muhber)
Allah korkusu, sevileni kaybetmekten meydana gelen bir korku
olduğu gibi, Ona isyan ederek tehlikelere maruz kalmaktan da
meydana gelen bir korkudur. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde mealen
buyuruyor ki:
(Allah’tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.) [Al-i İmran 200]
(Ancak âlimler Allah’tan korkar.) [Fatır 28]
(En şerefliniz, Allah’tan en çok korkanınızdır.) [Hucurat 13]
Allah’tan korkmanın alameti şu yedi şeyde, [dilde, kalbde,
gözde, midede, elde, ayakta ve ibadette] belli olur.
1- Dilde: Yalan söylemez. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Yalandan sakının! Çünkü yalan insanı günaha
götürür.Günah da Cehenneme sürükler.) [Buhari]
(Münafıklık alametinden biri de yalan söylemektir.) [Buhari]
(Yalan, imana aykırıdır.) [Beyheki]
(Müminde, her huy bulunabilir. Fakat yalancı ve hain
olamaz.) [Bezzar]
Allah’tan korkanın dili yalan söylemediği gibi, gıybet de etmez.
Gıybet, insanın sevaplarının azalmasına, başkasının günahlarının
kendine verilmesine sebep olur. Gıybet büyük günahtır. Hadis-i
şeriflerde buyuruldu ki:
(Gıybet, kişinin imanını zayıflatarak yok eder.) [İsfehani]
(Gıybet, etmek leş yemekten daha kötüdür.) [İ.Hibban]
(Biri için söylenen kusur, onda varsa, bu söz gıybet olur.
Yoksa iftira olur.) [Müslim]
(Kıyamette, bir kimse sevap defterine bakar, "Şu ibadetleri
yapmıştım. Bunlar yazılı değil" der. "Onlar, silindi, gıybet
ettiklerinin defterlerine yazıldı" denir.) [İsfehani]
(Gıybet eden kimsenin duası kabul olmaz.) [Şir’a]
Allah’tan korkan, boş da konuşmaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu
ki:
(Kıyamette günahı en çok olan boş konuşandır.) [Ebu Nasr]
(Birinin boş konuşması, boş vakit geçirmesi, Allahü
teâlânın onu sevmediğini gösterir.) [M. Rabbani]
Şehit olan bir gencin annesi, (Oğlum sana Cennet müjde olsun!)
dedi. Resulullah efendimiz, o kadına, (Ne biliyorsun, belki boş şey
konuşurdu) buyurdu. (Tirmizi)
2- Kalbde: Kalbi, kin, haset gibi kötü huylardan temizlenmiştir.
3- Gözde: Harama bakmaz. Hadis-i şerifte, (Harama bakmak,
şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Allah korkusu ile harama
bakmayana, Allahü teâlâ öyle bir iman verir ki, tadını kalbinde
hisseder) buyuruldu. (Hâkim)
Kâinattaki her şeye ibretle bakar. Hazret-i İsa, (Sözü zikir,
sükûtu fikir, bakışı ibret olanlar, bana benzemiş olur) buyurdu.
4- Midede: Haram lokmadan uzaktır. Hadis-i şerifte, (Bir lokma
haram yiyenin kırk günlük güzel ameli kabul olmaz) buyuruldu.
(Taberani)
5- Elde: Harama uzanmaz.
6- Ayakta: Günah işlenen yere gitmez.
7- İbadette: İhlâsı [Allah rızasını] esas alır, riyadan kaçınır.
Allahü teâlâdan korkan kimse, Onun emir ve yasaklarına riayet
eder. Hiç kimseye kötülük etmez. Kendine edilen kötülüğe sabreder.
Kusurlarına tevbe eder. Çalışırken, alış-veriş ederken, kimsenin
hakkını yemez. İlim ve ahlak sahiplerine saygı gösterir.
Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kimseyi çekiştirmez,
kimseye sert davranmaz. Malı ve mevkii herkese iyilik etmek için
ister. Kendini beğenmez. Allahü teâlânın her an, gördüğünü ve
bildiğini düşünür, hiç kötülük etmez. Kısaca, Allah’tan korkan,
vatanına, milletine faydalı olur.
Sevgi ve korku nasıl olur?
Sual: Allah sevgisi ile Allah korkusu nasıl olur?
CEVAP
Sevgi gibi, korku da çeşitlidir. Allah sevgisi, Ana baba
sevgisinden, evlat sevgisinden, hanım sevgisinden, tabiat (doğa)
sevgisinden farklıdır. Allah korkusu ile düşman korkusu da çok
farklıdır. Kur’an-ı kerimde, (Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa,
öyle korkun) buyuruluyor. (Âl-i İmran 102)
Allahü teâlânın istediği gibi, Allah’tan korkmaya takva denir.
Takva, Allah’a iman edip, Onu sevmek, Ona kulluk etmek, yani
Onun emir ve yasaklarına riayet etmektir. Düşmandan korkmak
takva değildir. Düşmana iman edilmez. Düşmanın Cennete ve
Cehenneme koyma yetkisi de yoktur. Düşmanın sadece zarar
vermesinden korkulur. Şu halde iki korku arasında çok fark vardır.
Yine, (Eğer iman etmişseniz, onlardan [düşmanlardan] değil
benden korkun) buyuruluyor. (Âl-i İmran 175)
İnsan, sevdiği kimseyi, herhangi bir şekilde üzmekten korkar.
Bizleri yoktan var eden ve çeşitli nimetler ihsan eden Rabbimizi
elbette çok sevmemiz gerektiği gibi, bu sevgiyi kaybetmekten de çok
korkmamız gerekir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah’tan korkun! Biliniz ki Allah’ın azabı çok çetindir.)
[Bekara 196]
(Allah’tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.) [Maide 100]
Allah’tan korkmak, bir zalimden korkmak gibi değildir! Bu korku,
saygı ve sevgi ile karışık olan bir korkudur. Âşıkların, mâşuklarına
[sevdiklerine] karşı yazdıkları şiirlerde, böyle korku içinde olduklarını
bildiren şiirleri az değildir. Maşukunu [sevgilisini] kendinden pek
yüksek bilen bir âşık, kendini o sevgiye layık görmeyerek, hislerini
böyle korku ile anlatmaktadır.
İman etmeyen için, Allah korkusu bahis konusu olamaz. İman
edenin de, imanın tadını bulması için, Allahü teâlâyı çok sevmesi ve
kâfir olmaktan çok korkması gerekir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Allah’ı ve Resulünü her şeyden çok seven, yalnız Allah’ın
sevdiklerini seven ve küfre düşme korkusu, ateşte yanma
korkusundan çok olan kimse imanın tadını bulur.) [Buhari]
Dünyadaki pek çok rezaletler, cinayetler, iffetsizlik yüzünden
meydana gelmektedir. İnsanların pek çoğu, iffetsizliğin kötülüklerini
bildikleri halde, kendilerini bu kötü yollara sapmaktan alıkoyamaz.
Bu kuvvetli duygu karşısında, onları selamet yoluna çıkaracak çare,
terbiye ve ahlak meselesidir. Din, ahlak demektir. Allahü teâlâdan
korkan bir insan iffetsiz olamaz. O halde, çocuklarımıza Allah
korkusunu öğretmeye çalışmak, bizim için en başta gelen vazifedir.
Allah’tan korkmak için, Allahü teâlâyı iyi bilmek gerekir. Allahü
teâlâyı bilmek için, Onun büyüklüğünü ve sıfatlarını öğrenmek
mecburiyetindeyiz. Durup dururken, Allah korkusu meydana gelmez.
Allah’tan korkmak da, bir bilgi, bir çalışma ve bir gayret işidir.
Huzura uçuran kanat
Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları seadet ve huzura
kavuşturan iki kanat gibidir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Allah’tan korkandan her şey korkar. Allah’tan korkmayan
ise her şeyden korkar.) [Ebuşşeyh]
(En akıllınız, Allah’tan en çok korkan, emre ve yasaklara en
iyi riayet edendir.) [İbni Muhber]
(Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur.)
[İ.Maverdi]
Allahü teâlânın emrine riayet eden mümin Rabbini çok sever.
Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(İman edenlerin Allah sevgisi çok sağlamdır.) [Bekara 165]
(Mümin öyledir ki, Allah’ın ismi söylenince kalbine korku
düşer.) [Enfal 2, Hac 35]
Kişinin, bilmediği şeyi sevmesi ve korkması mümkün değildir.
Allah’ı çok seven ve Onu iyi tanıyan, Allah’tan çok korkar. Allahü
teâlâyı en iyi tanıyan da Peygamber efendimiz olduğuna göre, en
çok korkan da elbette Odur. Nitekim buyuruyor ki:
(İçinizde Allah’tan en çok korkan benim.) [Buhari]
Peygamberlerden sonra Allahü teâlâyı en iyi tanıyan, onların
vârisi olan âlimler ve onlara yakın olanlardır. Kur'an-ı kerimde de
mealen buyuruluyor ki:
(Allah’tan, kulları içinde, ancak âlimler korkar.) [Fatır 28]
(Allah’a ve Resulüne itaat edip Allah’tan korkan ve
sakınanlar; Kıyamette kurtulan işte bunlardır.) [Nur 52]
Müminun suresinin, (Rablerinin huzuruna çıkacaklarından
kalbleri korku ile çarpar) mealindeki 60. âyet-i kerimesindeki
kimselerin, hırsız mı, zani mi olduğu sorulunca, Peygamber
efendimiz buyurdu ki:
(Bunlar, namaz kılan, oruç tutan, zekât veren kimse olup,
acaba ibadetlerimiz kabul olmadı mı diye korkarlar.) [Tirmizi]
Allah korkusu, rızık için de çok faydalıdır. Peygamber efendimiz,
(Allah korkusunu kendine sermaye edinenin rızkı, ticaretsiz ve
sermayesiz gelir) buyurup, [Talak suresinin] (Allah’tan korkana,
Allah bir çıkış yolu ihsan eder, ummadığı yerden rızkını
gönderir) [mealindeki 2.ve 3.] âyetlerini okudu. (Taberani)
Allah korkusu, ebedi saadete kavuşturucu büyük nimettir. Âyet-i
kerimelerde mealen buyuruldu ki:
(Rabbinden korkan kimseye iki Cennet vardır.) [Rahman 46]
(Allah’tan korkan kimse, öğüt kabul eder.) [A'lâ 10]
(Yalnız benden korkun.) [Bekara 40]
(İnsanlardan korkmayın, benden korkun.) [Maide 44]
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Allah korkusu ile kalbi ürperenin, ağaçtan yaprak dökülür
gibi, günahları dökülür.) [Beyheki]
(Günahlarını hatırlayıp ağlayan, hesap görmeden Cennete
girer.) [İ.Gazali]
(Allah korkusundan ağlayan, Cehenneme girmez.) [Nesai]
(Allah’tan hakkıyla korksaydınız, cehilsiz ilme
kavuşurdunuz.) [İbni Sünni]
Allah sevgisi imanın şartlarındandır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu
ki:
(İman, Allah’ı ve Resulünü her şeyden çok sevmektir.)
[İ.Ahmed]
(Allah ve Resulü her şeyden daha sevgili olmadıkça iman
edilmiş olmaz.) [Buhari]
Gözyaşı rahmettir
Sual: Ağlayıp gözyaşı dökmenin Allah korkusu ile bir ilgisi var
mıdır?
CEVAP
Her ağlamanın Allah korkusu ile ilgisi yoktur. Rol icabı da olsa
ağlayıp gözyaşı dökenler çoktur. Ancak, Allah korkusu ile ağlamanın
fazileti büyüktür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allah’ı anarken, Allah korkusu ile gözünden yaş akana,
kıyamette azap olmaz.) [Hâkim]
(Allah korkusuyla ağlayan göze, Cehennem ateşinin
dokunması haramdır.) [Nesai]
(Kıyamette herkes ağlayıp gözyaşı dökecektir. Ancak
dünyada Allah korkusuyla, bir damlacık gözyaşı dökenler
ağlamayacaktır.) [İsfehani]
(Allah korkusuyla, gözünden yaş akan mümini, Hak teâlâ
ateşten koruduğu gibi, ateşi de onun nurundan korur.) [İbni
Mace]
(Allah için gözlerinden yaş akan müminin vücudunun,
Cehennem ateşinde yanması haramdır. Bir damla gözyaşı ile
yanağı ıslanan kimsenin yüzü, hiçbir zaman darlığa düşmez.
Kıyamette her şey ölçülür, tartılır. Bunlardan Allah korkusu ile
akan gözyaşı, ateş deryasını söndürecek güçtedir.) [Beyheki]
(Vücudu Allah korkusu ile ürperen kimsenin günahları,
ağaçtan yaprakların dökülmesi gibi dökülür.) [Beyheki]
(Allahü teâlâ, Hazret-i Musa’ya buyurdu ki: "Benden korkup
ağlayarak yapılan ibadet, diğer ibadetlerden üstündür.")
[Taberani]
(Cenab-ı Hak, yemin ile buyuruyor ki: "Dünyada benden
korkarak ağlayanı, Cennette ebedi güldürürüm.") [Beyheki]
(Sağılan süt, tekrar memeye girmediği gibi, Allah
korkusundan ağlayan da ateşe girmez.) [Tirmizi]
(Allahü teâlânın, himayesinden başka hiçbir himayenin
bulunmadığı kıyamette, himayesine aldığı yedi kimseden biri
de, yalnız iken Allah’ı anıp gözünden yaş akan kimsedir.)
[Buhari]
(Allah korkusu ile gözden akan bir damla gözyaşından veya
Allah yolunda akıtılan bir damla kan damlasından daha
kıymetli, Allah indinde bir damla yoktur.) [Tirmizi]
(Ağlayın, ağlayamazsanız, kendinizi zorlayın, hüzünlenin!
Kıyametteki azabın dehşetini bilseniz, ayakta duramayacak hale
gelinceye kadar namaz kılar, sesiniz kısılıncaya kadar
ağlarsınız.) [Buhari]
(Her mümin dağlar kadar günah ile mescidimizde bulunsa,
ağlayan şu kişinin hürmetine oradakilerin hepsinin günahları
affolur. Çünkü melekler "Ey Rabbimiz, ağlayanları, ağlamayanlara
şefaatçi kıl!" derler.) [Beyheki]
Kork Allah’tan korkmayandan
Sual: Seyyid Emir Gilal hazretleri, (Hiçbir ibadet, Allah
korkusundan daha tesirli değildir. Allah'tan korkandan korkun.
Allah’tan korkmayandan korkmayın) buyuruyor. Hâlbuki biz, (Kork
Allah’tan korkmayandan, korkma Allah’tan korkandan) diye biliyoruz.
Bizim bildiğimiz mi yanlış acaba?
CEVAP
İkisi de doğrudur. Allah adamlarını, yani Allah’tan korkan
salihleri üzmekten, onların sevgisini kaybetmekten çok korkmak
lazımdır. Allah’tan korkmayan bizi sevse ne çıkar, sevmese ne
kaybetmiş oluruz? Yani onu kaybedeceğiz diye fazla bir endişemiz
olmaz.
(Kork Allah’tan korkmayandan, korkma Allah’tan
korkandan) sözü de, çok kıymetlidir. Allah’tan korkmayandan her
türlü kötülük beklenebilir, onun bir zararı dokunmasın diye böyle
kimselerden korkmak gerekir. Allah’tan korkandan ise ne bize ne
başkalarına zarar gelir. Ondan bir zarar gelecek diye asla
korkmayız. Malımızı çalmaz, hakkımızı yemez, ırzımıza göz dikmez,
çünkü Allah’tan korkar.
Görüldüğü gibi iki söz birbirine zıt değildir. Yani Allah’tan korkan
salih Müslümanları üzmekten korkacağız, Allah’tan korkmayan fâsık
ve zalimlerden ise, bize zararları dokunur diye korkacağız. Allah’tan
korkanların bize zararları dokunmayacağı için onlardan korkmayız.
Allah’tan korkmayanların ise sevgilerini kaybedeceğiz diye bir
korkumuz olmaz.
Yalnız Allah’tan korkun
Sual: Kur’an-ı kerimde, (Yalnızca Allah’tan korkun)
buyuruluyor. Bu ne demektir?
CEVAP
(Yalnız bana ibadet edin, ilah olarak yalnız beni tanıyın benim
bildirdiklerime uyun) demektir. Yoksa köpekten, casuslardan
korkmayın demek değildir. Tehlikelerden korkmak lazımdır. Allah’tan
korkmayanlardan korkmak gerekir.
Allah’ın gazabından korkmak
Sual: Allah’ın gazabından korkmak nasıl olur?
CEVAP
Allahü teâlâ, ilmi, zulmetin temizlenmesine, cehli de günah
işlenmesine sebep yaptı. İlimden iman ve taat doğmakta, cahillikten
de küfür ve günah hâsıl olmaktadır. Taat, çok küçük olsa da
kaçırmamalı, günah, pek küçük görülse de yaklaşmamalıdır!
Üç şey, üç şeye sebeptir:
Taat, Allahü teâlânın rızasını kazanmaya sebeptir.
Günah işlemek, Allahü teâlânın gazabına sebeptir.
İman etmek, şerefli ve kıymetli olmaya sebeptir.
Bunun için, küçük günah işlemekten de çok sakınmalıdır! Allahü
teâlânın gadabı, bu günahta olabilir.
Allah ve Resulünü çok sevmek için
Sual: Allah ve Resulünü ve İslam âlimlerini çok sevebilmek için
ne yapmalıdır?
CEVAP
1- İmanı Ehl-i sünnet itikadına göre düzeltmelidir! İman doğru
olmadıkça, Allahü teâlâ ve Onun sevdikleri sevilemez. Kur'an-ı
kerimde mealen, (İman edenlerin Allah sevgisi çok sağlamdır)
buyuruluyor. (Bekara 165)
Sevgi, imanın esaslarındandır. Hadis-i şerifte, (Bir kimse, Allah
ve Resulünü her şeyden daha çok sevmedikçe, iman etmiş
sayılmaz) buyuruldu. (Buhari)
Demek ki, hakiki imana kavuşanlar, Allah ve Resulünü çok
severler, sevdiklerini de Allah rızası için severler, buğzettiklerine de
Allah için buğzederler. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(En faziletli amel, Allah için sevmek, Allah için
buğzetmektir.) [İ. Ahmed]
2- Haramlardan kaçıp bütün ibadetleri yapmaya çalışmalıdır!
Bilhassa bid'at işlemekten çok sakınmalıdır!
Allahü teâlâyı seven, Onun emir ve yasaklarına riayet eder.
Resulü Muhammed aleyhisselamı sever, onun sünnetine riayet
eder. Böyle bir kimse de elbette Cennete gider. Hadis-i şerifte
buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, beni sevene Cehennem ateşini haram kılar.)
[Ebu Nuaym]
3- İmam-ı Rabbani hazretlerinin (Mektubat Tercümesi) kitabını
severek çok okumalıdır! Büyüklerin feyzleri sayesinde Allahü teâlâ
ve Onun dostları sevilir. [www.hakikatkitabevi.com sitesinden
okunabilir ve temin edilebilir.]
4- İstediğiniz sevgiye kavuşabilmek için dua etmeye devam
etmelisiniz! Peygamber efendimiz şöyle dua ederdi:
(Ya Rabbi, bana kendi sevgini, seni sevenin sevgisini, beni
sevgine yaklaştıracak şeylerin sevgisini nasip eyle ve kendi
sevgini, [susuzluktan yanan kimsenin şiddetle arzuladığı] soğuk
sudan benim için daha sevgili kıl!) [Tirmizi]
Allah’ın sevgi ve rızasına kavuşmak için
Sual: Ne yaparsak Allah bizden razı olur?
CEVAP
İsrailoğulları benzer bir suali Musa aleyhisselama sual
etmişlerdir. Allahü teâlâ, (Onlar benden razı olurlarsa, ben de
onlardan razı olurum) buyurdu. Yani başına gelen belalara
katlanmak, ona buna şikâyet etmemek, Allah’tan gelen her şeye razı
olmaktır.
Musa aleyhisselam, (Ya Rabbi en çok buğzettiğin kimdir?) diye
sual etti. Allahü teâlâ (Bir kul, benden hayırlısını isteyip Ben de
ona hakkındaki hükmü gönderince ona rıza göstermeyendir)
buyurdu. Allahü teâlânın takdirine razı olmalıdır! Hadis-i kudside
buyuruldu ki:
(Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen, verdiğim
nimetlere şükretmeyen benden başka rab arasın!) [Taberani]
Allah benden razı mı?
Sual: Allah benden razı mı değil mi, bilmem mümkün mü?
CEVAP
Mümkündür. İbadet etmek tatlı ve kolay, günah işlemek acı ve
sıkıntılı geliyorsa, o kimseden Allahü teâlâ razıdır.
Sevilmenin iki alameti
Sual: Allahın, bir kulunu sevdiği nasıl anlaşılır?
CEVAP
Bunun iki alameti vardır:
1- Ona tam iman etmiş olmak, yani hiç şüphe etmeden, doğru
bir şekilde, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi inanmak.
2- Onun kullarının dünyasına ve ahiretine hizmet etmek.
Dünyasına hizmet etmek, mesela bir işini görmek, maddi yardımda
bulunmak, çok sevab olur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(İnsanlar, Allah’ın ıyalidir [kullarıdır], Allahü teâlânın en çok
sevdiği kimse, onun ıyaline iyilik edendir.) [Bezzar]
Bir kimseyi ateşte yanarken kurtarmak çok kıymetlidir; fakat bu,
ebedi Cehennem ateşinden kurtarmak yanında hiç kalır. Bunun için,
hizmetin en kıymetlisi, ahireti için yardımcı olmaktır. Yani Müslüman
değilse Müslüman olması için, Müslümansa dinini doğru olarak
öğrenmesine vesile olmak için çalışmaktır. Bugün için, bunun en
kolay yolu da, uygun bir din kitabı hediye etmektir.
Allah sevgisine ulaştıran şeyler
Sual: Allah sevgisine kavuşmak için ne yapmak gerekir?
CEVAP
Önce temeli sağlam yapmak gerekir. Temel sağlam olmazsa,
üstüne yapılan bina da çürük olur, kolay yıkılır. Önce doğru itikada
sahip olmak gerekir. Doğru itikatla birlikte, hubb-i fillah ve buğd-i
fillah [Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek] gerekir. Şartlarına
uygun olarak kılınan beş vakit namaz da temeldir.
Bunlardan sonra, en önce, sünnete yapışıp bid’atlerden
sakınmak şarttır. Çünkü Allahü teâlânın sevgisine ulaştıran yolun
esası, bu ikisidir. İşlerimiz, sözlerimiz ve ahlakımız, Ehl-i sünnet
âlimlerinin kitaplarına uygun olmalıdır. Salihler gibi olmaya ve onları
sevmeye çalışmalıyız. Uykuda, yemekte ve söylemekte aşırı
gitmeyip orta derecede olmalı. Gece seher vakti kalkmaya gayret
etmeli. Bu vakitlerde istiğfar etmeyi, ağlamayı, Allahü teâlâya
yalvarmayı ganimet bilmeli. Salihlerle beraber olmaya çalışmalı.
(İnsanın dini, arkadaşının dini gibidir) hadis-i şerifini unutmamalı!
Cennetin yolu, dünyaya ve dünyadaki faydasız şeylere düşkün
olmamaktır.
Allah kimi sever?
Sual: Allahü teâlâ kimleri sever?
CEVAP
Dinin emirlerini yapıp yasaklarından kaçan Müslümanları sever.
Hubb-i fillah ve buğd-i fillah üzere olanları sever. Her işi ihlâsla
yapan Müslümanları sever. Bir hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ buyuruyor ki: Benim için birbirlerini sevenleri,
benim için oturup sohbet edenleri, benim için mal ve canını
birbirlerine feda edenleri ve benim için birbirlerini ziyaret eden
Müslümanları sevmemi vacib kıldım.) [Taberani]
Allah kimi sever?
Sual: Allah’ın sevdiği bir kul olmak için ne yapmak lazımdır?
CEVAP
İtikadı doğru olup, dinin emir ve yasaklarına riayet eden her
Müslümanı Allahü teâlâ sever. Aşağıdaki vasıflarda olan
Müslümanları da, o huylarından dolayı sever. Hadis-i şeriflerde
buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, güler yüzlü olanı sever.) [Beyhekî]
(Allah muhsindir, muhsinleri [iyilik edenleri] sever.) [Taberani]
(Allahü teâlâ, güzeldir, güzeli [güzel işleri] sever. Cömerttir,
cömertliği sever. Temizdir, temizliği sever.) [İ. Adiy]
(Allahü teâlâ, yumuşak davrananı sever.) [Müslim]
(Allahü teâlâ, tektir, teke riayet edeni sever.) [İbni Nasr]
(Allahü teâlâ, yaptığı işi hakkıyla [temiz, güzel] yapanı
sever.) [Beyhekî]
(Allahü teâlâ, yardım isteyenin yardımına koşulmasını
sever.) [İ. Asakir]
(Allahü teâlâ, tevbekâr genci sever.) [Ebu-ş-Şeyh]
(Allahü teâlâ, gençliğini Allah’a itaat yolunda geçiren genci
sever.) [Ebu Nuaym]
(Allahü teâlâ, meslek sahibi olan ve mesleğinde maharetli
mümini sever.) [Taberani]
(Allahü teâlâ, eski dostluğunu devam ettireni sever.)
[Deylemî]
(Allahü teâlâ, mazlumun ve darda kalanın yardımına koşanı
sever.) [Beyhekî]
(Allahü teâlâ, ısrarla dua edenleri sever.) [Beyhekî]
Allah güzeldir, güzeli sever
Sual: (Allah güzeldir, güzeli sever) hadis-i şerifinin açıklaması
nasıldır?
CEVAP
Bahsettiğiniz hadis-i şerifin daha uygun tercümesi şöyledir:
(Allahü teâlâ cemildir. Cemal sahiplerini sever.) [Müslim]
Cemal, çirkinliği gidermek, vakar sahibi olmak ve şükretmek
için, nimeti göstermek demektir. Gösteriş için, övünmek için, nimeti
göstermek, cemal olmaz, kibir olur. Yukarıdaki hadis-i şerif, cemal
sahibi olmayı övmektedir. Bu bakımdan her işte tertipli, düzenli
olmak iyidir. Cemil güzel demektir, hasen de güzel demektir. İkisinin
arasında fark vardır. Güzel bina ve güzel manzara ile güzel kız
arasındaki fark gibi. Sevgi de, sevilen şeye göre değişir. Allah
sevgisi ile evlat sevgisi, ana-baba sevgisi, hanım sevgisi, çiçek
sevgisi farklıdır. Sevgi gibi, güzellikler de farklıdır. Kur’an-ı kerimde,
(Allah, her şeyi güzel yaratmıştır) buyuruluyor. (Secde 7)
Allahü teâlânın yarattığı her şeyde muhakkak bir güzellik, bir
sanat, bir tenasüp vardır. O yaratılıştan daha güzeli düşünülemez.
Kur’an-ı kerimde, (Biz insanı, en güzel şekilde yarattık)
buyuruluyor. (Tin 4)
İnsanın hiçbir organı ne fazladır, ne de eksiktir. Sindirim sistemi
ve diğer sistemlerinden daha güzelini düşünmek bile mümkün
değildir. Kulağımız tek olsaydı veya üç tane olsaydı daha iyi
olmazdı. Diğer organların durumu da böyledir. Allahü teâlâ, kemal
sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzehtir. Yani her
bakımdan güzeldir. İsimleri de güzeldir. Kur’an-ı kerimde; (En güzel
isimler [esma-ül-hüsna] Allah’ındır. Ona o güzel isimlerle dua
edin) buyuruluyor. (Araf 180)
Allahü teâlâ, Cennete de, Kur’an-ı kerime de hüsna [en güzel]
demiştir:
(Rabbinizden size indirilenin en güzeline [Kur’an-ı kerime]
tâbi olun!) [Zümer 55]
(Allah, [Eshab-ı kiramın] hepsine de en güzeli [Cenneti]
va’detmiştir!) [Nisa 95]
([Eshab-ı kiramın] hepsine hüsnayı [Cenneti] va’dettik.)
[Hadid 10]
Faizsiz ve sırf Allah rızası için verilen ödünç için de, güzel borç
anlamında (Karz-ı hasen) denmiştir. (Maide 12)
Dine uygun sabra da sabr-ı cemil [güzel sabır] denmiştir.
(Yusüf 18, Mearic 5)
Hatta Cennet kadınları da, huyu ve yüzü güzel olarak
vasıflandırılmıştır. (Rahman 70)
Çok namaz kılmak, çok oruç tutmak yani çok ibadet etmek değil
de, güzel ibadet etmek gerekir. Kur’an-ı kerimde, (Hanginizin
amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan için...)
buyuruluyor. (Hud 7, Kehf 7, Mülk 2)
Güzel ve güzellik hakkında hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Hayrı, iyiliği güzel yüzlü olanların yanında arayınız!)
[Beyheki]
(Bana göndereceğiniz temsilcinin, yüzü ve ismi güzel
olsun!) [Bezzar]
(Allahü teâlâ, birinin hilkati ile ahlakını güzel yaratmışsa,
onu asla ateşe atmaz.) [İ. Adiy]
(Allahü teâlâ, kime güzel yüz ve isim verir, o da bunları
küçültecek duruma düşürmezse, seçilmişlerden olur.) [Beyheki]
(Geceleri çok namaz kılanın yüzü güzel olur.) [Mevkufat]
(Güzelin güzeli güzel ahlaktır.) [İbni Asakir]
(İslam, ahlak güzelliğidir.) [Deylemi]
(Güzel saç, güzel ses, güzel yüz, fitneye düşürebilir.)
[Deylemi]
Evliyadan bir zat, (Bir kimsenin veli olduğu; tatlı dili, güzel
ahlakı, güler yüzü, cömertliği, münakaşa etmemesi, özürleri kabul
etmesi ve herkese merhamet etmesi ile anlaşılır) buyurmuştur.
Güzel yüzlü
Suâl: Bir yol sorarken veya herhangi bir yardım isterken, yüzü
güzel olanları mı tercih etmeli?
CEVAP
Evet. Üç hadis-i şerif meali şöyledir:
(İyiliği, güzel yüzlülerden talep edin!) [Beyhekî]
(Hayrı, iyiliği güzel yüzlü olanların yanında arayın!) [Buhari]
(Bana bir temsilci gönderirken, yüzü ve ismi güzel olanı da
tercih edin!) [Bezzar]
Yalnız Allah’tan korkmak
Sual: Kur’an-ı kerimdeki, (Yalnız Allah’tan korkun) ve (Yalnız
senden yardım isteriz) mealindeki ayetlerden kasıt nedir?
CEVAP
Bizi Cennete koyacak olan da, Cehenneme atacak olan da
Allahü teâlâdır. Bir başkası bu işi yapamaz. (Putların gazabına
uğrarız da, bizi Cehenneme atar) gibi bir korku yanlış olur. Deccal
veya başka zalimlerden, bizi Cehenneme sokar diye korkulmaz. Bu
hususlarda yalnız Allahü teâlâdan korkulur. Yılandan, hırsızdan,
caniden korkmalar, bununla ilgili değildir. Allahü teâlâ dilerse, bu
korkulardan da bizi muhafaza eder.
(Yalnız senden yardım isteriz) mealindeki âyet-i kerimeden
önce, (Yalnız sana ibadet ederiz) buyuruluyor. Demek ki, ibadet
yalnız Allahü teâlâya olur. Putlara veya başkalarına olmaz.
İbadetten sonra yardım istemek, bu ibadetin yapılmasında, kabul
edilmesinde ve neticede Cennete girmemizde, yalnız senden
yardım dileriz demektir. (İnsanlardan istenen yardımda da, yardımı
yaratan sensin, başkasından bir yardım istesek bile, bu yardımı
yaratan sensin, bize her türlü yardım senden gelir, yükümüzü birisi
kaldırsa buna o gücü veren sensin, senin emrin olmadan kimse
kimseye yardım edemez) demektir.
Nitekim Abdülaziz Dehlevi hazretleri, Fatiha suresinin
tefsirinde buyuruyor ki:
Birisinden yardım istenirken, yalnız Allahü teâlâya güvenilip, o
kulun Allah’ın yardımına mazhar olduğu, Allahü teâlânın her şeyi
sebeple yarattığı, o kulun da bir sebep olduğu düşünerek ondan
yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek olur. (Tahkik-ul-hakkılmübin)
Kurtubi tefsirinde buyuruluyor ki:
(Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz)
mealindeki âyet-i kerimeyi kabul edip söyleyen, Cebriye’den de,
Mutezileden de uzak kalmış ve onlara gerekli cevap verilmiş olur.
Mutezile fırkası, (Allah bizim yaptığımız işlere karışmaz) diyor.
Biz, (Ya Rabbi, senden yardım isteriz) demekle, işi yapanın Allahü
teâlâ olduğu meydana çıkıyor ve Mutezile rezil oluyor.
Cebriye fırkası ise, (Her işi yapan Allah’tır, kulların hiçbir rolü
olmaz, günahı, sevabı işleten de odur) diyor. Biz, (Ya Rabbi, sana
ibadet eder ve senden yardım isteriz) demekle, kulların da iş yaptığı,
ibadet ettiği ve yardım istediği meydana çıkıyor. İbadeti bizim
yaptığımız, günahı bizim işlediğimiz, dolayısıyla günahtan mesul
olduğumuz meydana çıkıyor. Cebriye’ye gereken cevap verilmiş
oluyor ve Cebriyecilikten de kurtulmuş oluyoruz.
Allahü teâlâ ve adalet
Allahü teâlânın adaleti
Sual: Ateist, (Tanrı, dünyaya gelirken, bana sormadığı, benim
görüşümü almadığı halde, yaptıklarımdan beni sorguya çekmesi,
adaletine uygun mudur) diyor. Nasıl cevap verilebilir?
CEVAP
Adaletin ne olduğunu bilmediği için ateist böyle konuşuyor.
Allahü teâlânın adaletiyle kulların arasındaki adalet çok farklıdır.
Yanlış olarak kullara benzetildiği için, ateist işin içinden çıkamıyor.
Kendisinin sorguya çekilmesini adaletsizlik olarak görüyor.
İnsanlar arasındaki adalet, bir âmirin, ülkesini idare için
koyduğu kanunlar içinde hareket etmesidir. Zulüm ise, bu kanunun
dışına çıkmaktır.
Her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâ, hâkimler hâkimi, her şeyin
asıl sahibi ve tek yaratıcısıdır. Üstünde bir âmiri, sahibi yoktur ki,
Onu bir kanun altında bulundursun. Bundan dolayı, (Allah’ın
yaptığı şu iş, adalete uymuyor) denilemez.
Adaletin bir başka tarifi ise kendi mülkünde olanı kullanmak
demektir. Zulüm ise, başkasının mülküne tecavüzdür.
Kâinat ve içinde bulunan her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâ
olduğuna, Ondan başka yaratıcı bulunmadığına, hiçbir kimse, hiçbir
şeye sahip olmadığına göre, Rabbimizin yaptığı işler, hiç kimsenin
malına, mülküne tecavüz değildir. Allahü teâlâ ne yaparsa yapsın,
Onun yaptığı işler için, (Adalete uymuyor) denilemez. Yasak ettiği
bir şeyi, daha sonra serbest bırakabildiği gibi, önceden serbest ettiği
bir şeyi de daha sonra yasaklayabilir. Mülk Onundur, dilediği gibi
kullanır. Kimsenin bir şey sormaya hakkı yoktur. Canlı-cansız,
insan-hayvan hepsi Onun mülküdür. Dilediği gibi tasarruf eder, hiç
kimse bir şey soramaz. Bize konuşma özelliğini veren de odur. Mülk
Onundur. Her şeyi ve herkesi yoktan var eden Odur. (Şöyle yapanı
Cehenneme, şöyle yapanı Cennete koyarım) diyerek imtihana
soktu. Kazananı Cennete, kaybedeni Cehenneme attı. Aslında
imtihan yapmadan da, istediğini Cennete, istediğini de Cehenneme
koyabilirdi. Mülk Onundur, başkasının malına mülküne tecavüz yok
ki, adalete aykırı densin! Allahü teâlâ, yarattıklarının hepsini
Cehenneme atsa, yine adaletsizlik olmaz. Başka birisinin malını
atmıyor ki, adalete uymasın. Ama O merhamet etmiş, (Şunları
yapanı Cennete koyarım) demiş, bu da Onun bir ihsanıdır.
Cehenneme atsaydı, bir şey diyebilir miydik, itiraz edebilir miydik?
Ateist gibi itiraz edilse de eline ne geçerdi?
Allahü teâlâ dileseydi, ateisti, kedi köpek olarak da yaratabilirdi.
Niye beni hayvan yarattın demeye hakkı olmazdı. Bakkaldan çay ve
şekeri alırız, kimimiz onunla çay içeriz, kimimiz de helva yapar,
yeriz. Şekerin bir şey demeye hakkı var mı? Ne diye falanca
bakkaldan aldığını çayda içtin de, beni helva yaptın diyebilir mi?
Madem şeker benim malımdır, mülkümdür; onu dilediğim gibi
kullanırım. Başkasının, bu şekerle niye helva yaptın demeye hakkı
olamaz.
Bir insan domates alır, bununla salata yapar, tuzlu veya tuzsuz
yer, domates buna müdahale edemez. Çöpe atılsa da bir şey
diyemez. Bütün meyve ve sebzeler böyledir. Hayvanlar da böyledir.
Bir kuzuyu keser, kızartır, yeriz, sucuk yaparız, köpeğe veririz.
Kokutup çöplüğe atarız. Kuzu bize, niye öyle yaptın diyemez, çünkü
mal bizimdir. Kuzuya sorsak, elbette beni kesme der. Yılana
sorsalar, ben yılan değil, aslan olmak isterdim veya insan olmak
isterdim diyebilir. Yılanın, beni niye inek yaratmadın, beni niye kadın
yaratmadın demeye hakkı yoktur.
Asırlar önce, kölelik devri vardı. İnsan kölesini istediği gibi
çalıştırırdı. Köleye hiç sorulmazdı. Sorulsa, niye çalışmak istesin,
elbette hür olmak isterdi. İşte bütün insanlar da, Allahü teâlânın
kuludur, kölesidir. Yoktan yaratılmıştır. Köle nasıl denileni yapmaya
mecbursa, biz köleler de bizi yoktan yaratan Rabbimizin emirlerini
yapmak zorundayız. Yapmam diyen şiddetli azaba düçar kalır.
Yapan ise sonsuz nimete kavuşur.
Allahü teâlânın, insanları yaratmadan önce de, yarattıktan
sonra emir verirken de, kimseye bir şey sorması gerekmez. Sorulsa,
insanlar niye kul, köle olsunlar ki, hepsi, ben hükümdar, hatta tanrı
olmak isterim der.
Kadının, beni niye kadın yarattın, erkeğin beni niye erkek
yarattın demeye hakkı olmadığı gibi, hiç kimsenin de, bizi niye
yaratıp dünyaya getirdin, niye bunları emrettin, niye bunları
yasakladın demeye hakkı yoktur. Bir buğday tanesini yaratmaktan
âciz olan insan, kâinattaki her şeyi yoktan yaratan Allah’a karşı nasıl
böyle konuşabilir?
Allah’a inanmıyorum diyen ateist, bir arpa, bir üzüm bir karınca
yaratabilir mi? Öyle ise inanmam demesi çok yanlıştır, yarın
cezasını da ağır şekilde çekecektir. Kendi vücudunun yaratılışına,
aya, güneşe bir baksa, muazzam güce sahip bir yaratıcının
olduğunu görür. Hazret-i Ali bir ateiste diyor ki:
(Biz inanıyoruz. Diyelim ki, senin dediğin gibi tekrar
dirilmek olmasaydı bile, inanıp ibadet etmekle bizim hiç
zararımız olmazdı. Bizim inancımız doğru olduğu için, sen
sonsuz olarak ateşte yanacaksın.)
Ateist, her ne kadar, ateistim, yani hiçbir şeye tapmıyorum dese
de, mutlaka bir şeye tapıyordur. Nefsine, şeytana, aklına, malına,
ilmine, gücüne kuvvetine, güzelliğine tapıyordur. Kitaplarda,
(Allah’tan başka şeylere tapan, onlarla beraber Cehenneme atılır)
buyuruluyor.
Ateist ölünce, kendi inancına göre, yok olacak. İslamiyet’e göre
ise, o Cehennemde sonsuz azap görecektir. İnanan da, sonsuz
nimetler içinde yaşayacaktır. Aklı, bilgisi olan bir insan, bu ikisinden
elbette, ikincisini seçer. Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimal bile olsa,
bunu hangi akıl kabul eder? Hâlbuki âhiret hayatı, bir ihtimal değil,
binlerce Peygamberin haber verdiği, apaçık bir gerçektir. O halde,
biraz aklı ve ilmi olanın, Allah’a ve ahirete inanması gerekir.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin, bir ateiste verdiği
cevabın bir bölümü şöyledir:
1- Günah işleyeceğin zaman, Onun rızkını yeme! Rızkını yiyip
de, Ona isyan doğru olur mu?
2- Ona asi olmak istersen, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup
da, Ona isyan layık olur mu?
3- Ona isyan etmek istersen, gördüğü yerde günah işleme!
Onun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günah işlemek,
uygun olur mu?
4- Can alıcı melek gelince, tevbe edinceye kadar izin iste! O
meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tevbe et! O
da, bu saattir. Zira, ölüm meleği ani gelir.
5- Kıyamette, (Günahkârlar Cehenneme gitsin) denince, ben
gitmem diyebilir misin?
Siz, yokluk diyarından, bu varlık âlemine, kendi isteğinizle
gelmediğiniz gibi, oraya da, kendi isteğinizle gidemezsiniz.
Gözleriniz, kulaklarınız, diğer organlarınız, girip çıktığınız bütün
mahaller, özetle, ruh ve cesedinize bağlı bütün aletler, sistemler,
hepsi Allahü teâlânın mülk ve mahlûkudur. Siz Ondan hiçbir şey
gasp edemezsiniz! O görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her an
varlıkta durdurmaktadır. Hepsinin idaresinden bir an gafil olmaz.
Mülkünü kimseye çaldırmaz. Emirlerine uymayanların cezasını
vermekten de, aciz kalmaz. Bir hadis-i kudsi meali şöyledir:
(Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz,
büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en
itaatli kulum olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine, hepiniz, bana
karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören, düşmanım olsanız,
ilahlığımdan bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganidir, Ona
hiçbiriniz lazım değildir. Siz ise, var olmanız ve varlıkta
kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtaçsınız.)
[Müslim]
Allahü teâlâ, vücut makinenizi işletip maksada göre kullanmanız
ve istifade etmeniz için elinize teslim ediyor. Bütün bunları, size ve
iradenize ve yardımınıza muhtaç olduğundan değil, mahlûkları
arasında size ayrı bir mevki vererek, mutlu olmanız için yapıyor.
Ellerinizi, ayaklarınızı, kullanabildiğiniz her uzvunuzu, arzunuza
bırakmayıp da, yüreğinizin atması, kanlarınızın dolaşması gibi,
sizden habersiz kullansaydı, her işinizde, zorla, refleks hareketleri
ile, çolak el, kuru ayak ile yuvarlasaydı, her hareketiniz bir titreme
olsaydı ne yapabilirdiniz Doğmadan önceki, doğduğunuz zamanki
halinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip
içtiğiniz, gezip dolaştığınız, dertlerinize deva, korkulara, sıcağa,
soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanların ve
düşmanların hücumlarına karşı koyacak vasıtaları bulduğunuz şu
yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde
pişirilirken, suyu ve havası, kudret kimya hanesinde imbiklerden
çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor
musunuz? Bugün, bizim dediğiniz karalar, denizlerden süzülüp
ayrıldığı, dağlar, dereler, ovalar, tepeler yerleştiği zaman, acaba
neredeydiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buharlaştırılıp,
gökte bulutlar yapılırken, o bulutlardan yağan yağmurlar, çakan
şimşeklerin ve güneşten gelen kudret, enerji dalgalarının hazırladığı
gıda maddelerini, yanmış, kurumuş toprakların zerrelerine işletip, o
maddeler, ışık ve ısı şuaları tesiri ile oynayıp titreşerek hayatın
hücrelerini yetiştirirken, nerede idiniz ve nasıldınız?
Kâfir ülkesinde doğanlar
Sual: İslam ülkelerinde doğan çocuk, dinini kolayca öğrenip
Cennete gidiyor. Gayrimüslim ülkelerdeki çocuklar ise bundan
mahrum kalıyor. Müslüman olarak yetişmediği için Cehenneme
gidiyor. (Kâfir ülkelerde yaşayanlara bir haksızlık olmuyor mu? Bu
Allah’ın adaletine uygun mu) diyenlere nasıl cevap vermek gerekir?
CEVAP
Adalet ve ihsanı karıştırmamalıdır! Allahü teâlâ, her ülkede
yaşayan kulları için, adaleti fazlası ile yapmıştır. Yani akıl-baliğ
olmadan ölen kâfir çocuklarını Cehenneme sokmayacaktır.
Büluğa erdikten, yani evlenecek çağa geldikten sonra,
Muhammed aleyhisselamın dinini duymadan ölen kâfirlere de azap
yapmayacaktır.
Bunlar, İslam dinini, Cenneti, Cehennemi işittikten sonra, merak
etmez, öğrenmez ise, inat edip inanmazsa, o zaman azap
görecektir.
(Büluğ çağına giren, ana-babanın, çevrenin yapmış olduğu eski
etkilerin altında elbette kalır) denilemez.
Eğer kalsaydı, yıllardır İslam ülkelerinde, İslam terbiyesi altında
yetişen yüzlerce Müslüman evladı, İslam düşmanlarının yalanlarına,
iftiralarına aldanmaz, dinsiz, din düşmanı olmazdı. Bunlar, büluğa
erince, hatta kırkından sonra, hoca-hafız olanları bile, dinden
çıkıyor, din düşmanı oluyor ve din düşmanlığında önderlik
yapıyorlar. Ana babasına, komşularına ve akrabasına, yobaz, gerici
diyerek alay ediyorlar.
Bu pek acı misaller, ana-baba terbiyesinin etkisinin devamlı
olmadığını açıkça göstermektedir. Bunun içindir ki, bugün dinden
çıkmak, bütün dünyayı saran bir afet halindedir. Diğer taraftan,
birçok kâfirlerin, ilim, fen adamlarının Müslüman olduğunu çoğumuz
görüyoruz.
Pek az olsa da, dinini değiştirmeyenlerin bulunması, ana
babanın verdiği terbiyenin etkisinin, bazen de devamlı olduğunu
gösteriyor denirse, bir çocuğun Müslüman evladı olması, İslam
terbiyesi ile yetişmesi, Allahü teâlânın bir ihsanıdır. Kâfir çocuklarına
bu ihsanı yapmıyor; fakat kimseye ihsan yapmaya mecbur değildir.
İhsan yapmamak zulüm olmaz. Mesela, bakkaldan bir kilo pirinç
alsak, tam bir kilo tartması adalet, noksan tartması ise zulüm olur.
Biraz fazla vermesi ise ihsan olur. Bu ihsanı istemek, kimsenin hakkı
değildir.
Allahü teâlânın İslam terbiyesi ile yetiştirmesi, büyük ihsandır.
Dilediğine ihsan eder. Kâfir çocuklarına bu ihsanı yapmaması
zulüm, haksızlık olmaz. İhsan ettiği kimseler kâfir olursa, bunların
cezası da, daha çok olur. (Seadet-i Ebediyye)
Ağır yük yüklemek
Sual: Bekara suresinin (Rabbimiz, bizden öncekilere
yüklediğin gibi, bize gücümüzün yetmediği yükü yükleme)
mealindeki son âyetinde, önceki ümmetlere böyle yükler yüklendiği
bildiriliyor. Bize yüklemese de, öncekilere gücünün yetmediği yükü
yüklemek, Allah’ın adaletine uygun mudur?
CEVAP
Bunu iki yönden açıklamak gerekir:
Biri, Allahü teâlâ güç yetmeyen bir şeyi emretmesinin adaletine
uygunluğu yönünden, diğeri de, âyet-i kerimede bildirilen mana
yönünden.
1- Adalet yönünden:
Allahü teâlâ için adalet, kendi mülkünde olanı kullanmak
demektir. Zulüm ise, başkasının mülküne tecavüzdür. Kâinat ve
içinde bulunan her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâdır. Ondan başka
yaratıcı bulunmadığına ve hiç kimse, hiçbir şeye sahip olmadığına
göre, Rabbimizin yaptığı işler, hiç kimsenin malına, mülküne
tecavüz değildir. Onun yaptığı işler için, (Adalete uymuyor)
denilemez. Yasak ettiği bir şeyi, daha sonra serbest bırakabildiği
gibi, önceden serbest ettiği bir şeyi de daha sonra yasaklayabilir.
Mülk Onundur, dilediği gibi kullanır. Kimse hesap soramaz.
Allahü teâlâ, kullarına iyi, faydalı olanı vermeye, kimisine sevab,
kimisine azap yapmaya mecbur değildir. Âsilerin, günahkârların
hepsini Cennete koysa, fazlına, ihsanına yakışır. İtaat, ibadet
edenlerin hepsini Cehenneme atsa, adaletine uygun olur. (H. L. O.
İman)
(Allahü teâlâ dilerse, kâfiri Cennete, mümini de Cehenneme
koyabilir) demek, koyacak demek değildir. Koyarsa kimse
karışamaz, adaletine aykırı olmaz demektir; fakat iman edip iyi amel
işleyenleri Cennete koyacağına söz verdi. Sözünden
dönmeyeceğini de bildirdi.
Allahü teâlâ dilemedikçe, hiç kimse mümin veya kâfir olamaz.
Bir ayet-i kerime meali şöyledir:
(Allah, dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini dalalette
bırakır.) [İbrahim 4]
Allahü teâlâ kimseyi zorla kâfir yapmaz. Bu ayet-i kerime, bütün
işlerin Allahü teâlâ tarafından yapıldığını__________n delillerinden biridir. Bir
başka ayet-i kerime meali de şöyledir:
(Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]
2- Âyetteki mana yönünden:
Kurtubi tefsirinde deniyor ki:
Bu konuda, Katade, (Bizden öncekilere işi zorlaştırdığın gibi
bize de, zorlaştırma demektir) dedi. Dahhak da, (Altından
kalkamayacağımız, güç yetiremeyeceğimiz amelleri işlemekle
bizi yükümlü tutma demektir) dedi. Süddî de, (Burada takat, yani
güç getirilmeyen şeyler, İsrail oğullarına yükletilen ağır
yüklerdir) dedi. [Mesela pislik değen uzuv yıkamakla temizlenmez,
orayı kesmek gerekirdi. (Beydavi)]
Allahü teâlâ, (Ümmi nebi olan resul, sırtlarından ağır yükleri
indirir ve zincirleri kırar atar) buyurdu. (Araf 157) Ümmi, okuryazar
olmayan demektir. Resulullah, ümmi olduğu halde, kendisinin, ilmin
bütün kemâlâtına malik olması bir mucizedir. (Beydavi)
Sorgusuz ceza
Sual: (Herkese Lazım Olan İman) kitabında, (Günahkârların
hepsini Cennete koysa, Allahü teâlânın fazlına yakışır. İtaat, ibadet
edenlerin hepsini Cehenneme atsa, adaletine uygun olur. Çünkü
mülk onundur, mülkünü dilediği gibi kullanır) deniyor. Buna kimse
itiraz edemez. Ancak, kulun güç yetmeyeceği işi önceki ümmetlere
emrettiği bildiriliyor. Kul, ahirette Cehenneme atılırken, (Ya Rabbi,
bana gücümün yetmediğini emrettin, ben de yapamadım, beni
Cehenneme atman zulüm değil mi) demez mi?
CEVAP
Öyle demesi yanlış olur. Allahü teâlânın, günahsız insanı
Cehenneme atması kendi mülkünü kullanmak olup, zulüm
olmadığına göre, bu da aynısı değil midir? Bir emri yapmak için
gücü yeteni de, yetmeyeni de, Cehenneme atması, kendi mülkünü
kullanmak değil midir? Kendi mülkünü kullanmaya kim zulüm
diyebilir ki? Burada başkasının mülküne tecavüz yok ki, zulüm
denebilsin.
Allahü teâlâ için adalet, kendi mülkünde olanı kullanmak
demektir. Zulüm ise, başkasının mülküne tecavüzdür. Kâinat ve
içinde bulunan her şeyin yaratıcısı, Allahü teâlâdır. Ondan başka
yaratıcı bulunmadığına ve hiç kimse, hiçbir şeye sahip olmadığına
göre, Rabbimizin yaptığı işler, hiç kimsenin malına, mülküne
tecavüz değildir. Onun yaptığı işler için, (Adalete uymuyor)
denilemez. Yasak ettiği bir şeyi, daha sonra serbest bırakabildiği
gibi, önceden serbest ettiği bir şeyi de daha sonra yasaklayabilir.
Mülk Onundur, dilediği gibi kullanır. Kimse hesap soramaz. Buna
rağmen, iman edip iyi amel işleyenleri Cennete koyacağına söz
verdi. Sözünden dönmeyeceğini de bildirdi. Bir âyet-i kerime meali
şöyledir:
(Allah, verdiği sözden asla dönmez.) [Al-i İmran 9, Zümer 20,
Rad 31]
İmam-ı Eş’arinin sözleri
Sual: Herkese Lazım Olan İman kitabında, (Eş’arî ve Mutezile
mezheplerine göre, mümkün olmayan bir şeyin yapılmasını, Allahü
teâlânın emretmesi caiz değildir. Kendisi mümkünse de, insanların
gücü yetmediği şeyleri emretmesi de, Mutezileye göre caiz değildir.
Eş’arîye göre, bu caizdir; fakat emretmemiştir. İnsanın havada
uçmasını emretmek böyledir) deniyor. İmam-ı Eş’ari, Ehl-i sünnetin
iki imamından biri olduğuna göre, caiz demesinin sebebi nedir?
CEVAP
Caiz demesi, (Emretseydi, Allahü teâlânın adaletine aykırı
olmaz, zulüm olmazdı) demektir. Yine aynı kitapta deniyor ki: Allahü
teâlâ için adalet, kendi mülkünde olanı kullanmak demektir. Zulüm
ise, başkasının mülküne tecavüzdür. Kâinat ve içinde bulunan her
şeyin yaratıcısı Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı
bulunmadığına ve hiç kimse, hiçbir şeye sahip olmadığına göre,
Rabbimizin yaptığı işler, hiç kimsenin malına, mülküne tecavüz
değildir. Onun yaptığı işler için, (Adalete uymuyor) denilemez.
Allahü teâlâ, kullarının kimisine sevab vermeye, kimisine azap
yapmaya mecbur değildir. Âsilerin, günahkârların hepsini Cennete
koysa, fazlına, ihsanına yakışır. İtaat, ibadet edenlerin hepsini
Cehenneme atsa, adaletine aykırı olmaz. (H. L. O. İman)
Allahü teâlâ bu ümmete merhamet ederek, güç yetmeyen
şeyleri emretmemiştir. İmam-ı Eş’ari, (Emretmemiştir; ama
emretseydi zulüm olmazdı. Çünkü kendi mülkünü kullanmış
olur) demek istiyor. Yani Müslümanları Cehenneme, kâfirleri
Cennete atsa, adaletine aykırı olmaz; ama Müslümanları Cennete,
kâfirleri Cehenneme koyacağına söz vermiştir. Sözünden
dönmeyeceğini de bildirmiştir. Yani mümin olarak ölen, garanti
Cennete gidecek, kâfir olarak ölen ise sonsuz olarak Cehennemde
kalacaktır.
Sakatların suçu yok
Sual: Ana babanın hatası, sarhoşluğu veya hastalığı sebebiyle,
kör, topal, sağır, dilsiz, geri zekâlı veya sakat olarak doğan bebeğin
günahı nedir?
CEVAP
Gerçek Müslüman, Allahü teâlânın rızasından başka muradı
olmayan kimsedir. Allahü teâlâ emrettiği için rızık kazanmaya çalışır.
Çalışırken ibadetlerini terk etmez ve haram işlemez. Kazanırken de,
kazandığını sarf ederken de dinimize uyar. Böyle kimseye zenginlik
de, fakirlik de faydalı olur. Fakat böyle olmayan kimse, Allahü
teâlânın kaza ve kaderine razı olmaz. Fakir olunca az diye itiraz
eder. Zengin olursa, doymaz, daha ister. Kazandığını haramlara sarf
eder. Zenginliği de, fakirliği de, dünyada ve ahirette felaketine sebep
olur.
Körlük, topallık ve diğer sakatlıkların faydalı veya zararlı olması
insandan insana değişir. Kimi, Allahü teâlânın takdirine razı olduğu
için, sonsuz olan Cennet nimetlerine kavuşur, kimi de razı olmadığı
için, sonsuz olan Cehennemde cezaya müstahak olabilir.
Bir kimse kendisi için sakatlığın faydalı veya zararlı olduğunu
bilemez.
Bazısı illa son model bir arabasının olmasını ister. Arabayı alıp
çoluk çocuğuyla bir dereye uçabilir. Onun için, illa bir şeyin olmasını
değil, hayırlı olmasını istemelidir!
Çocuğun sakat olarak doğmasında kendi günahı yoktur. Eğer
bunda ana babasının kusuru varsa, günahı onlara aittir. Görmeyen
bir kimse, eğer kör olmasaydı kötü işler peşinde gezip, dünya ve
ahiretini mahvedebilirdi. Kimi de kör olduğu için isyan edip,
Yaratıcının takdirine razı olmaz ve ebedi felaketine sebep olur.
Kör olan bir Müslüman, Cennete gider. İki hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ, iki gözü olmayan Müslümanı Cehenneme
koymaz.) [Taberani]
(Gözsüz kimse, sabrederse, Allahü teâlâ ona Cenneti verir.)
[Buhari]
Yalnız gözü olmayan değil, diğer sakatlıkları olan da
sabrederse, ölürken, kabirde ve mahşer yerinde sıkıntı çekmeden
Cennete girer. Cennette ise sakatlık yoktur. İmansız olan, sağlam
da, sakat da olsa, yeri sonsuz olarak Cehennemdir.
Herkes eşit yaratılsaydı
Sual: Bazıları, (Allah; kimini sağlam kimini sakat, kimini uzun
kimini cüce, kimini güzel kimini çirkin, kimini zengin kimini fakir,
kimini beyaz kimini zenci, kimini akıllı kimini deli yaratmıştır. Herkesi
eşit yaratsaydı daha iyi olmaz mı?) diyorlar. Ben de Allah en iyisini
yaratır. İyi olsaydı eşit yaratırdı. Demek ki bizim bilmediğimiz şeyler
var dedim. Tatmin olmadılar. Ne demelidir?
CEVAP
Siz en güzel cevabı vermişsiniz. Ondan daha güzeli olmaz.
İnsanın yaradılış gayesi bilinmeyince, dünyadaki olayların
sebebi anlaşılamaz. Allahü teâlâ, dünya ve ahireti, sevgili kulu ve
resulü Muhammed aleyhisselam için yarattı. Diğer canlı ve cansız
varlıkları da, insanoğlunun istifadesi için yarattı. Dünya zevk için
yaratılmadı. Ahiret ise, ebedi mükâfat ve ceza yeridir. Dünya,
ahiretin imtihan yeridir. Herkes her bakımdan eşit olsa, imtihanın
manası kalmaz, iyi ile kötü ayrılmazdı. Allah’ın emir ve yasaklarına
uymakla çeşitli sıkıntılar çekilecek, itaat edenle, isyan eden,
birbirinden ayrılacaktır.
İnsan cansız varlık gibi, ot veya hayvan gibi değil, kulluk ve
imtihan için yaratıldı. İnsan, ihtiyaçsız, sıkıntısız ve her bakımdan
eksiksiz yaratılsaydı, imtihan ve dünya manasız olurdu. İnsanların,
hayvanların ve kâinattaki canlı, cansız diğer yaratıkların hareketleri,
akılları durdurucu sistemleri incelenince, her şeye gücü yeten
Rabbimizin dünyayı maksatsız yarattığı düşünülemez.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İnsanlar, dünyada, birkaç gün dert çekmeselerdi, Cennetin,
ebedi sıhhat ve afiyet nimetlerinin sonsuz lezzetlerinin kıymetini
bilmezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı
çekmeyen rahatlığın kıymetini bilmez.
Herkes, her bakımdan eşit yaratılsaydı, büyük bir felaket olur,
toplumlar olmazdı. İnsanlar, boy, renk, şekil, akıl, zenginlik, sıhhat,
kuvvet, güzellik, ahlâk gibi her hususta eşit olunca, tornadan çıkmış
gibi eşit, yani birbirinin aynı olunca milyarlarca insanı birbirinden
ayırmak mümkün olmaz. Karı koca birbirini tanıyamaz, insan hanımı
ile kızını ayırt edemez, hayat felç olur. Sırf bu şekil benzerliği
bakımından, binlerce problem ortaya çıkar. Diğer sahadaki eşitlikler
görülmeden, yaşanmadan hayat söner.
Herkes bilgi ve kültür bakımından da eşit olunca, gazeteye,
kitaba, filme ihtiyaç kalmaz. Güreş, koşu, yüzme gibi sporlar ve
yarışlar olmaz; çünkü herkes aynı kabiliyettedir.
İyinin kıymeti, kötü ile bilinir. Herkes iyi olunca, iyinin kıymeti
kalmaz. Çirkinlik olmayınca, güzellik anlaşılmaz. Hastalık olmayınca
sağlığın kıymeti bilinmez.
Bir kimse, okuyup her bakımdan mükemmel bir insan olmak
ister. Herkes aynı olursa, kim kimden üstün olacaktır? Âmirsiz,
memursuz, işçisiz, patronsuz toplum olmaz.
Her hususta eşitliğin zararları sayılamayacak kadar çoktur.
Onun için Allahü teâlâ, her şeyi hikmetli ve adaletli yaratmıştır.
Adalet olunca işler düzgün yürür. Mesela beş parmağın beşi de aynı
olsaydı, başparmak diğerlerinin arasında olsaydı, bugünkü kadar
verimli iş yapılamaz, büyük eksiklik olurdu.
Adaletli yaratılmak, eşit yaratılmakla mukayese bile edilmez.
Aynı ana babadan, zekâları, kabiliyetleri farklı çocukların
yaratılması, milyarlarca insanın birbirine benzememesi, hatta
parmak izlerinin farklı olması bile, Allahü teâlânın kudretinin
sonsuzluğunu göstermektedir. Onun kudreti sonsuz, şânı çok
yücedir.
Özel işe karışmak
Sual: Ateistler, (Bazı insanların cüce, sakat veya çirkin
yaratılması adaletsizliktir, her şey düzgün, eşit yaratılmalı idi)
diyorlar. Bunlara nasıl bir cevap verebiliriz?
CEVAP
Buna benzer bir sualin cevabı, önceki yazıda vardı. Bir âyet-i
kerime meali şöyledir:
(Dinlerine uymadıkça, Yahudilerle Hıristiyanlar senden asla
hoşnut olmazlar.) [Bekara 120]
Bu ateistlere de, her konuda delil getirilse, ispat edilse, yine
onların dinini yani dinsizliklerini kabul etmedikçe Müslümanları
sevmezler ve İslamiyet’i kötülemeye devam ederler.
Bir yılanın, beni niye yılan yarattın, beni aslan yaratsaydın
demeye hakkı olur mu?
Aslan da, beni niye hayvan olarak yarattın, beni de insan
yaratsaydın daha iyi olmaz mı idi demeye hakkı var mı?
Bu her hayvan için böyledir. Domuz, karınca, akrep, sinek,
hepsi benzer şeyler söyleyebilir.
Fakirin beni niye zengin yaratmadın diyerek Allah’tan hesap
sormaya kalkması uygun olur mu?
Erkek, şimdi rağbet güzel ile zengine, beni niye kadın
yaratmadın dese uygun olur mu? Onu domuz veya köpek olarak da
yaratabilirdi.
Kadın, ben güçlü bir pehlivan olmak isterdim, beni niye erkek
yaratmadın dese uygun olur mu?
Zenci, beni niye beyaz yaratmadın diyebilir mi?
Bunları çoğaltmak, hatta ne olursa tersini iddia etmek
mümkündür. Bir çiftlik sahibi, aynı cins hayvanları ayrı yere koysa
veya her birine ayrı yer yapsa yahut bazı cins hayvanları aynı ahıra
koysa, buna kimin ne demeye hakkı vardır? Yahut canı isteği zaman
bir kuzu veya tavuk kesip yese, buna kim ne diyebilir? Çünkü
hayvanlar adamın malıdır, istediği şekilde besler, istediklerini kesip
yiyebilir. Kâinattaki her şey de Allahü teâlânın mülküdür, dilediği gibi
kullanabilir. Buna kimse karışamaz. Başka bir kimsenin malını
kullansa o zaman bir haksızlık mevzubahis olabilir. Hiç kimsenin
özel işine karışılmaz.
Önce ölenin suçu
Sual: Hazret-i Âdem zamanında ölen biri, şimdiye kadar kabir
azabı çekti. Şimdi ölen ise, ona göre daha az azap çekecektir. Bu
Allah’ın adaletine uygun mu deniyor. Önce ölmek suç mudur?
CEVAP
Önce ölmek niye suç olsun ki? Allahü teâlâ, hiç kimseye fazla
ceza vermez. Hatta günahların çoğunu da affeder. Hadis-i şerifte,
(Kabir ya Cennet bahçesi veya Cehennem çukurudur)
buyuruluyor. Hazret-i Âdem zamanında ölen biri, salihse, hep
Cennet bahçesindedir, kabirde çok kalmasının onun için hiç
mahzuru olmaz. Ölen kâfirse, kabirde çeşitli azaplara maruz kalır.
Kabir azabı, Cehennem azabı yanında çok hafif kalır. Ölen
günahkâr Müslüman ise, çektiği kabir azabı günahlarına kefaret
olur. Kabirde çok kalır da, çektiği azap sebebiyle günahı kalmazsa,
dirilirken günahsız olarak dirilir.
Azap kimine çok hafif, kimine çok ağır yapılabilir. Hazret-i Âdem
zamanında ölen birisine çok hafif azap yapılsa, mesela birine pire
ısırır gibi azap olsa, diğerine iğne sokulur gibi olsa, dün ölene de
bıçak saplar gibi, kılıçla doğrar gibi azap olsa, hangisi daha çok
sıkıntı çeker? Hiç kimse günahından çok azap çekmez. Hiç kimseye
zerre kadar haksızlık yapılmaz. Birine her gün bir sopa vurulsa,
ötekine de her saat başı sopa vurulsa, aynı gün ölmelerine rağmen
ikisi farklı azap çeker. Demek ki, kabirde çok kalmak, çok azap
çekmeyi gerektirmediği gibi, az kalmak da azap çekmeye mani
olmuyor. Herkes günahı kadar ceza çekiyor.
Kabir azabına inanmayan bazı kimseler de, (Hesap görülmeden
ceza verilmez) diyorlar. Bunlar hâşâ Allahü tealanın, onların
suçlarını bilmediklerini mi sanıyorlar? Hiç mizan kurulmasa da, yine
cezaları bellidir. Kiramen kâtibin denilen melekler, amellerimizi, nasıl
olduğunu bilmediğimiz kamera gibi bir alete kaydediyor. Bütün
uzuvlarımız, işlediğimiz suçlara şahitlik yapacaktır. Hiç kimse
suçlarını inkâr edemeyecektir.
Suçluya ceza zulüm müdür?
Sual: Bir ateist, (Kâfir niye Cehenneme gidip azap görsün ki?
Kâfiri Allah yaratmadı mı? Ne diye O Cehenneme atıyor? Bu
insanlığa, adalete yakışır mı, zulüm değil mi) diyor. Ne cevap
verebiliriz?
CEVAP
Cezasız sistem olur mu? Suçluya ceza, hiç zulüm olur mu?
Düşünün, bir kimse, çoluk çocuk, genç-ihtiyar, kadın-erkek, hastasağlam,
suçlu-suçsuz demiyor, yüzlerce kişiyi öldürüyor, gözlerini
çıkarıyor, ölülerini de yakıyor. Bu vahşi yaratık ölüm cezasına
çarptırılmalı dendiği zaman, (Ölüm cezası, barbarlıktır, bu insanlığa,
adalete yakışmaz) deniyor. Cani yüzlerce kişiyi öldürüyor, onunki
sanki insanlığa uygunmuş gibi kabul ediliyor, cani savunuluyor. Bu
da, diğer canilere kötü örnek oluyor, onlara cesaret veriyor, sanki
öldürmek teşvik ediliyor. Eğer bu caniye, Amerika’daki gibi ölüm
cezası verilse, diğer caniler bundan çekinebilir. En azından suçsuz
insanları öldürenlerin sayısı çok azalır. Ceza hafif olursa suç oranı
yükselir, ceza ağır olursa suç oranı azalır. Maksat, insanların
ölmesini önlemek, onlara iyilik ise cezalar ağır olmalıdır. Eğer
insanların öldürülmesine önem verilmiyorsa, öldürenlere hiç ceza
verilmemelidir. Bunların hangisi adalettir? Suçluyu serbest bırakmak
mı, yoksa suçu önleyecek ceza vermek mi?
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, suçlu suçsuz bütün insanları Cehenneme koyup,
sonsuz azap yapsaydı, kimin bir şey söylemeye hakkı olabilirdi?
Çünkü kendi yarattığı, yetiştirdiği mülkünü kullanıyor. Başkası yok
ki, onun mülküne tecavüz olsun ve zulüm denilebilsin. Hâlbuki
insanların kullandığı mallar, mülkler, gerçekte onların değil, hepsi
Allah’ındır. Bizim bunlara el uzatmamız, karışmamız zulüm olur.
Allahü teâlâ, bu dünyanın düzeni için ve bazı faydalı şeylere yol
açması için, bunları bize mülk kılmış ise de, gerçekte hepsi
Onundur. O halde, bizim bunları, asıl sahibinin izin verdiği kadar,
izin verdiği şekilde kullanmamız gerekir.
Ateist bir yaratıcıya inanmadığı için böyle soru soruyor. Eğer
her şeyi yaratanın Allah olduğuna inansaydı böyle soru soramazdı.
Çünkü bir kimse kendi evindeki eşyaları istediği gibi kullanamaz mı?
Eskiyenleri veya yenilerini çöpe atamaz mı? Mal onunsa istediği gibi
tasarruf hakkına sahip değil mi? Allahü teâlâ da kendi yarattıklarını
suçsuz da olsa Cehenneme atabilir. Ama ihsan ediyor, suçsuzu
Cehenneme atmıyor, yani iman edenleri Cehenneme atmıyor.
Kanunlara karşı gelen, onları çiğneyenin cezalandırılması normal
ise, Allah'ın emrine uymayanların da cezalandırılması niye zulüm
olsun?
Küfür ve zulüm
Sual: Bir kâfir, yaşadığı yüz sene içinde işlediği günahlar için
sonsuz olarak Cehennemde kalmasına zulüm diyen Almanlar vardır.
Yüz senelik kâfirliğin karşılığı niçin sonsuz cezadır?
CEVAP
Bunun hikmetini Cenab-ı Hak açıkça bildirmemiştir. Bazı âlimler
bildiriyor ki:
Kâfirler, sonsuz yaşasaydı, sonsuz kâfir kalmak niyetinde
oldukları için, küfürlerinin cezası Cehennemde sonsuz azaptır.
Bunun için kâfirlere olan ebedi azaba zulüm denilemez.
Allah’a güvenmek ve tevekkül
Allah bes, bâki heves
Sual: Allah bes, bâki heves ne demektir?
CEVAP
Bes, kâfi, yeter, yetişir demektir. Bâki, kalan demektir. Heves
ise, nefsin isteği, geçici arzu demektir. Allah bes diyen, Allahü
teâlâya tevekkül etmiş olur. Tevekkül, vekil etmek, işini başkasına
havale etmektir. Istılahta ise, Allah’a güvenmek, Ona dayanmaktır.
Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan acı
olayların, ezelde takdir edildiğini bilip, üzülmemek, Allah’tan geldiğini
düşünerek seve seve karşılamaktır. Allah bes diyen, [Ona tevekkül
eden] yani onu vekil eden kurtulur. [Vekil: koruyucu, gözetleyici,
bakıcı, yardımcı.]
Bes Farsçadır. Allah bes ifadesinin Arapçası, Hasbiyallah
demektir. Hasbiyallah, Allah bana yetişir demektir. Hasbiyallahü ve
ni’mel vekil ise, Allah bana yetişir, O, güvenilip dayanılan ne güzel
vekil, demektir. Hasbünallahü ve ni’mel vekil ise, Allah bize yetişir,
O, güvenilip dayanılan ne güzel vekil, demektir. Kur’an-ı kerimde,
cesur müminlerin, (Hasbünallahü ve ni’mel vekil) dedikleri
bildiriliyor. (Al-i İmran 173)
Allahü teâlâ, Peygamber efendimize buyuruyor ki:
(Sana hile yapmak isterlerse, Allah sana kâfidir.) [Enfal 62]
([Ey resulüm, senden] yüz çevirirlerse, “Hasbiyallahü la ilahe
illa hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbül arşil azim” de! = Allah
bana kâfidir, Ondan başka ilah yoktur, ben sadece Ona güvenir,
Ona dayanırım. O büyük Arşın sahibidir.) [Tevbe 129] (İlla hüve
kelimesinde durulursa, illa hü diye durulur.)
(De ki: Hasbiyallahü aleyhi yetevekkel-ül-mütevekkilün= Bana
Allah yeter, güvenip dayanacaklar, ancak Ona güvenip
dayanırlar.) [Zümer 38]
(Allah’a dayan; vekil olarak Allah sana yeter.) [Nisa 81]
(Müminlere, "Düşmanlarınız, size karşı asker topladı;
onlardan sakının" denildiğinde bu, onların imanlarını arttırdı ve
"Hasbünallahü ve ni’mel vekil" dediler.) [Al-i İmran 173]
Zümer suresinin 36. âyetinde mealen, (Allah kuluna kâfi değil
mi) buyuruluyor. Evet, (Allah bes) demeliyiz. Böyle kimseye de
şeytan musallat olamaz. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(İman edip de yalnız Rablerine tevekkül eden kimselere
şeytan hâkimiyet kuramaz.) [Nahl 99]
Her Müslümanın Allahü teâlâya tevekkül etmesi farzdır.
Tevekkül imanın şartıdır. Çünkü âyet-i kerimede mealen
buyuruluyor ki:
(Eğer imanınız varsa, Allah’a tevekkül ediniz!) [Maide 23]
Bir insan için en büyük makam, Allahü teâlânın rızasına,
sevgisine kavuşmaktır. O halde tevekkül etmek gerekir. Çünkü
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah, tevekkül edenleri elbette sever.) [Al-i İmran 159]
(Dünya hayatında size verilen nimetler geçicidir. İman edip,
Rablerine tevekkül edenler, Ona güvenip dayananlar için,
ahirette verilecek Allah’ın indindeki mükâfat ise, dünya
nimetlerinden daha hayırlı ve daha süreklidir.) [Şurâ 36]
Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Hasbiyallahü ve ni’mel vekil sözü her korku için bir
emniyettir.) [Deylemi]
(Sabah akşam 7 kere, “Hasbiyallahü la ilahe illahü, aleyhi
tevekkeltü ve hüve Rabb-ül arşil azim” okuyan, dünya ve ahiret
sıkıntısından kurtulur.) [İbni Sünni]
(Bunu on defa okuyanın sıkıntısını Allahü teâlâ giderir.)
[Şir’a]
(Sıkıntılı iken “Hasbünallahü ve ni’mel-vekil” deyiniz!) [İbni
Merdeveyhi]
(Tedbir almakta acizlik gösterme! Tedbire rağmen bir işe
gücün yetmezse, “Hasbiyallahü ve ni’mel-vekil de!) [Buhari]
(İbrahim aleyhisselam ateşe atılırken, “Hasbiyallahü ve ni’mel
vekil” [Bana Allah’ım yetişir, O ne iyi yardımcıdır] dedi.) [Hatib]
Kur’an-ı kerimde de aynı şey bildiriliyor:
(De ki, Allah bana kâfidir.) [Zümer 38]
Allahü teâlâdan başka güvenilecek, dost edinilecek hiç kimse,
hiçbir şey yoktur. Allahü teâlâdan başkasına sığınmak, örümcek
ağına sığınmaya benzetilmiştir. Âyet-i kerimede mealen buyuruluyor
ki:
(Allah’tan başka dost edinenin hali, örümceğin durumuna
benzer. Hâlbuki barınakların en çürüğü örümcek yuvasıdır.)
[Ankebut 41]
O halde Allah bes [hasbiyallah] demek ve bu sözde İbrahim
aleyhisselam gibi durmak gerekir.
Bâki heves, masivadır, Allah’tan gayrı şeylerdir. Allah’tan gayrı
şeylerle uğraşmak ise faydasız işle vakit geçirmektir. Hadis-i şerifte,
(Bir kimsenin faydasız işle vakit geçirmesi, Allahü teâlânın, onu
sevmediğine alamettir) buyuruldu. (Mek. Rabbani)
On cümle
Muhammed bin Hişâm anlatır: Ma’rûf-ı Kerhî bana; “Sana;
dünya ve ahiret saadeti için on cümle öğreteyim. Böyle dua
edenin duası kabul olur” dedi. “Yazayım mı” dedim. “Hayır, Behr
bin Hâris nasıl tekrar ederek bana öğrettiyse, ben de aynı şekilde
sana öğretirim” diyerek şu hadisi bildirdi:
(Her namazdan sonra [dua ederken], şu on cümleyi
söyleyenin dualarını Allahü teâlâ kabul eder:
1- Dinim için Allah bana kâfidir.
2- Dünyam için Allah bana kâfidir.
3- [İki cihan] endişelerim için Allah bana kâfidir.
4- Haset eden için Allah bana kâfidir.
5- Bana haksızlık eden için Allah bana kâfidir.
6- Kötülük etmek isteyen için Allah bana kâfidir.
7- Ölüm anında Allah bana kâfidir.
8- Kabirde Allah bana kâfidir.
9- Mîzanda Allah bana kâfidir.
10- Sıratta Allah bana kâfidir.
Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah bana kâfidir.
Ona tevekkül eder, Ona yalvarırım.) [Nevadir-il Usul, Hakîm-i
Tirmizi]
İnsanlara ihtiyacını söylemek
Sual: (İhtiyaçları insanlara bildirmemeli) deniyor. Bildirilmeyince
ihtiyacımız nasıl karşılanır?
CEVAP
Burada, ihtiyaçların karşılanmasını Allahü teâlâdan değil de,
insanlardan beklemek kastediliyor. Yani sebebe yapışmak için,
ihtiyacımızı başkasına bildirsek de, yine ona değil Allahü teâlâya
güvenmek ve Ondan beklemek gerekir. Hadis-i şerifte, (İnsan,
ihtiyaçlarını, Allah’a havale ederse, ihtiyaçlarını [meydana
getirecek sebepleri] ihsan eder) buyuruldu. Mesela, herkesin ona
merhamet ve hizmet etmesini temin eder, böylece ihtiyaçları
görülmüş olur. Başka bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(İnsan, ümit bağladığı yere havale edilir. Eğer Allah’tan
başkasına ümit bağlamazsa, Allahü teâlâ da onun işini kendi
üzerine alır, başkasına havale etmez.) [Hâkim]
Kim Allah içinse, Allah da onun içindir. Allahü teâlâ, her işte
rıza-i ilahiyi düşüneni kendi himayesine alır. İnsanların rızasını
gözetip, Rabbimizin rızasına uymayanların işini insanlara bırakır.
Yahya bin Muaz-ı Razi hazretleri buyuruyor ki: İnsanlar seni,
Allah’ı sevdiğin kadar sever. Allah’tan korktuğun kadar, senden
korkarlar. Allah’a itaat ettiğin kadar, sana itaat ederler. Ona itaatin
nispetinde, sana hizmet ederler. Hülasa, her işin, Onun için olsun!
Yoksa hiçbir işinin faydası olmaz. Hep kendini düşünme! Allahü
teâlâdan başka, kimseye güvenme!
İmam-ı Rabbani hazretleri, (Eşin, dostun gönüllerini yapmak
için, kendini günaha sokmak ve ahiretin sonsuz azaplarına atılmak,
aklı olanın yapacağı iş değildir) buyuruyor.
Ebu Muhammed Raşi hazretleri buyuruyor ki:
Kendin ile Allahü teâlâ arasında en büyük perde [engel], hep
kendi menfaatini düşünmek ve kendin gibi, bir acize güvenmektir.
Sofilik, istediğin her yere gidebilmek ve bulutların gölgesinde rahat
etmek ve herkesten hürmet görmek değildir. Her halinde Allahü
teâlâya güvenmektir.
Önce Allah’a, sonra sana
Sual: Birine bir şey verirken yahut çocuğunu bırakırken, (Önce
Allah’a, sonra sana emanet ediyorum) demek caiz midir? (Allah’a
pek güvenmiyorum, onun için sana da emanet ediyorum)
anlamı çıkmaz mı?
CEVAP
Müslüman, o manada söylemez. Emanet edilecek asıl yerin,
Allahü teâlâ olduğunu bilir. Zaten bu sözüyle bunu bildiğini ve buna
iman ettiğini de bildiriyor, ayrıca bu kıymetli bilgiyi karşısındakine de
hatırlatıyor, yani sen de bunu unutma demeye getiriyor.
(Deveni bağla, sonra Allahü teâlâya tevekkül et) hadis-i
şerifi, sebeplere yapıştıktan sonra, neticesini Allah’a bırakmak
gerektiğini bildiriyor. Birisine çocuğunu emanet etmek, deveyi
bağlamak gibidir. Deveyi bağlamadan Allah’a emanet etmek,
tevekküle aykırıdır.
(Önce Allah’a, sonra sana emanet ediyorum) demek, (Bunu
sana emanet ediyor, Allah’a da tevekkül ediyorum) demektir. Yoksa
(Allaha güvenmediğim için, sana emanet ediyorum) demek değildir.
Tefviz şiirinin açıklaması
Sual: Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin Tefvizname isimli
şiirini anlamakta güçlük çekiyorum. Açıklar mısınız?
CEVAP
Şiir açıklamak çok zordur. Bu şiirde tefviz işleniyor. Tefviz, her
şeyin Allah’ın takdiri ile olduğuna inanmak, işlerini Allahü teâlâya
havale etmek, Onu kendine vekil yapmak, Ona tevekkül edip
güvenmek, Ondan gelene güzelce sabretmek demektir. Bu zor ise
de çok kıymetlidir. Tevekkülün zirvesine çıkan İbrahim aleyhisselam,
ateşe atılırken bile tevekkülünü bozmadı.
Şiir şöyle başlıyor:
Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki gayr eyler
Arif onu seyr eyler
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Şöylece de sona eriyor:
Vallahi güzel etmiş,
Billahi güzel etmiş,
Tallahi güzel etmiş
Allah görelim netmiş
Netmişse güzel etmiş.
Şimdi baştan sıra ile açıklayalım:
1- Allahü teâlânın; kötü işin neticesini hayra çevirdiği çok
görülmüştür. Arif olan bunu kolayca anlar. Kur'an-ı kerimde mealen
buyuruluyor ki:
(Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de,
kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.) [Bekara 216]
Bir misal verelim: Hudeybiye anlaşmasına göre, bir kâfir
Müslüman olursa, Müslümanlar bunu aralarına alamayacaklar, fakat
Müslüman olduktan sonra tekrar kâfir [mürted] olanı ise, müşrikler
tekrar saflarına alacaktı. Görünüşte bu anlaşma Müslümanların
aleyhine idi. Peygamber efendimiz, neticeyi peygamberlik nuru ile
görüp imzaladı. Anlaşma Müslümanların lehine neticelenince,
müşrikler, anlaşmayı bozmak zorunda kaldılar. (M. Ledünniyye)
Üniversitede bir yıl sınıfta kalmak birkaç yönden zararlıdır.
Memuriyet hayatına bir yıl sonra girilir. Bir yıl sonra emekli olunur.
Bir yıllık maaştan mahrum kalınır. Bir yılı kaybetmiş olur.
Yakından tanıdığım bir arkadaş, sınıfta kalınca üzülür. Fakat o
yıl yeni arkadaşlarla tanışır. Eyyamcı olan bu genç, o arkadaşlarının
sayesinde iyi bir Müslüman olur. Sınıfta kalması onun için büyük bir
nimet olur.
Yakışıklı bir genç felç olur. Felç olduktan sonra ehl-i sünnet
âlimlerinin kitaplarını okur. Dinini doğru olarak öğrenir ve yaşamaya
başlar. Hâlbuki önceden dinden imandan habersiz yaşıyordu. Hiçbir
nasihat de kâr etmiyordu. Şimdi bu nimete kavuşmasına sebep olan
felç hastalığı için Allahü teâlâya devamlı hamd eder.
Demek ki, (Hoşlanmadığımız bir şey bizim için hayırlı)
olabiliyor. İnsan, bir işin sonucunun iyi mi, kötü mü olacağını
bilemez. Hayır zannettiği çok şey, şerle, şer zannettiği çok şey de,
hayırla neticelenebilir. Bunun için bir işte ısrar etmemelidir.
2- Tevekkül edip işlerini Allah’a havale eden ve sonucu sabırla
bekleyen Müslüman, rahat eder. İkinci üçlükte tevekkül, tefviz,
sabır ve rıza var.
Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan acı
olayların, ezelde takdir edildiğini bilip, üzülmemek, Allah’tan geldiğini
düşünerek seve seve karşılamaktır.
Başa gelen işe sabredilirse ecri görülür. Sabredilmezse, günaha
girilir ve sıkıntıya düşülür. Sabır, tökezlemeyen binektir. Sabır, acı
ise de meyvesi tatlıdır.
Sabır üç çeşittir:
Belaya sabır, din bilgilerini öğrenirken ve ibadet yaparken sabır,
günah işlememek için sabır. Sabrın önemi büyüktür. Kur'an-ı
kerimde mealen buyuruldu ki:
(Sabretmekte yarış edin!) [Al-i İmran 200]
(Allah sabredenlerle beraberdir.) [Bekara 153]
(Sabredenlere, mükâfatları hesapsız verilir.) [Zümer 10]
3- Kalbini Ona bağla, her şey takdirledir. Tedbir takdiri
bozamaz. Tedbirli ol; fakat tedbirine güvenme!
4- Merhametle yaratan, bol rızık veren Hak teâlâ, tevekkül
edenin her işini en iyi şekilde yapar.
5- Hacetleri bitiren Allah’a yalvar, Ondan kaçma! Nefsine uyup
başkasına el açma!
6- İlle de şu iş şöyle olsun deme! Eğer o iş, istemediğin şekilde
olmuşsa, hiç üzülme, Hakkın takdirine razı ol!
7- Boş yere üzülme, her iş Haktandır, öyle olmasında sayısız
hikmet vardır.
8- Allahü teâlânın her işi düzgündür, aklımız almasa da hepsi
uygundur.
9- İşini Hakka bırak, uzakları çok yakın, yakını eder ırak,
10- Onun işinde hata olmaz. Onun emrine uymayan yanar.
Yeter ki sabretmeyi bil.
11- Bu işler niye böyle deme. Bunlar her zaman böyle. Mühim
olan işin sonudur.
12- Nefsine uyup da, hiç kimseyi hor görme, kalbini kırma!
Bağırıp çağırma!
13- Müminde hile olmaz, fitne çıkarmaz. Ondan zarar gelmez.
Arife tarif olmaz.
14- Onu vekil edip kadere razı olarak güzel sabretmek hoş,
bundan gayrısı boş.
15- Allahü teâlâ, kendisini anana, imdat diyene yardım eder.
16- Çaresiz kalsan, yazdırır ferman, hemen bulunur derdine
derman, köle iken olursun sultan.
17- Kâh ağlatır, kâh güldürür. Kimini yaşatır, kimini öldürür.
Yaratmakla yorulmaz, hikmetinden sorulmaz.
18- Nimet verir ve alır, zarar ve fayda verir, alçaltıp yükseltir.
19- Kalbleri değiştirir, kimini susuz bırakır, kimine kevser içirir,
herkesi değişik bir imtihandan geçirir.
20- Kimini huysuz yapar, kimine güzel huy verir, kimini sevip
sevdirir.
21- Kimini çok renkli, kimini renksiz, kimini gamlı, kimini gamsız
yapar.
22- Az yiyip içen az uyur, hantallıktan kurtulur, zihni açılır,
rahmet saçılır.
23- Herkesle gezme, dostunu üzme, Hak sese ver kulak, nefsin
gibi olma ahmak.
24- Maziyi bırak, istikbale de dalma, hep bugünü de düşünme!
25- Tembelliği söküp at, Allah’ı eyle hep yâd, rıza-i Haktır
maksat.
26- Kötüdür gaflet, agâh ol gayet, arayan bulur Mevlayı elbet.
27- Her sözden öğüt al, her şeydeki güzelliği gör, bunlar sana
ganimet.
28- Allah’ın ihsanı olarak sonsuz kurtuluşu müjdeleyen birçok
işaret var.
29- Söyleyene değil, söyletene bak, her sözden faydalan ibret
alarak
30- Hakkın rızasına kavuşmak için, edep ve güzel ahlak sahibi
olmak gerekir.
Son mısralarda, Allahü teâlânın, her şeyi güzel yarattığı, akrep,
yılan, fare gibi zararlı hayvanları yaratmasında, birçok hikmet
bulunduğu, yerde ve göklerde faydasız hiç bir şey yaratmadığı, üç
defa yemin edilerek kesin bir şekilde bildirilmektedir.
Edepsiz şair
Sual: Bir şair, Müslümanların tevekkülü, çalışmadan yan gelip
yatmak olarak anladıklarını iddia ederek, aşağıdaki ifadeleri
kullanıyor:
(Çalışmayı bırak, öyle ya Mevla ücretle tutulmuş işçindir senin.
Sen kahveye git. Bütün işleri Rabbin görür, çünkü vazifesidir onun.
Daralınca başın, "Hızır'ı gönder" dersin. Evdeki hastana da Mevla
bakacak. Demek Allah senin her şeyin, yanaşman ırgadın o. Aile
doktorun eczacın o. Böyle tevekkül olmaz. Huda'yı kul yaptın,
kendin Huda oldun.)
Hangi Müslüman böyle tevekkül eder ki? Diyelim ki, böyle
tevekkül eden Müslümanlar da var. Böyle Müslümanları
kötüleyeceğim diye, Allahü teâlâ için böyle çirkin benzetmeler yapılır
mı? Bunlar dinimize uygun mu?
CEVAP
Hâşâ hiçbir Müslüman Huda'yı kul yapmaz, kendisi de Huda
olmaz. (Kâfirleri yakacağın yerde, tuttun Müslümanları yaktın)
diyerek Allahü teâlâyı suçlayan birisinin böyle sözleri
yadırganmamalı, çünkü o, mason Abduh'un talebesidir. Onun gibi
reform isteyen biridir. Bunlardan, yanlış değil, Ehl-i sünnete uygun
bir söz görülürse, o zaman şaşmak gerekir.
Allah Cennette görülecektir
Sual: Cennet nimetleri yalnız bedene mi olacaktır? Müminler
ahirette ve Cennette Allahü teâlâyı görecekler mi?
CEVAP
Cennet nimetlerini, lezzetlerini yalnız bedenin lezzeti zannetmek
yanlıştır. Dünyada yükselmeye başlayan bir ruh, bedenden
ayrılınca, kıyamete kadar, her an yükselmeye devam eder.
Cennette beden, sonsuz kalabilecek evsafta dünyadakinden
bambaşka özellikte var olacaktır. Yükselmiş olan ruh, bu ceset ile
birleşerek kıyamet hayatı başlayacaktır. Cennette, bedenin ve ruhun
çok farklı nimetleri, lezzetleri olacaktır. Yüksek olanlar, Cennette de
ruhun lezzetlerine önem vereceklerdir. Ruhun lezzeti, bedenin
lezzetlerinden çok farklı ve çok fazla olacaktır. Ruhun lezzetlerinin
en tatlısı, en yükseği de, Allahü teâlâyı cemal sıfatı ile görmek
olacaktır.
Cennet lezzetlerinin tadını alabilmek için, önce acı, sıkıntı
çekmek lazım değildir; çünkü Cennetteki bedenin yapısı, dünyadaki
gibi değildir. Dünyadaki beden, yok olacak bir halde yaratıldı.
Takriben yüz sene dayanacak kadar sağlamdır. Cennetteki beden
ise, sonsuz kalacak, hiç yıpranmayacak sağlamlıktadır. Aralarındaki
benzerlik, insan ile aynadaki hayali arasındaki benzerlik gibidir.
İnsan aklı, kıyametteki varlıkları anlayamaz. Akıl, his organları ile
duyulanları ve bunlara benzeyenleri anlayabilir. Cennet nimetlerini,
lezzetlerini, dünyadakilere benzetmek, onlar üzerinde mantık, fikir
yürütmek insanı, yanlış sonuçlara götürür. Bilinmeyen şeylerin,
bilinen şeylere benzetilmesi batıldır.
Allahü teâlâyı, dünyada baş gözü ile görmek caiz ise de, kimse
görmemiştir. Peygamber efendimiz Miracda, ahirete giderek
görmüştür.
Allahü teâlâ, kıyamette, mahşer yerinde, kâfirlere kahır ve celal
ile, yani azap edici olarak; salih müminlere ise, lütuf ve cemal ile
yani büyük bir nimet, büyük bir zevk olarak görünecektir. Cennette
de, cemal sıfatı ile görünecektir.
Müminlerin ahirette, Cennete girmeden önce de, girdikten sonra
da Allahü teâlâyı görecekleri Kur'an-ı kerimde açıkça bildiriliyor:
(Kıyamet günü ışıl ışıl parlayan yüzler, [müminler] Rablerine
bakacaklardır.) [Kıyamet 22, 23]
Meşhur bir hadis-i şerif meali de şöyledir. Peygamber efendimiz,
ayın on dördüncü gecesi, parlayan dolunaya bakıp buyurdu ki:
(Gökteki şu ayı nasıl net görüyorsanız, [siz müminler
Cennette] Rabbinizi, böyle açıkça göreceksiniz.) [Buhari, Müslim,
İbni Mace, Tirmizi, Ebu Davud, Nesai, İ. Ahmed, İbni Huzeyme, İbni
Hibban]
Yunus suresinin, (Güzel amel edenlere, hüsna [Cennet] ve
ziyadesi de vardır) mealindeki 26. âyet-i kerimesindeki ziyade
kelimesini Resulullah efendimiz rüyet [Allahü teâlâyı görmek] olarak
açıklayıp, (Dolunayı gördüğünüz gibi kıyamette Rabbinizi açıkça
görürsünüz) buyurdu. (Buhari)
Kâfirler, cemal sıfatı ile görme nimetinden mahrum
kalacaklardır. Bir âyet meali şöyledir:
(Onlar [kâfirler] o gün Rablerini [cemal sıfatı ile] görmekten
mahrumdur.) [Mutaffifin 15]
Allahü teâlâyı cemal sıfatı ile görmek büyük nimettir. Cennetteki
bütün nimetlerden daha üstündür. Kâfirler ise, Cennete
giremeyeceği için bu büyük nimetten mahrum kalacaklardır. Kâfirler,
ahirette Allahü teâlâyı kahır sıfatı ile göreceklerdir, ancak bu görme
bir nimet değil, büyük bir azap olacaktır.
İmam-ı Şafii, imam-ı Malik hazretleri gibi mezhep sahibi büyük
âlimler, (Bu âyet-i kerime, müminlerin Allahü teâlâyı cemal sıfatı ile
göreceklerine bir delildir. Çünkü öyle olmasaydı, Kâfirler
göremeyecek buyurulmazdı) demişlerdir. Hiç kimse denmiyor,
kâfirler göremeyecek buyuruluyor. (Hazin)
Araf suresinin 143. âyet-i kerimesinde, Musa aleyhisselamın
Allahü teâlâyı görmek istediği bildirilmektedir. Bu da Allahü teâlânın
görüleceğinin delilidir; çünkü bir peygamberin, imkansız olan şeyi
Allahü teâlâdan istemesi abes, hatta cahillik olurdu. Allahü teâlâ
hakkında caiz olan ve olmayan şeyleri bilmemek ise peygamberliğe
aykırıdır.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Ehl-i sünnet âlimleri, sözbirliği ile "Allahü teâlâ dünyada
görülmez" buyurdu. (1/283)
Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri buyuruyor ki:
(Dünyada Allahü teâlâyı gördüm diyen zındıktır. Evliyanın kalb
gözü ile görmesi rüyet değildir. Onlara şühud hasıl olmaktadır.)
(İtikadname)
İmam-ı Gazali hazretleri de, (Allahü teâlâyı dünyada görmek
mümkün olmaz) buyuruyor. (İhya)
Dünyada Allahü teâlâyı görmek imkânsız olduğu için Hazret-i
Âişe, (Resulullahın Allahü teâlâyı gördüğünü söyleyen yalan
söylemiş olur) buyurmuştur. (Buhari)
İmam-ı Rabbani, Mevlana Halid-i Bağdadi, Seyyid Abdülkadir-i
Geylani hazretleri gibi büyük zatlar ise, Peygamber efendimizin
Miracda Allahü teâlâyı gördüğünü, ancak bunun dünya görmesi ile
değil, ahiret görmesi ile görmek olduğunu bildirdiler.
Fıkıh ve hadis ilimlerinde müctehid ve evliyanın büyüklerinden
Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri buyuruyor ki:
Biz, Resulullahın Mirac gecesi Allahü teâlâyı görmesinin baş
gözü ile olup, kalble ve rüyada olmadığına iman ederiz. Zira Cabir
bin Abdullah, Peygamber efendimizin Necm suresinin (Andolsun
Onu, Sidretü'l-Münteha'nın yanında önceden bir defa daha
görmüştü) mealindeki 13 ve 14. âyet-i kerimeleri üzerine (Elbette
Rabbimi gördüm), (Ben sidretü’l-müntehada Rabbimi gördüm.
Öyle ki, ilahi vechinin nuru, benim için zahir oldu) buyurduğunu
bildirmiştir.
Allahü teâlâ Mirac gecesinde kendisini habibine aynen
göstermiş olduğunu, İbni Abbas hazretleri İsra suresinin tefsirinde
bildiriyor. Ve yine İbni Abbas hazretleri buyurdu ki:
Mirac gecesinde Resulullah, Allahü teâlâyı iki defa dünya gözü
ile görmüştür. Hullet Hazret-i İbrahim için, kelam Musa aleyhisselam
için, rüyet de Muhammed aleyhisselam için olmuştur. (Gunye)
[Hullet, dostluk, Kelam, konuşma, Rüyet, baş gözü ile görme
demektir.]
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
O Server, Mirac gecesinde Rabbini dünyada değil, ahirette
gördü. Çünkü o Server, o gece, zaman ve mekân çevresinden dışarı
çıktı. Ezeli ve ebedi bir an buldu. Başlangıcı ve sonu bir nokta olarak
gördü. Cennete gideceklerin, binlerce sene sonra, Cennete
gidişlerini ve Cennette oluşlarını, o gece gördü. İşte o makamdaki
görmek, dünyada görmek değildir. Ahiret görmesi ile görmektir. Bu
görmeyi dünyada gördü demek de mecaz olarak söylenmiştir.
Dünyadan gidip gördüğü ve yine dünyaya geldiği için dünyada
gördü denilmiştir. (1/283)
Allahü teâlâ, dünyada görülmez. Bu dünyada bu nimet nasip
olsaydı, herkesten önce Hazret-i Musa görürdü. Peygamber
efendimiz Miracda bu devletle şereflendi ise de, bu dünyada değildi.
Cennete girip oradan gördü. Yani ahirette görmüş oldu. Dünyada
iken, ahirete karıştı ve gördü. (3/17)
Necm suresinin, (Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı) mealindeki
17. âyet-i kerimesini imam-ı Rabbani hazretleri, (Mirac gecesinde,
gözü Allahü teâlâdan hiç ayrılmadı) diye açıklamakta ve Allahü
teâlâyı ahirette dünya gözü ile gördüğünü bildirmektedir. (1/129)
Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri buyuruyor ki:
Resulullah, Allahü teâlâyı Miracda gördü. Ancak bu görmesi
dünyadaki görmek gibi değil idi. (İtikadname)
Rüyada görmek, dünyada görmek değildir. Peygamber
efendimiz, Allahü teâlâyı rüyada gördüğünü Camiussagir’deki hadisi
şerifte bildirmektedir. İslâm âlimlerinden de rüyada görenler
olmuştur.
İmam-ı Nevevi hazretleri, (Enam suresi 103. âyetindeki Ona
gözler erişemez demek, Onun zatının hakikatini gözler idrak ve
ihata edemez demektir. Yoksa rüyet haktır) buyuruyor.
Bid'at fırkalarından bazıları, (Enam) suresinin 103. âyetini delil
getirerek, (Ona gözler erişemez) âyetine göre dünyada ve ahirette
Allah’ı görmek imkânsızdır dediler. Bunun yanlış olduğunu, Kur'an-ı
kerim ve hadis-i şerifler bildiriyor. (Beydavi)
İmam-ı Rabbani hazretleri, Enam suresinin 103. âyetini
açıklarken buyuruyor ki:
Müminler, ahirette ve Cennette Allahü teâlâyı göreceklerdir.
(3/44 ve 90)
İmam-ı a’zam hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ ahirette görülecektir. (Fıkh-ı ekber)
Kur'an-ı kerimde, (Dünyada kör olan, ahirette de kör olur)
buyurulması, kâfirler içindir. Müminler, ahirette Allahü teâlâyı
görecektir. (Berika)
Dünyada imandan mahrum olan, ahirette de rüyetten mahrum
olur. (Medarik)
Müminler, ahirette, Cennete girmeden önce de, girdikten sonra
da, Allahü teâlâyı göreceklerdir. (Nuhbet-ül-Leali)
Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile, (Allahü teâlâyı müminler görür,
fakat Cehennemde kâfirler göremez) buyuruyor. Ahirette Allahü
teâlânın görüleceğinde icma vardır. Bunu inkâr edenler diyor ki:
(Görmek için beş şart gerek: Görünen şey bir yerde olmalı, bir
tarafta olmalı, karşısında olmalı, çok uzak ve çok yakın olmamalı ve
gözden çıkan şualar o şeye ulaşmalı! Bakan ile bakılan şey
arasında ışık olmak da şarttır. Bu şartlar Allah için söylenemez ve
görmek imkânsız olur.)
Bu şartlar dünya ölçüleri ile ilgilidir. Ahiret işleri, dünya işlerine
hiç benzemez. Dünyanın batısında olan bir kör, Allahü teâlânın
kudreti ile dünyanın doğusundaki bir karıncayı görür. Allahü teâlânın
kudretinden şüphe edilmez.
Ayrıca, ahirette, cisim olarak görülecek, sınırlı görecek diyen
hiçbir Ehl-i sünnet âlimi yoktur.
Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ dünyada anlaşılmadan bilindiği gibi, ahirette de
anlaşılmadan görülecektir. (Tekmil-ül-iman)
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Müminler, Cennette Allahü teâlâyı cihetsiz ve keyfiyetsiz ve
hiçbir şeye benzetmeyerek ve misali olmayarak görecektir. (1/266)
Her zaman görülecek mi?
Sual: Cennete giren müminler Allahü teâlâyı istedikleri her
zaman görebilirler mi?
CEVAP
Tecelli genel ve özel olmak üzere iki kısımdır:
Genel tecelli bir Cuma günü kadar olur. Hadis-i şerifte buyuruldu
ki:
(Allahü teâlâ Cennet ehline her Cuma günü tecelli eder.)
[Cami-us-sagir]
Özel tecellide Cennettekiler eşit değildir. İlim ve ameldeki
olgunluklarına göre görürler. En yüksek derecede olanlar, her
zaman müşahede ederler. (Feraid-ül-fevaid)
Cennette görmek ne demek?
Sual: Abdurrahim Semerkandi, Füsul-i imadi fıkıh kitabında
diyor ki: (Bir kimse, Allah’ı Cennette görüyorum derse kâfirdir.
Cennetten görüyorum derse kâfir değildir. Zira birincisinde Allah
mekâna nispet edilmiştir. (Cennetten görüyorum) sözündeki
maksat, (Allah Cennette olacağı için, Onu Cennette görürüm) ise
yine kâfirdir.)
Okuduğum diğer kitaplarda ise, (Cennette Allah görülecektir)
deniyor. Bu nasıl küfür olur?
CEVAP
Bir kere tercüme Türkçe’ye uygun değil. Cennette veya
Cennetten görüyorum denmez. Çünkü henüz Cennete gitmedi ki
öyle bir şey desin. Cennette veya Cennetten görülecek der.
Tercüme düzgün değil, maksat açık anlatılamamış. Ahirette,
mahşerde Allahü teâlâ görülecektir. Bu demek hâşâ, (Allah
ahirettedir, mahşerdedir) demek değildir. Allah Cennette de
görülecektir. Cennette müminlere hitap edecektir. Böyle söylemek
de hâşâ, (Allah, Cennettedir) anlamında değildir. Allah mekândan
münezzehtir. (Allah, Cennettedir, ahirettedir, dünyadadır,
kâinattadır, Arştadır) gibi sözlerin hepsi yanlıştır. Cennette
mekândan münezzeh olarak görülecektir.
Cennetten görülecek derken, bir yönden görülecek demek de
aynı şekilde caiz değildir. O da mekân tayin edilmiş olur. Din
kitapları diyor ki:
Allahü teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında
bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihatasız, yani bir
şekilde olmayarak görecektir. Allahü teâlâyı ahirette görmeye
inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünkü, Onu görmeyi akıl
anlayamaz. İnanmaktan başka çare yoktur. Felsefecilere ve
Mutezile’ye ve Ehl-i sünnetten başka bütün fırkalara yazıklar olsun
ki, kör olduklarından, buna inanmaktan mahrum kaldılar.
Görmedikleri, bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeye
kalkarak iman şerefine kavuşamadılar. (Mektubat-ı Rabbani 2/67)
Allahü teâlâyı müminler Cennette görecektir. Fakat, nasıl olduğu
bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmeyeni,
anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir görmek
olur. (Mektubat-ı Rabbani 3/17)
Allahü teâlâ, Cennette mümin kullarına (Kullarım, Benden
daha ne istersiniz ki vereyim) buyuracak, Cennette, mekândan
münezzeh olduğu halde cemalini gösterecektir. (Miftah-ül cenne)
Kıyamette, mahşer yerinde, kâfirlere, kahr ve celal ile; salih
müminlere ise, lütuf ve cemal ile görünecektir. Müminler, Cennette,
cemal sıfatı ile görecektir. (İtikadname - Mevlana Halid-i Bağdadi)
İnkâr eden mahrum kalır
Sual: Cennette Allahü teâlânın görüleceğini inkâr eden, bozuk
itikadının cezasını Cehennemde çektikten sonra Cennete girse,
Allahü teâlâyı göremez mi?
CEVAP
İtikadı bozuk olan bir kimse, imanla ölür de, Cehennemde bozuk
itikadının cezasını çektikten sonra Cennete girerse, Allahü teâlâyı
görür. Cennet, nimetlerden mahrum olma yeri değildir. Allahü
teâlânın Cennette görüleceğini inkâr edenlerin, Nass’ları yani
mânâsı açık olan âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri inkâr ettikleri için,
Cennete hiç giremeyecekleri bildirilmektedir. Kur’an-ı kerimde
mealen, (Kıyamette ışıl ışıl parlayan yüzler, [müminler] Rablerine
bakacaklardır) buyuruluyor. (Kıyamet 22, 23)
Her âyet-i kerimeyi inkâr küfür olduğu gibi, bu âyet-i kerimeyi de
inkâr küfür olur. Peygamber efendimiz, bu âyet-i kerimenin
açıklaması olarak Kütüb-i sittenin hepsinde bulunan meşhur ve
sahih bir hadis-i şerifte, ayın dolunay olduğu bir zamanda buyuruyor
ki:
(Gökteki şu Ay’ı nasıl net görüyorsanız, [Cennette]
Rabbinizi, böyle açıkça göreceksiniz.) [Buhari, Müslim, İbni Mace,
Tirmizi, Ebu Davud, Nesai, İ. Ahmed, İbni Huzeyme, İbni Hibban]
Bu meşhur hadisi de inkâr, yukarıdaki âyeti inkâr gibidir. İmam-ı
Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlâ akıl ve insaf versin de,
Allahü teâlâ Cennette görülemez diyenler, Kur’an-ı kerimde açıkça
bildirilmiş olan Nass’lara karşı gelmesinler. Sahih hadisleri inkâr
etmesinler. Bunlar gibi, açık bildirilmiş olanlara iman etmek lazımdır.
Bunların nasıl olduklarını Allah bilir demeli. Anlamadıkları için,
(Aklım ermiyor) demeli. Kendi aklına güvenip, anlamadığına
inanmamak, çok yanlıştır. (3/44)
Allahü teâlâyı Cennette görmeye inanmak şerefinden mahrum
olanlar, bu saadete kavuşmakla nasıl şereflenebilir? (İnkâr eden,
mahrum kalır) buyurulmuştur. Cennette olup da görmemek de
uygun değildir, çünkü İslamiyet, (Cennette olanların hepsi
görecektir) diyor. Bir kısmı görecek, bir kısmı görmeyecek demiyor.
(3/17)
Allahü teâlâyı görmeyi inkâr edenler, açık Nass’ları inkâr ettikleri
için, Cennete giremeyeceklerdir.
Mekr-i ilahi ne demektir
Sual: Al-i İmran ve Enfal suresinde, (ve mekeru ve
mekerallah, vallahü hayrül makirin) = (Allah mekr [hile]
yapanların hayırlısıdır) buyuruluyor. Allah’ın hile yapması ne
demektir?
CEVAP
Mekr, hile yapmak, tuzak kurmak suretiyle zarar vermek
demektir.
Mekr-i ilahi, Allahü teâlânın mekr [hile] yapanların mekrini
kendilerine çevirmesi, kötülüklerini, kurdukları tuzaklarını bozması,
mekrlerine karşılık onları cezalandırması gibi anlamlara gelir.
Cenab-ı hak, insanların yaptığı mekrden [hileden] münezzehtir, her
istediğini yapmaya kadirdir, hâşâ hileye muhtaç değildir. Mekr-i ilahi,
mekr yapanların mekrini bozmak suretiyle onlara mekrin kötülüğünü
bildirmek ve bazılarının tevbelerine sebep olmak yönünden iyidir.
Mekr-i ilahi için birkaç örnek:
1- Allahü teâlâ, Müslümanları, müşriklerin gözlerine az gösterdi.
Onları Bedir’e getirdi Onlar da, Müslümanlara hücum ettiler. Ama
hezimete uğrayıp, öldürüldüler. Bu bir mekr-i ilahi idi.
2- Yahudiler, Hazret-i İsa’yı öldürmek için hile yaptılar. Allahü
teâlâ da Hazret-i İsa’yı kurtarıp Yahudileri de felaketlere maruz
bıraktı. Kralları Yahuda, Hazret-i İsa’yı öldürmek için evine bir
münafık gönderdi. Hazret-i Cebrail ise daha önce gelip Hazret-i
İsa’yı semaya kaldırdı. Münafık, Hazret-i İsa’yı bulamayınca dışarı
çıktı. Cenab-ı hak o münafığı, Hazret-i İsa gibi gösterdi. Onlar da
Hazret-i İsa sanıp o münafığı çarmıha gerip öldürdüler. Münafığı
böylece cezalandırması da bir mekr-i ilahidir.
3- Müşrikler, fesat ocağı olan Dar-ün nedve’de toplanarak, her
gün yayılan İslamiyet’i durdurmak için çareler arıyorlardı. Kimi,
Peygamber efendimizi ölünceye kadar bir zindanda hapsetmek, kimi
bir deveye bindirilip Mekke’deki yurdundan çıkarıp sürgün için
planlar düşünüyorlardı. Ebu Cehil ise, her kabileden seçilecek
gençler tarafından kılıçlarla bir anda öldürülmesini teklif etmişti.
Böylece kim öldürdüye gideceği, belli birine düşmanlık
beslenemeyeceği fikri beğenilmişti. O gece bu plan uygulanacaktı.
Ama Cebrail aleyhisselam, durumu Resulullaha haber vermişti. O
da yatağına Allah’ın aslanı Hazret-i Ali’yi yatırarak şerefli evinden
ayrılıp, en güvendiği arkadaşı Hazret-i Ebu Bekir ile birlikte hicret
etmişti. Bunları takip eden kişinin atının ayaklarının kumlara batması
ve mağaranın kapısına örümceğin ağ yapması gibi mucizeler
görülmüştü. Bir âyet meali şöyledir:
(Habibim, hani kâfirler seni bağlayıp hapsetmek, öldürmek
veya sürgün etmek için sana mekr ederken [tuzak kurarken]
Allah da onlara mekr etti. [tuzaklarını boşa çıkardı.]) [Enfal30]
4- Mekrin, azap anlamı da vardır. Bir âyet meali şöyledir:
(Hüsrana uğrayanlardan başkası mekr-i ilahiden [azab-ı
ilahiden] emin olamaz.) [Araf 99]
5- Haram işlemeye sebep olan harika işlere de mekr veya
istidraç denir. Mesela Firavun’un ömründe hiç başı ağrımamıştır.
Dişlerinin arasına et ve yemek artıkları girip rahatsız olmaması için
dişleri çok sık idi. Atı ile yokuştan inerken atının ön ayakları uzardı.
Kendinde böyle haller görünce, ben tanrıyım demişti. 19 cu bir kâfir
de buna benzer haller olduğu için, o da ben peygamberim demişti.
6- Mekrin istidraç manası da vardır. Yani Allahü teâlâ, bir
kimseye bir müddete kadar hakkında hayırlı olmayan nimetler verir.
Bunlar nimet gibi görünen musibetlerdir. Bir âyet meali şöyledir:
(Kâfirler, kendilerine çok mal ve evlat vermekle, iyilik
ettiğimizi mi sanıyorlar? Hayır; işin farkında değiller. Bunların
nimet değil, musibet olduğunu anlayamıyorlar.) [Müminun 55-56]
Demek ki, kâfirlere verilen dünyalıklar, hep felakettir. Şeker
hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir. Onu bir an önce helake
sürükler.
Kâfirin malına özenmek
Sual: Müslümanlıkla ilgisi olmayan birçok kimse ve gayri
Müslimlerden çoğu, mal mülk sahibi iken, birçok Müslüman yokluk
ve sıkıntı içindedir. Allah kâfirlere niye bu kadar mal veriyor?
CEVAP
Müslüman, dünyayı, yani malı mülkü de ahiret için ister. Eğer bu
mal, sonsuz olarak yaşayacağımız ahiret yurduna zarar verirse
makbul olmaz. Bunun için Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Ya Rabbi, azdıran fakirlik ve azdıran zenginlikten, bunların
vereceği fitneden sana sığınırım.) [Buhari, Müslim]
Demek ki, fakirlik de, zenginlik de fitne olabilir. Hakkımızda
hangisi hayırlı ise onu istemelidir.
Âdet-i ilahi sebeplerle yaratmaktır, bu sebebe yapışan herkese
istediği şeyi verir. Çalışmasını bilen kazanır.
İslamiyet, insanın ne yapacağına dair bildirilen kuralların
toplamıdır. Bunları kâfir de uygularsa faydasını görür. Müslüman
olarak uygulayan kimse de, ahirette de faydasını görür.
Kâfirlere mal mülk vermek onlara iyilik değildir. Bir âyet meali:
(Kâfirler, kendilerine çok mal ve evlat vermekle, iyilik
ettiğimizi mi sanıyorlar? Hayır; işin farkında değiller. Bunların
nimet değil, musibet olduğunu anlayamıyorlar.) [Müminun 55-56]
Allah indinde dünya malının zerre kadar kıymeti yoktur. Bir
hadis-i şerif meali:
(Allah’a yemin ederim ki, bu dünyanın, Allah indinde
sivrisinek kanadı kadar bir kıymeti olsa idi, kâfire bir yudum su
vermezdi.) [Tirmizi, İbni Asakir]
Allahü teâlâ kâfirlere çok mal ve mülk verirdi. Ancak bütün
insanlar, kâfirliğin makbul bir şey olduğunu, bu yüzden mala mülke
sahip olduklarını zannederek hepsi kâfir olabilirdi. Bunun için her
kâfiri zengin yapmadı. Yoksa hiçbir kâfiri dünyada fakir yapmazdı,
hepsini mala mülke boğardı. Nitekim Kur’an-ı kerimde mealen
buyuruluyor ki:
(Rabbinin rahmetini [Peygamber göndermesini] onlar mı
paylaştırıyor? Dünya hayatında onların maişetlerini [gelir
giderlerini] aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş
gördürmeleri için [kimini âlim, kimini cahil, kimini zengin, kimini
fakir, kimini sağlam, kimini zayıf, kimini âmir, kimini memur, kimini
patron, kimini işçi yapmak suretiyle] birini diğerine üstün kıldık.
[İşte ancak bu suretle aralarında kaynaşma ve birleşme hâsıl olur,
âlem nizama kavuşur. Zenginin zenginlik yönünden bir üstünlüğü
olmadığı gibi, fakirin fakirlik yönünden bir eksikliği yoktur. İnsanlar
arasında yalnız rızıkta değil, ilimde, cehalette, iyilikte, kötülükte,
kuvvette, zayıflıkta, vs.de farklılık vardır. Eğer her hususta eşitlik
olsaydı kimse kimseye hizmet etmez, dünyanın nizamı bozulur,
âlem harap olurdu. Bunlarda bile onların hiç bir rolü yoktur. Nerde
kaldı ki peygamber göndermekte yetkileri olsun.] Rabbinin rahmeti
onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. Eğer insanlar
[kâfirliğe imrenerek, hepsi kâfir] bir tek millet haline gelmeyecek
olsaydı, Rahman olan Allah’ı inkâr edenlerin evlerinin
tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri, odalarının
kapılarını, üzerine yaslanacakları tahtları hep gümüşten yapar,
onları altın ziynetlere boğardık. Bunların hepsi dünya hayatının
geçici menfaatlerinden başka şey değildir. Ahiret saadeti ise,
Rabbinin katında Ona karşı gelmekten sakınanlaradır.) [Zuhruf
32-35]
Allahü teâlâyı anmak
Sual: Bekara suresinin 152. âyetinde, (Beni zikredin ki, ben
de sizi zikredeyim) buyuruluyor. Allah’ın zikretmesi ne demektir?
CEVAP
Zikretmek anmak demektir. Allahü teâlâyı zikretmek de, Onu
hatırlamak demektir. İslam âlimleri, bahsettiğiniz, (Beni anın, ben
de sizi anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin) mealindeki
âyet-i kerimeyi şöyle açıklamışlardır:
1- Beni ibadetle anın, ben de sizi rahmetle anayım.
2- Beni dua ile anın, ben de sizi icabetle anayım. Yani duanızı
kabul edeyim.
3- Beni dünyada anın, ben de sizi ahirette anayım.
4- Beni yalnızlıkta anın, ben de sizi toplulukta anayım.
5- Beni ihlâsla anarsanız, ben de sizi halasla [kurtuluşla]
anarım.
Bir kimse Peygamber efendimize dedi ki:
- Hangi oruçlunun sevabı çoktur?
Efendimiz buyurdu ki:
- Allah’ı en fazla ananların...
O kimse, namaz, zekât, hac için de aynı suali sordu. Hepsinde
aynı cevabı aldı. Bunun üzerine Hazret-i Ebu Bekir, (Allahü teâlâyı
ananlar, hayırların hepsini alıp gitti) diye söyleyince, Resulullah
efendimiz, (Evet öyle) buyurdu. (Taberani)
Gafiller arasında iken
Gafiller arasında iken, Allahü teâlâyı anmak, emir ve yasaklarını
konuşmak, herkesi iyiliğe teşvik etmek daha büyük sevaptır. Hadis-i
şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâyı anmak üzere toplananları melekler ve ilahi
rahmet kuşatır.) [Müslim]
(Sırf rıza-i ilahi için toplanıp Allahü teâlâyı ananlara
göklerden bir münadi, "Allahü teâlâ günahlarınızı sevaba çevirdi.
Yerinizden mağfiret edilmiş olarak kalkın!" diye seslenir.) [İ.
Ahmed]
(Bir toplulukta Allahü teâlânın ismi anılmaz ve
peygamberine, salevat-ı şerife getirilmezse, kıyamette onlar,
hasret ve nedamet çekerler.) [Tirmizi]
(Bir defa salih kimsenin sohbetinde bulunmak, defalarca
kötü kimselerin sohbetlerinde bulunmanın günahlarına kefaret
olur.) [Deylemi]
Davud aleyhisselam şöyle dua ederdi:
(İlahi, seni ananların topluluğunu geçip, gafiller
topluluğuna gitmeye başlayınca, daha oraya varmadan ayağımı
kır! Zira böylesi bana bir lütuf ve nimettir.) [İ.Gazali]
Gafil, Allahü teâlâyı anmayan, iyiliklerden haberi olmayan
kimsedir. Böyle kimselerden fayda gelmediği gibi, çeşitli zararlara
maruz kalırız.
Salihlerin, yani iyi kimselerin sohbetlerini ganimet bilmelidir. İyi
kimseler, daima iyiliği tavsiye ederler. Bütün insanlığın iyi olması için
çalışırlar. Günah lekeleri ile kalbi paslananlar, salih kimselerin
sohbetlerinde bulunurlarsa, kalblerinin pasları silinir.
Kiminle gezdiğimize, kimlerle arkadaşlık ettiğimize dikkat
etmeliyiz! Çünkü bülbül güle, karga çöplüğe götürür.
Allahü teâlâyı anmak, Onun emir ve yasaklarını hatırlamak,
emirlerini yapıp, yasaklarından kaçmaktır. Dil ile de Allahü teâlâyı
tesbih ve tenzih etmektir. Mesela, sübhanallah, elhamdülillah,
Allahü ekber, la ilahe illallah gibi kelimeleri dilinden düşürmemeye
gayret etmelidir.
Allahü teâlâyı anmanın alameti
Sual: Allah’ı anmanın önemi ve alameti nedir?
CEVAP
Vazifeye gidip gelirken, iş yaparken ve her fırsatta Allahü teâlâyı
hatırlamak, anmak büyük saadettir. Onu unutmak, anmaktan gafil
olmak büyük bedbahtlıktır. İnsan sevdiğini her zaman hatırlar, çok
severse hiç unutmaz. İmanın temeli, Allahü teâlâyı sevmektir.
Sevmenin alameti de, Onu çok anmaktır. Yani Allahü teâlâyı seven
Onu çok anar, Onu çok anan da Allah’ı seviyor demektir.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Allahü teâlâyı çok sevmenin alameti, Onu anmayı
sevmektir.) [İbni Şahin]
Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Allahü teâlâyı anmak her şeyden büyüktür.) [Ankebut 45]
(Ey müminler Allah’ı çok anınız!) [Ahzab 41]
(Allah’ın nimetlerini anın ki, felah bulasınız.) [Araf 69]
(İyi biliniz ki, kalbler ancak Allahü teâlâyı anmakla,
itminana, rahata kavuşur.) [Rad 28]
(Beni anmayan, sıkıntılara maruz kalır, kıyamette de kör
olarak haşrolur.) [Taha 124]
Allahü teâlâyı anmanın, kalbde yerleşmiş olmasının alameti, o
kimsenin edebe ve güzel ahlaka sahip olmasıdır. Hadis-i şeriflerde
buyuruldu ki:
(Allahü teâlâyı anan kimse ile anmayan kimse arasındaki
fark, diri ile ölü arasındaki fark gibidir.) [Buhari]
(Size deli denecek kadar Allahü teâlâyı fazlaca anın!)
[Hâkim]
(Allahü teâlâyı öyle anın ki, münafıklar sizlere, mürai
desinler.) [Beyheki]
Hak teâlâ buyurdu ki: (“Ben, kulumun beni sandığı gibiyim.
Kulum ne vakit beni hatırlayıp anarsa, onunla birlikte olurum.
Şayet kulum beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu daha
iyi bir topluluk içinde anarım”) [Buhari]
(Her şeyin bir cilası vardır; kalbin cilası da Allahü teâlâyı
anmaktır.) [Beyheki]
(Zikrin en faziletlisi la ilahe illallah demektir.) [Nesai]
(Gafiller içinde Allahü teâlâyı zikreden, cepheden herkes
kaçarken, savaşan asker gibidir.) [Taberani]
(Allahü teâlâyı çok zikreden münafıklıktan kurtulur.) [İbni
Şahin]
(Sabah-akşam Allahü teâlâyı anmak, fisebilillah
savaşmaktan üstündür.) [Deylemi]
(Gece ibadet edemeyen, malını hayra sarf edemeyen,
düşmanla cihaddan korkan, Allahü teâlâyı çok anmalıdır!)
[Bezzar]
Hak teâlâ buyurdu ki:
(Beni bir gün hatırlayan veya bir defa benden korkan
kimseyi Cehennemden çıkartırım.) [Hâkim]
Allahü teâlâyı anan, Onun büyüklüğünü, sıfatlarını, emir ve
yasaklarını düşünür, tefekkür eder, iyi şeyleri yapma, kötü şeylerden
kaçma arzusu doğar. Bu bakımdan Allahü teâlâyı zikretmek çok
faydalıdır.
Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu ki:
Allahü teâlâyı anmak iki türlüdür:
1- Kalbden Allahü teâlâyı hatırlamak büyük sevaptır.
2- Bundan daha iyisi, haramları işleyeceği anda, Allahü teâlâyı
hatırlayıp vazgeçmektir.
Rahata kavuşmak için
Sual: Zikir ve gaflet ne demektir? Rahata kavuşmak için ne
yapmak lazımdır?
CEVAP
Allahü teâlâyı anmak, yani zikir, kendini gafletten kurtarmak
demektir. Gaflet, Allahü teâlâyı unutmak demektir. Her ne şekilde
olursa olsun, kendini gafletten kurtarmak, zikir olur. O halde, dinin
emirlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak zikirdir. Dinin
emirlerini gözeterek yapılan alışveriş zikirdir. Çünkü, bunları
yaparken, emirlerin, yasakların sahibi hatırlanmakta, gaflet
gitmektedir.
Besmele çekmek, yürürken, otururken, dururken kelime-i tevhid,
salevat-i şerife ve benzerlerini okumak da Allahü teâlâyı anmak,
yani zikir olur. Gafil yaşamamalıdır! Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Ey iman edenler, Allah’ı çok zikredin!) [Ahzab 41]
(Beni anan, şükretmiş olur, beni unutan da nankörlük etmiş
olur.) [Taberani]
Birkaç kişi herhangi bir iş için bir araya gelince, Allahü teâlâyı
anmadan kalkmamalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bir yere toplanıp da Allahü teâlâyı anmadan kalkanlar,
sanki eşek leşinden kalkmış gibi olur ve Kıyamette bunun
üzüntüsünü duyarlar.) [Hâkim]
(Bir toplulukta Allahü teâlânın ismi anılmaz ve
peygamberine salevat-ı şerife getirilmezse, kıyamette onlar,
hasret ve nedamet çekerler.) [Tirmizi]
Müslüman, itikadını düzelttikten sonra kul ve Hak borçlarını
ödemeye gayret etmeli, fırsat buldukça her işte Allahü teâlâyı
hatırlamaya çalışmalıdır! Bildiği dua ve tesbihleri okumalıdır! Hadis-i
şeriflerde buyuruldu ki:
(Tenhada Allah’ı zikreden, küffar ile tek başına savaşan
gibidir.) [Şirazi]
(Şunlara sahip olan, dünya ve ahiretin hayrına kavuşmuş
demektir: Şükreden kalb, zikreden dil, uygun bir ev ve saliha bir
kadın.) [İbni Neccar]
(Dünya ve ahiret hayırlarına kavuşmak için, Allahü teâlâyı
ananlarla beraber ol. Her fırsatta Allahü teâlâyı an. Allah için
sev ve Allah için buğzet.) [Ebu Nuaym]
Hadis-i kudside buyuruldu ki:
(Ya Musa, seninle beraber olmamı istersen, beni zikredenin
yanında ol. Kim beni nerede ve ne zaman ararsa bulur.) [İbni
Şahin]
Mahlûkatın tesbihi
Sual: Canlı cansız her mahlûk Allah’ı tesbih edermiş, doğru
mu?
CEVAP
Evet. Hayvanlar dahil olmak üzere, yerde ve gökte bulunan
canlı-cansız bütün mahlûkatın Allahü teâlâyı tesbih ve zikrettiğini
âlimler bildirmektedir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Yedi kat gök ve yer ve bunların içindekiler, Allah’ı tesbih
eder. Hiçbir varlık yok ki, Onu hamd ile tesbih etmesin. Fakat
onların tesbihini anlayamazsınız!) [İsra 44]
(Gökte olanlar, yerdekiler, kanatlarını çırparak uçan kuşlar,
gerçekten Allah’ı hep tesbih ediyorlar.) [Nur 41]
(Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allahü teâlâyı tesbih
etmektedir.) [Hadid 1]
Allah unuttu ne demektir?
Sual: Tevbe suresinin 67. âyet-i kerimesinde, münafıklar için,
(Nesüllahe fe-nesiyehüm) yani (Allah'ı unuttular, Allah da, onları
unuttu) buyuruluyor. Böyle tercüme etmek uygun mu, Allah hiç
unutur mu?
CEVAP
Tercüme ile meal farklıdır. Bugün piyasada, meal ismiyle satılan
kitaplar, meal değil, birer tercümedir. Bu kitaplarda, âyet-i kerimeler
kelime kelime tercüme ediliyor. Bu ise, hiç uygun değildir. Bir
kelimenin, her ilimde farklı mânâsı vardır. Bunun için hadis-i şerifleri
ve tefsir âlimlerinin açıklamalarını dikkate almadan, âyet-i kerimeleri
başka lisana doğru tercüme etmek mümkün değildir.
Meal, tefsir âlimlerinin bildirdikleri mânâ demektir. Tercümeyle
hiç ilgisi yoktur. Bu âyet-i kerimeyi kelime kelime tercüme edince,
(Allah onları unuttu) denir, nesiyehüm, (Onları unuttu) demektir.
Hâlbuki buradaki unutmanın, bildiğimiz unutmakla hiç ilgisi yoktur.
Bu, Allahü teâlâyı unutanlara, unutulmuş muamelesi yapılacak
demektir. Münafıkların Allah'ı unutmaları, Allah'ın emrine
uymamaları, itaat etmemeleri demektir. Allah'ın da onları unutması,
onları hidayetten mahrum etmesidir. (Unutursan unutulursun)
sözünde de, böyle gizli mana vardır. Mesela dünyada Resulullah'a
hiç salevat getirmezsen, onu hiç hatırlamazsan, bildirdiklerini
yapmazsan ahirette, sen de hatırlanmaz duruma düşersin demektir.
İmam-ı Kurtubi hazretleri buyuruyor ki:
Burada unutmak, terk etmek anlamındadır. Yani onlar, Allah’ın
kendilerine verdiği emirleri terk ettiler, Allahü teâlânın emirlerini
adeta unutulmuş hale gelinceye kadar terk edip durdular. Allah da
şüpheleri içerisinde kendilerini terk edip bıraktı, onları sevab ve
mükâfatından, unutulmuşlar seviyesine düşürdü. Katade der ki:
Onları unuttu demek, hayırdan onları mahrum bıraktı anlamındadır.
Kötülükten ise onları unutmadı. Yani kötülük işlemeye devam ettiler.
(Cami-ul-ahkâm)
Allah’ın halifeleri vardır
Sual: Hizbürrahmanım diyen ve mezhep kabul etmeyen birisi,
(Allah mabuddur, Allah’ın halifesi olmaz. Var diyen halifeye mabud
demiş olur ve küfre düşer) diyor. Allah’ın halifesi olmaz mı?
CEVAP
Allahü teâlânın elbette halifeleri vardır. Bu husus, âyet-i kerime
ve hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Mesela iki âyet-i kerime meali
şöyledir:
(Ey Davud, biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde
adaletle hükmet.) [Sad 26]
(Sizi yeryüzünde halifeler yapan Odur. İnkâr edenin zararı
kendinedir.) [Fatır 39]
Bu konudaki hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Âdil sultan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.) [Beyheki]
(Neslimden gelecek olan Mehdi, Allah’ın halifesidir.)
[Deylemi, Hâkim]
(Emr-i maruf ve nehy-i münker yapan Allah’ın ve Resulünün
halifesidir.) [Deylemi]
Peygamber efendimiz halifeyi şöyle açıklıyor:
(Allahü teâlâ halifelerime rahmet etsin. Sünnetimi ihya edip
yayan halifemdir.) [İ.Asakir]
Davud aleyhisselamın adaletle hükmetmesi isteniyor. Demek ki
peygamber, sultan birer halifedir. Sultan, âdil olursa, Allah’ın dinine
hizmet eder. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Sultan yeryüzünde zıllullahtır. Ona ikram eden ikram görür,
ihanet eden ihanete uğrar.) [Taberani]
Zıllullah demek, Allahü teâlânın emirlerini tatbik etme yetkisine
sahip halife demektir. Ahir zamanda gelecek olan Hazret-i Mehdi de
Allah’ın dinini yayacağı için ona da Allah’ın halifesi denmiştir. Emr-i
maruf ve nehy-i münker yaparak Allah’ın dinine hizmet edenlere de
Allah’ın halifesi denmiştir. Resulullahın da halifeleri vardır. Halifeleri
hâşâ Resulullah gibi peygamber olmadığı gibi, Allah’ın halifeleri de
hâşâ mabud değildir.
İmam-ı Rabbani hazretleri, faydalı ilimler hazinesi Mektubat’ta
buyuruyor ki:
Bir şeyin sureti, onun halifesidir, vekilidir. Bir şey onun suretinde
yaratılmazsa, onun halifesi olamaz. Halife olmaya yakışmayan,
emanet yükünü taşıyamaz. Sultanın hediyelerini, ancak onun
vasıtaları taşır. Ahzab suresinin 72. âyetinde mealen (Emaneti
göklere ve yere ve dağlara bildirdik, yüklenmek istemediler.
Ondan çekindiler. Onu insan yüklendi) buyuruldu. (1/287)
İnsandaki kemaller, Vücub mertebesinin kemallerinin suretleri,
görüntüleridir. İnsandaki kemallerin, Vücub mertebesindeki
kemallere yalnız isimleri benzemektedir. Bunun içindir ki, hadis-i
şerifte, (Allahü teâlâ, Âdem’i kendi suretinde yarattı) buyuruldu.
Çünkü insanın nefsinde bulunan her şey, birer surettir, görüntüdür.
Bu suretlerin hakikati, aslı, Vücub mertebesindedir. İnsanın halife
olmasının inceliği buradan anlaşılmaktadır; çünkü bir şeyin sureti, o
şeyin halifesidir, vekilidir. Zındıklar ve Allahü teâlâya madde diyen
kâfirler, burada çok yanıldılar. Allah’ı insan suretinde sandılar.
İnsanlarda olduğu gibi organları, duygu aletleri var dediler. Böylece,
çok kimseleri de saptırdılar. Müteşabihat âyet-i kerimeler de
böyledir. Âl-i İmran suresinin (Bu âyetlerin bildirdiklerini yalnız
Allah bilir) mealindeki 7. âyet-i kerimesi gösteriyor ki, müteşabih
olan âyet-i kerimeler, gösterdiklerinden başka şeyleri bildirmektedir.
Ulema-i Rasihin denilen derin Ehl-i sünnet âlimlerine de, bu başka
bilgiler ihsan olunmuştur. Bunun gibi, gaybı yalnız Allahü teâlâ bilir.
Peygamberlerin yükseklerine bu bilgisinden ihsan etmektedir.
(1/310)
Kim Allah için olursa
Sual: Konevi'nin 40 hadis kitabındaki, (Kim Allah için olursa,
Allah onun için olur) hadisi sahih midir?
CEVAP
Bunu sormak, ilkokul talebesine matematik profesörünün
yaptığı bir işlemi kontrol ettirmekten çok daha abestir. Sadreddin
Konevi hazretlerinin bizim kadar bilgisi yok mu? Kitabına uydurma
hadis alacak kadar gafil ve cahil mi? O hadis-i şerif şu manadadır:
(Kimin maksadı Allah rızası olursa, Allahü teâlâ da, onu
maksadına kavuşturur.)
Kur’an-ı kerimde buna benzer âyetler vardır. Birkaçı şöyledir:
(Rabbinden korkan [günahlardan kaçan] kimselerden
[ibadetlerini kabul etmek suretiyle] Allah razıdır. Onlar da,
[umduklarından daha fazlasına kavuştukları için] Allah’tan razıdır.)
[Beyyine 8]
(Beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim.) [Bekara 152]
Yani, beni ibadetle ananı, ben de rahmetle anarım, bana dua
edenin duasını kabul ederim, dünyada beni hatırlayanı, ben de
ahirette hatırlarım, rahat iken beni hatırlayanı, ben de onu sıkıntılı
iken hatırlar, yardım ederim.
(Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder.)
[Muhammed suresi 7]
Yani, siz Allah’ın dinine hizmet etmek için çalışırsanız, Allah da,
düşmanlarınıza karşı size yardım eder.
(Allah, kendisine yardım edenlere yardım eder.) [Hac 40]
Kendisine yardımdan maksat dinine hizmet etmektir. Yani, Allah
yolunda çalışanın yardımcısı Allah’tır. Kulunun azıcık bir gayretine
çok mükâfatlar ihsan eder. Bire on verir. Hatta bire yedi yüz ve daha
fazla da verir. (Bekara 261)
Bu konuda çok kudsi hadis-i şerif vardır. Bazıları şöyledir:
(Sevdiğim kulumun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli,
yürüyen ayağı, konuşan dili olurum. İstediğini veririm.)
[Beyheki]
(Bana bir karış yaklaşana, ben bir arşın yaklaşırım. Bir arşın
yaklaşana, bir kulaç yaklaşırım. Yürüyerek gelene, koşarak
yaklaşırım.) [Buhari, İ. Ahmed, İbni Şahin]
(Beni taatımla zikredin. Ben de sizi mağfiretimle zikredeyim.
Beni muti olarak zikredeni mağfiret ederim. Beni asi olarak
ananı da, azabımla anarım.) [Deylemi]
(Beni zikrettikçe şükürde, unuttukça küfürdesin.) [Hatib]
(Yani nankörsün.)
(Beni kimse yokken zikredeni ben melekler içinde
zikrederim. Beni cemaat içinde zikredeni, ben de onlardan daha
hayırlı ve büyük bir toplulukta zikrederim.) [Taberani]
(Ey Âdemoğlu, kızdığın zaman beni zikret ki, gazaplandığım
zaman seni affımla anarak helâk olunanlar arasında seni helâk
etmeyeyim.) [İbni Şahin]
(Kulum, benim zikrimle dudakları kıpırdadıkça ben onunla
beraberim.) [Buhari]
Allah'ı sorgulamak
Sual: Müslümanların dediği gibi, Allah'ın her şeye gücü
yetiyorsa, adaletli ve merhametli ise, ne diye günahsız çocukları,
suçsuz insanları aç bırakıyor, deprem gibi sebeplerle öldürüyor?
Bunlara ve kötülüklere niye mani olmuyor? Bir toplumda her çeşit
insan var. Niye insanları eşit yaratmıyor?
CEVAP
Burada beş sorgulama var: Allah her şeye güç yetirir mi?
Adaletli mi? Merhametli mi? Kötülüklere niye mani olmuyor?
İnsanlar niye eşit değildir? Sırayla cevap verelim:
Allah'ın gücü her şeye yeter
Uçsuz bucaksız gökleri, göklerdeki gezegenleri, karaları,
denizleri, yer altındaki madenleri, soğuk ve sıcak suları, sayısız
insanı, cin, melek, hayvan ve bitkileri, meyveleri düşünürsek, bunları
yoktan kim var edebilir ki? Tesadüfen olduğunu aklı başında olan
hiç kimse söyleyemez. Tesadüfen olmadığı gibi, bütün insanlar bir
araya gelse, bir karınca, bir sivrisinek, bir arpa, bir buğday tanesi
yaratabilir mi? Bir insanı değil, sadece bir gözünü yaratması
mümkün mü? İnsan bu kadar âcizken, her şeyi yoktan yaratan
Allahü teâlâyı nasıl âcizlikle suçlayabilir ki?
Asırlardır ısısı ve ışığı eksilmeden ve her gün düzenli şekilde
dönen Güneş’i görmüyor mu? Güneş ışığında çeşitli ışınlar vardır.
Işık olmasaydı, gözlerden istifade mümkün olabilir miydi? Renkler
nasıl ayırt edilebilirdi? Gece ile gündüz olmaz, her yer karanlık
olurdu. Güneş, şimdiki yerinden dünyaya daha yakın olsaydı, fazla
sıcaktan dünyada hiçbir canlı yaşayamazdı. Güneş dünyaya daha
uzak olsaydı, soğuktan yine dünyada hayat olmazdı. Küçücük bir
tohumda, koca bir ağacın programı gizlenmiştir. Bir spermada, koca
bir insanın programı vardır. Bu kadar muazzam bir düzeni, aklı olan
bir kimse nasıl inkâr edebilir?
Allah adaletli midir?
Adalet nedir? Adalet, kelime olarak bir şeyi yerli yerine koymak
demektir. Adalet hukukta, bir âmirin, ülkeyi idare için koyduğu
kanunlar içinde hareket etmesidir. Zulüm ise, bu kanunun dışına
çıkmaktır. Her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâ, hâkimler hâkimi, her
şeyin asıl sahibi ve tek yaratıcısıdır. Üstünde bir âmiri, sahibi yoktur
ki, Onu bir kanun altında bulundursun? Bundan dolayı, (Allah’ın
yaptığı şu iş, adalete uymuyor) denilemez.
Adaletin bir başka tarifi ise kendi mülkünde olanı kullanmak
demektir. Zulüm ise, başkasının mülküne tecavüzdür. Kâinat ve
içinde bulunan her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâ olduğuna, Ondan
başka yaratıcı bulunmadığına ve hiçbir kimse, hiçbir şeye sahip
olmadığına göre, Rabbimizin yaptığı işler, hiç kimsenin malına,
mülküne tecavüz değildir. Onun yaptığı işler için (Adalete uymuyor)
denilemez. Mülk Onundur, dilediği gibi kullanır. Kimsenin bir şey
sormaya hakkı yoktur.
Bir insan, ekip büyüttüğü patatesleri kaynatıp yese, yemeğini
yapsa, püresini yapsa, hayvanlara yedirse bu zulüm olur mu?
Başkalarının patatese niye böyle muamele ediyorsun demeye hakkı
olur mu? Herkes malını istediği gibi kullanır. Mal kiminse söz sahibi
odur. Kâinat ise Allahü teâlânındır. Bir insanın patates ekmesiyle
mukayese edilemez. Patatesi insan yoktan var etmiyor. Allah'ın
yarattığı toprakta yetiştiriyor. Buna rağmen patatesi istediği gibi
kullanma yetkisine sahiptir. Allahü teâlâ ise kâinatı, içindeki insanları
yoktan yaratmıştır. Bir insanın patatesi kullanma yetkisi kadar,
Allahü teâlânın kâinatta ve insanlarda tasarruf hakkı yok mudur?
Elbette vardır. Kimi yerden kaynar su, kimi yerden soğuk su çıkartır.
Kimini zenci, kimini beyaz yaratır. Kimini uzun, kimini cüce yaratır.
Kimini kör, kimini sağır yaratır. Kimini çocukken öldürür, kimini
yaşlanınca. Mal onundur, niye böyle yarattın, niye böyle yapıyorsun
demeye kimsenin hakkı olmaz. Bu tasarrufları, başka birisinin
malında yapsa, haksızlık olur. Kendi mülkündekini kullanıyor,
başkasının malına, mülküne tecavüz etmiyor. Bir kimsenin ektiği
patatesi püre yapmasına karışamazken, Allahü teâlânın işine
karışmaya kimin yetkisi olabilir ki?
Aynı şekilde, bir yılanın, beni niye yılan yarattın, beni aslan
yaratsaydın demeye hakkı olur mu? Aslan da, beni niye hayvan
olarak yarattın, beni de insan yaratsaydın daha iyi olmaz mı idi
demeye hakkı var mı? Bu her hayvan için böyledir. Domuz, karınca,
akrep, sinek, hepsi benzer şeyler söyleyebilir. Fakirin beni niye
zengin yaratmadın diyerek Allah’tan hesap sormaya kalkması uygun
olur mu? Erkek, şimdi rağbet güzel ile zengine, beni niye kadın
yaratmadın dese uygun olur mu? Onu domuz veya köpek olarak da
yaratabilirdi. Kadın, ben güçlü bir pehlivan olmak isterdim, beni niye
erkek yaratmadın dese uygun olur mu? Zenci, beni niye beyaz
yaratmadın diyebilir mi?
Bunları çoğaltmak, hatta ne olursa tersini iddia etmek
mümkündür. Bir çiftlik sahibi, aynı cins hayvanları aynı yere koysa
veya her birine ayrı yer yapsa yahut bazı cins hayvanları aynı ahıra
koysa, buna kimin ne demeye hakkı vardır? Yahut canı isteği zaman
bir kuzu veya tavuk kesip yese, buna kim ne diyebilir? Çünkü
hayvanlar adamın malıdır, istediği şekilde besler, istediklerini kesip
yiyebilir. Kâinattaki her şey de Allahü teâlânın mülküdür, dilediği gibi
kullanabilir. Buna kimse karışamaz. Başka bir kimsenin malını
kullansa o zaman bir haksızlık mevzubahis olabilir. Hiç kimsenin
özel işine karışılmaz.
Allah merhametli mi?
Allah merhametli mi diye soru sormak kadar çirkin ne olabilir?
Ondan daha merhametli kim olabilir? Herkesin merhameti sınırlıdır.
Rabbimizin merhameti ise sonsuzdur. Bir âyet-i kerime meali
şöyledir:
(Allah'ın acıması, merhameti sonsuzdur.) [Furkan 70]
İki hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Allahü teâlânın mümine olan merhameti, şefkati, acıması
bir annenin çocuğuna olan merhametinden daha üstündür.)
[Buhari]
(Allahü teâlâ, yarattığı yüz merhametten birini mahlûklarına
verdi. Bu sebeple anne evladına şefkat eder, hayvanlar
yavrularını sever ve bütün mahlûklar birbirine merhamet eder.)
[Ebu Ya’la]
Demek ki insanlar ve hayvanlar arasında merhamet de, Allah'ın
verdiği bir merhamet sayesindedir. 99 merhamet ise kendisindedir.
Besmeledeki Rahman ve Rahim isimleri de, kullarına iyilik eden,
acıyan, merhamet eden demektir. Hâşâ (Allah yalan söylüyor, o
merhametsizdir) diyen kendi cahilliğini ortaya atmış olur.
Furkan suresinin yetmişinci âyet-i kerimesinde, bir kâfir
Müslüman olsa, bütün günahları, yaptığı bütün çirkin işleri Allahü
teâlâ sevaba çeviriyor ve ona Cennetini veriyor. Bundan daha büyük
merhamet nasıl olur?
Sakat veya kör yarattığı Müslümanlara da, üç günlük dünyada
çektiği bu sıkıntılara karşılık olarak sonsuz Cennet nimetlerini ihsan
ediyor. Hiçbir kuluna vermediği sevabları bu kullarına ihsan ediyor.
Sonsuz cehennemden kurtarıyor.
Kötülüklere niye mani olmuyor?
Ateist, (Madem Allah varsa, her şeye gücü yetiyorsa, niye
kötülüklere mani olmuyor? Niye insanların kötülük işlemesine izin
veriyor) diyor.
CEVAP
Allahü teâlâ, günah ve kötülük işlemeyen varlıklar da
yaratmıştır. Mesela melekler kötülük yapmaz, günah işlemez.
İnsanları ve cinleri farklı yaratmıştır. İyilik ve kötülük yapacak vasıfta
yaratmış ve serbest bırakmıştır.
İyilik yaparsan mükâfat var, kötülük yaparsan ceza var demiştir.
Bilemeyeceğimiz nice sebep ve hikmetlerden dolayı kullarını
imtihana tâbi tutmuştur. İnsana serbestlik vermezse sorgu sual
olmaz. Günahı da, sevabı da kendi isteğiyle işlemesi lazımdır.
Zoraki sevab işletilirse, zoraki günahtan alıkonursa o zaman
mükâfatı nasıl hak eder ki?
Allahü teâlâ, imtihan etmeden de kullarının ne yapacağını, suç,
günah işleyeceğini bilir, fakat henüz suç işlemeden cezalandırılsa,
(Suçum yokken, imtihan edilmeden, beni cezalandırmanız doğru
değildir) diyebilir. İşte bunun gibi sebeplerle, insanlar imtihan için
dünyaya getirilmiştir. Söz dinleyenle, dinlemeyen, suç işleyenle
işlemeyen belli olsun diye, bazı yasaklar konmuş, bazı ibadetleri
yapma mecburiyeti getirilmiştir.
İnsanlar niye eşit değil?
İnsanın yaradılış gayesi bilinmeyince, dünyadaki olayların
sebebi anlaşılamaz. İnsan cansız varlık gibi, ot veya hayvan gibi
değil, kulluk ve imtihan için yaratıldı. İnsan, ihtiyaçsız, sıkıntısız ve
her bakımdan eksiksiz yaratılsaydı, imtihan ve dünya manasız
olurdu. İnsanların, hayvanların ve kâinattaki canlı, cansız diğer
yaratıkların hareketleri, akılları durdurucu sistemleri incelenince, her
şeye gücü yeten Rabbimizin dünyayı maksatsız yarattığı
düşünülemez. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İnsanlar, dünyada, birkaç gün dert çekmeselerdi, Cennetin,
ebedi sıhhat ve afiyet nimetlerinin sonsuz lezzetlerinin kıymetini
bilmezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı
çekmeyen rahatlığın kıymetini bilmez. (Mektubat 2/99)
Herkes, her bakımdan eşit yaratılsaydı, büyük bir felaket olur,
toplumlar olmazdı. İnsanlar, boy, renk, şekil, akıl, zenginlik, sıhhat,
kuvvet, güzellik, ahlâk gibi her hususta, tornadan çıkmış gibi eşit,
yani birbirinin aynı olunca milyarlarca insanı birbirinden ayırmak
mümkün olmaz. Karı koca birbirini tanıyamaz, insan hanımı ile kızını
ayırt edemez, hayat felç olur. Sırf bu şekil benzerliği bakımından,
binlerce problem ortaya çıkar. Diğer sahadaki eşitlikler görülmeden,
yaşanmadan hayat söner.
Herkes bilgi ve kültür bakımından da eşit olunca, gazeteye,
kitaba, filme ihtiyaç kalmaz. Güreş, koşu, yüzme gibi sporlar ve
yarışlar olmaz, çünkü herkes aynı kabiliyettedir.
İyinin kıymeti, kötü ile bilinir. Herkes iyi olunca, iyinin kıymeti
kalmaz. Çirkinlik olmayınca, güzellik anlaşılmaz. Hastalık olmayınca
sağlığın kıymeti bilinmez.
Bir kimse, okuyup her bakımdan mükemmel bir insan olmak
ister. Herkes aynı olursa, kim kimden üstün olacaktır? Âmirsiz,
memursuz, işçisiz, patronsuz toplum olmaz. Zengin zekat verecek
fakir bulamaz.
Her hususta eşitliğin zararları sayılamayacak kadar çoktur.
Onun için Allahü teâlâ, her şeyi hikmetli ve adaletli yaratmıştır.
Adalet olunca işler düzgün yürür. Mesela beş parmağın beşi de aynı
olsaydı, başparmak diğerlerinin arasında olsaydı, bugünkü kadar
verimli iş yapılamaz, büyük eksiklik olurdu.
Adaletli yaratılmak, eşit yaratılmakla mukayese bile edilmez.
Aynı ana babadan, zekâları, kabiliyetleri farklı çocukların
yaratılması, milyarlarca insanın birbirine benzememesi, hatta
parmak izlerinin farklı olması bile, Allahü teâlânın kudretinin
sonsuzluğunu göstermektedir. Onun kudreti sonsuz, şânı çok
yücedir.
 
Bugün 172072 ziyaretçi (515811 klik) kişi burdaydı!

DUYURU PANOSU

SİTEMİZDE ULAŞMAK İSTEYİPTE ULAŞAMADIĞINIZ KONULARI MESAJLA BİLDİREBİLİRSİNİZ.... İSLAMİ BİLGİLER

Video

TR.GG REKLAM

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol